Sen uçuşu hatırla...

​“Sen uçuşu hatırla…”
​“Sen uçuşu hatırla…”

Mutluluktan ziyade farkındalık daha önemli geliyor bana. Bir başkasına ne kadar yardımım dokunuyor ve bir başkasının ızdırabında ne kadar payım var? Kendimi ne kadar sorgulayabiliyorum? İnsan sadece görünür âlemde yaşayan bir varlık değil.

Hayat dertsiz tasasız olduğunda yahut “Vur patlasın, çal oynasın” yaşandığında, iyi bir hayat olarak tanımlanamaz. Zorluklar karşısında geri adım atmadığımız, boğuşmaktan kendimizi geri tutmadığımız, mücadele etmeye devam ettiğimiz kadarıyla iyi bir hayattır yaşadığımız.

Yani bizim uğraşımızla, alın teri ve gözyaşımızla ortaya çıkardığımız hayat iyi bir hayattır.

  • Bir hikâye anlatılır: Padişaha iki yavru şahin armağan edilir; biri büyüdükçe yaman bir avcı olurken, öteki tünediği daldan havalanmayan, yemi suyu ayağına götürülen bir saray kuşu olup çıkar. Padişah bu şahin bozmasını eğitmesi için ehil birinin bulunmasını emreder. Gelen adam, çoğa kalmaz şahinin diğeri kadar yükseklere uçmasını sağlar. Padişah bunu nasıl yaptığını sorduğunda, “Sadece tünediği dalı kestim” der.

Bazen tutunduğumuz dalları yitirebiliriz, düşerken tutunduğumuz tuğlayı diye bellemişizdir. Kaybın ya da kazancın da bir ara durak hesabı olduğunu anlamalıyız. Kayıplarımız bizi başka bir şeye dönüştürme imkânını içlerinde taşır, o dönüşümü iyi bir istikamete yöneltmek, bizim yükselmemizi sağlayacaktır.

Sadece olumsuz duyguları kovmakla iyi bir hayat yaşamış olmuyoruz, aynı zamanda erdemli ve ahlaklı bir hayat sürmeye çalıştığımızda da iyi bir hayat sürmeye çalışıyoruz.

Çünkü iyi hayat bir tarafıyla hemdert olabilmekle alakalı, verebilmekle, gönlün türkülerini çığırmakla alakalı.

İyilik, ızdırap içindeki başka varlıkları da görebilmektir ve onların da kurtulması için çalışmaktır.

İnsanın bir ekosistem hâlinde var olduğunu, başka varlıklara zulmederek var olamayacağını bilmektir. İyi hayatın ve erdemin unsurlarından biri de sosyal katılımdır. Birçok psikoloji deneyi sosyal katılım gösterebilen bireylerin, hayatlarından daha mutmain olduklarını göstermiştir.

Pozitif psikoloji kurucularından Martin Seligman’ın PERMA olarak özetlediği bir formülü var.
Pozitif psikoloji kurucularından Martin Seligman’ın PERMA olarak özetlediği bir formülü var.

Pozitif psikoloji kurucularından Martin Seligman’ın PERMA olarak özetlediği bir formülü var:

P: Pozitif duygular. Hayatla ilgili taşıdığımız güzel duygular.

E: Engagement-Katılım: Dünyada aktif bir sorumluluk alarak, kötü bulduğumuz bir şeyi onararak iyiye çevirmek. Örneğin bir gün Kasımpaşa’da tanıştığım bir bakkal, beş defa Somali’ye yardım için gittiğini belirtmişti. Böyle sayısız kahraman vardır. İyi hayat, kahramanlık tozunun biraz serpildiği bir hayat gibi geliyor bana. Başkalarının ne söyleyeceğine aldırmadan, kendi vicdanı doğrultusunda gidebilen insanlardır.

R: Relationships-İlişki: Derin, kalıcı, bozulmayan, menfaat ilişkisine dayanmayan, yardım aşma ve dayanışma ilişkisine dayanan ilişkilerdir. Harvard Üniversitesi’nde yürütülen uzun erimli bir erişkin gelişme çalışmasında hangi insanların daha sağlıklı olduğu araştırılmış ve iyi sosyal ilişkiler kuran insanların daha sağlıklı olduğu ortaya çıkmıştır.

M:Meaning-Anlam: Hayatımızı hangi anlam doğrultusunda yaşıyoruz? Sadece kendimiz için mi, yoksa daha ulvi bir anlam için mi yaşıyoruz?

A: Accomplishment-Başarı: Hayatta bir şeylere muktedir olma hissi.

PERMA
PERMA

İnsanlar bazen kendini kapana kısılmış hisseder. İnsanlar kendi iradelerini ortaya koyabildikleri zaman, hayattan aldıkları tatmin ve huzurları daha uzun süreli oluyor.

Mutluluktan ziyade farkındalık daha önemli geliyor bana. Bir başkasına ne kadar yardımım dokunuyor ve bir başkasının ızdırabında ne kadar payım var? Kendimi ne kadar sorgulayabiliyorum? İnsan sadece görünür âlemde yaşayan bir varlık değil.

Allah’ın rızasını gözeten bir varlıktır insan. Dahası Allah’tan razılığı olacak bir varlık. İşte bu ikincisi daha zor. Manevi insanın nokta-i nazarından iyi bir hayat, müteal güçle kurduğunuz rabıta ile de alakalı.

O’na ne kadar sadık olabildiniz? O’nun sözlerini ne kadar içinize aldınız, O’nu ne kadar işittiniz, O’nu ne kadar konuştunuz, O’nun rızasına ne kadar nail oldunuz, nihayet siz Allah’tan ne kadar razı oldunuz? O’nun size sunduğu imkânlar, zorluklar, bütün çetin mücadeleler karşısında 'Ben buna razıyım' sözünü ne kadar söylediniz.

Metafizik düzlemde bu soruya verilebilecek cevap çok daha derinliklidir. İçinde bulunduğumuz yüzyıl, insanı olumsuz duygulardan olabildiğince uzak tutmaya çalışıyor.

Robert Nozick’in çok ilginç bir deneyi var, sizi bir makineye koysak, bir butona bastığınızda size sonsuz, hiç inkıtaa uğramayacak fasılasız bir saadet versek o butona basar mısınız? Doğrusu ben böyle bir mutluluk kâbusunda yaşamak istemezdim.
Robert Nozick’in çok ilginç bir deneyi var, sizi bir makineye koysak, bir butona bastığınızda size sonsuz, hiç inkıtaa uğramayacak fasılasız bir saadet versek o butona basar mısınız? Doğrusu ben böyle bir mutluluk kâbusunda yaşamak istemezdim.

Robert Nozick’in çok ilginç bir deneyi var, sizi bir makineye koysak, bir butona bastığınızda size sonsuz, hiç inkıtaa uğramayacak fasılasız bir saadet versek o butona basar mısınız? Doğrusu ben böyle bir mutluluk kâbusunda yaşamak istemezdim. Daimi olarak aynılıkta kararlılık gösteren bir mutluluk anı, cennetin değil, sonsuz bir cehennem mahkûmiyetinin mümeyyiz vasfıdır.

Hayatta her şey zıddıyla kaim: Biz acıyı, kederi tecrübe etmeksizin mutluluğu tam anlamıyla tecrübe edemeyiz.

Aslında insan ızdıraptan kaçmakla mutluluktan da kaçıyor.Halil Cibran, bir istiridyenin, komşu istiridyeye, “Karnımda çok feci bir ağrı var. Ağır ve yuvarlak bir ağrı… Izdırap içindeyim” dediğinden bahseder.

Görünüm, varlık âlemindeki nesnelere-canlılara yapışır, onları birbirinden ayıran başlıca duygulardan biridir ızdırap.

Günümüzü tanımlarken bazı düşünürler analjezi toplumu ifadesini kullanıyorlar, ağrıdan kaçış toplumu. Biz zannediyoruz ki elimiz sıcak sudan soğuk suya değmezse, dertsiz tasasız bir hayat yaşarsak mutlu insanlar oluruz. Aksine ruh gayretsiz kaldıkça kayıtsız, vurdumduymaz, psikolojik ceset hâlinde insanlara dönüşürüz.

İnsan hayatla boğuşurken anlamı keşfeder; kafamızı taşlara vururken, hayal kırıklıkları yaşarken, ızdırapları alt etmeye çalışırken. Hayat sürekli bir mücadele hâlidir. Bu mücadele zaten bize yaşamanın dokusunu verir. Yaşamak yorulmaktır ve bunun için de güzeldir.

Goethe’ye bir gün birisi “Mutlu musun?” diye sormuş Goethe ise “Mutluyum ama geriye dönüp baktığımda hayatımda mutlu olduğum bir hafta bile hatırlamıyorum” demiş.
Goethe’ye bir gün birisi “Mutlu musun?” diye sormuş Goethe ise “Mutluyum ama geriye dönüp baktığımda hayatımda mutlu olduğum bir hafta bile hatırlamıyorum” demiş.

Hepimiz hikâye eden varlıklarız, geriye bizden bir hikâye kalsın istiyoruz, bu hikâyenin olması için de ağrı ve ızdıraba göğüs gereceğiz.

Goethe’ye bir gün birisi “Mutlu musun?” diye sormuş Goethe ise “Mutluyum ama geriye dönüp baktığımda hayatımda mutlu olduğum bir hafta bile hatırlamıyorum” demiş.

Çünkü hayat hep bir mücadele, bir çırpınış, gayret ve çabadır, bütün bunlar yaşamı var kılar ve ona anlam verir. “Konfor ruhun bataklığıdır” diyor Ali Şeriati.

Konfor insanı bir uyuşturucu gibi uyutur ve oradan büyük bir çile, ızdırap doğmadığı için hayatın sanatçısı olamaz hâle getirir. Hayatın büyük sanatkârları çileyle pişmiş insanlardır.

Faulkner, Nobel konuşmasında beni yazar olarak buraya getiren şey ızdırap ve gözyaşı diyordu.
Faulkner, Nobel konuşmasında beni yazar olarak buraya getiren şey ızdırap ve gözyaşı diyordu.

Faulkner, Nobel konuşmasında beni yazar olarak buraya getiren şey ızdırap ve gözyaşı diyordu. İnsan, yaşadıklarından bir anlam devşirebildiği sürece hayatı anlamlı, doğru ve güzel yaşar. İyi hayat geriye baktığımız zaman üzerinden bir anlamın tüttüğü hayattır. İnsan ancak ölüm döşeğinde bakar kendine, kendi hayatına; gerçekten elle tutulur güzel bir hayat yaşamış mı, yaşamamış mı?

Bazen hayatımızı kendimize çok meşgul olarak yaşarız. Hepimiz bu tuzağa düşeriz, kendimizi çok önemli zannediyoruz, kişisel varlığımız yüzünden çok önemli şeyler oluyor gibi bir yanılsamaya kapılıyor, benliklerimizi kutsuyor, kendimizi pek bir önemli ve değerli hissediyoruz. Bir afetle veya bir travmayla karşılaştığımızda şaşkınlıkla kalıveriyoruz sonra. Bu benim başıma nasıl gelebilir?

Niye gelmesin a kuzum? Senin ayrıcalığın mı var bu dünyada? Geçmişte insanların yaptığı çok önemli bir şey var; rabıta-ı mevt, zihni sürekli ölümle meşgul etmek. Ölümün yanı başımızda bir dost, bir arkadaş gibi hayata eşlik etmesi. Ancak ölüm farkındalığı ile insan, her an ölecekmiş gibi yaşayarak, bugün hayatını daha dolu dolu yaşayabilir.

Her anını son an bilerek, her anını kıymetlendirmek isteyerek. İnsanın kendi hayatının yontucusu olduğunu düşünüyorum.

Michelangelo’ya Davut heykelinin nasıl çıktığı sorulduğunda: “O zaten kayanın içinde saklıydı, ben sadece fazlalıkları attım” der.
Michelangelo’ya Davut heykelinin nasıl çıktığı sorulduğunda: “O zaten kayanın içinde saklıydı, ben sadece fazlalıkları attım” der.

Michelangelo’ya Davut heykelinin nasıl çıktığı sorulduğunda: “O zaten kayanın içinde saklıydı, ben sadece fazlalıkları attım” der.

İyi hayat aslında insanın olgunlaşma evrelerinde fazlalıklarını atarak ortaya çıkardığı bir şey, biz hayata çok şeyler eklemenin hayatı zenginleştirdiğini zannediyoruz.

Tam aksine hayattan fazlalıkları atabildiğimiz zaman hayat olgunlaşıyor. Hayatı tadından yenmez hâle getiren şey onun içinde saklı olan lezzet adacıkları değil. Hayatı lezzetli kılan manevi dokunuşlar. Arkamızda ne kadar sevginin, hayrın, iyiliğin izlerini bırakıyoruz?

Maddi olanlarla değiş tokuş edilemeyen şeyler hayatın lezzetini oluşturur. İnsanlar, nesnelerle maddi olan şeylerle mutlu edilebileceklerini zannediyorlar, bence günümüzün en büyük mutluluk tuzağı bu. İnsanlar, iyi hayatın daha çok şey/nesne edinmekten geçtiğine inandırıldılar.

İnsanlar çok asgari şartlarda yaşasalar da hâlâ en lüks cep telefonunu kullanabiliyor. Çünkü onun kendileri için çok önemli bir statü aracı olduğuna inandırılmışlardır. Sadece bize iyilik hissi veren şeyin, iyi hayatı tanımlamaya yettiğini düşünüyoruz. Buna“hedonizm”deniyor. Hazcılık, “Vur patlasın, çal oynasın” üzerinden iyi hayat tarifi yapmak.

Oysa her eğlence bir gün zeval bulur. Hazza alışırız. İyi hayatın sırrını hazda bulamayız. Her devlet toplumuna karşı haysiyetli bir hayat borcu taşır. Fakat bu yetmez, çok iyi şartlarda yaşasalar bile insanlar, birbirlerine zarar verebilir, çevreyi kirletebilir.

Maddi şartları sağlamak hiçbir zaman manevi şartların da beraberinde yükseleceği teminatını vermez. İkisi ayrı alanlardır. Birincisinin mutlaka sağlanması lazım ama ikincisinde de bir seferberlik ve toplumca paylaşılan bir hassasiyet lazım. Şükredebilen, iktifa edebilen, yeterli diyebilen insanlar hayatı daha doyumlu yaşarlar.

Güzellik hissini hayatına hüküm ferma edebilen, hayatının ortasına alan insanlar hayatı daha doyumlu yaşar. Güzellik öyle bir şey ki bir dağ yamacından ovalara, okyanuslara bakarız, içimiz birden vecd duygusuyla dolar ve o anı âdeta saklamak isteriz, uzun uzun bakarız.

Güzelliğin insanı onaran bir tarafı vardır. O yüzden insan ilişkilerinde güzellik, şehirlerde güzellik, söz ve tavırda güzellik bizi onararak daha iyi hayata götürür. Güzellik içimizde eksik olan bir şeyi yerine koyar. İnsan güzel olanla ne kadar hemhâl olursa, iyi hayata da o kadar yakınlaşır.

Hayata hep çoktan seçmeli sorularla hazırlanıyoruz. Yaşantı oburluğu içerisindeyiz.
Hayata hep çoktan seçmeli sorularla hazırlanıyoruz. Yaşantı oburluğu içerisindeyiz.

Modern çağda şöyle bir problem var; hep başka bir yerde olmak istiyoruz. Bulunduğumuz yer bize hiç mutluluk vermiyor.

İnsan hep başka iklimlerin yeşil kırlarına özlem duyuyor, birisiyle birlikteyken aklı cep telefonunda oluyor. Bir yere tatile gittiğinde acaba buraya değil de başka bir yere mi gitseydim diye düşünüyor. Buna bir psikolog “seçim paradoksu” diyor. Seçmediğimiz her şey için bir tür azap hissetmeye başlıyoruz.

Hayata hep çoktan seçmeli sorularla hazırlanıyoruz. Yaşantı oburluğu içerisindeyiz. “Ne kadar çok yaşantı tüketirsem o kadar çok mutlu olurum” şeklinde bir yanılsama var. Oysa “her gün gittiğin yoldan bir daha yürü ama bu sefer başka şeyleri görmeye çalışarak yürü.” İnsanın önünde sınırsız seçenek var.

O sınırsız seçeneklerin her birini ziyaret etmeye kalksak ömür yetmez. Biraz da her zaman gittiğimiz yolda daha önce fark etmediğimiz incelikleri, her zaman beraber olduğumuz dostumuzun fark etmediğimiz özelliklerini keşfetmeyi, sevdiklerimizin gözlerine daha dikkatli ve uzun bakabilmeyi öğrenmeliyiz.

Kendimizi bir yere, bir toprağa, bir arkadaş grubuna, bir ülküye ait hissetmek de bize yine iyi hayat yönünde destek verecektir. “Yalıtılmış bir varlık değilsin, unutma ki kozmosun biricik, yeri doldurulamaz bir parçasısın. Sen insanlık bulmacasında köklü bir parçasın” diyor Epiktetos.

Simone Weil şöyle yazmıştı: “Komşumuza duyduğumuz sevgi, yaratıcı dikkatten oluştuğu için dehayla eş anlamlıdır.”
Simone Weil şöyle yazmıştı: “Komşumuza duyduğumuz sevgi, yaratıcı dikkatten oluştuğu için dehayla eş anlamlıdır.”

Yalnız insan, kimsesiz, yurtsuz, kökünden koparılmıştır. Kökünden koparılmış insanın iyi bir hayatı yaşama şansı azdır. Dayanışma ve yardımlaşma duygusu içerisinde, iyi bir hayatı tecrübe etme imkânımız çok daha fazladır.

Simone Weil şöyle yazmıştı: “Komşumuza duyduğumuz sevgi, yaratıcı dikkatten oluştuğu için dehayla eş anlamlıdır.” Komşumuzu sevmenin manası en temelde ona “Ne hâldesin? Acın için yapabileceğim ne var?” diye sorabilmektir.

Allah’ın yeryüzüyle bir akdi vardır; insanlar birbirlerine nasıl muamele ediyorlarsa Allah da onlara o şekilde muamele eder ve edecektir. İyiyi yaşatmaya niyetlenmiş kişi, kalb-i selim sahibi olarak, iyilik görür. Sonunda anlayacağımız en mühim ders şudur: “Mutluluk nadiren onu arayanlar tarafından bulunur. Ve asla kendileri için arayanlar tarafından değil.” Hayatımızın anlamı ilişkilerden, bağlılıklardan ve tamlıktan neşet eder. Anlam, nesneler arasına geniş bir örümcek ağı gibi her şeyi birbirine bağlar, ayrı kısımları birbiriyle irtibatlandırır.

Böylece anlamlı bir bütün oluşturur. Maneviyat da benliğin değişik kısımları arasında bir irtibat kurmamızı sağlar. Tüm dinlerin amacı da kişiyi bir parçalanmışlık hâlinden bir tamlık hâline çıkarmaktır. Bilim görülemeyen ve ölçülemeyen şeyler konusunda oldum olası tedirgindir.

Bugün gerek atom altı fiziği gerekse de nörobilim araştırmaları bir şeylerin değişmeye başladığını haber veriyor. “Benliğin yumuşatılması” ve sonsuz, kapsayıcı bir tamlıkla irtibat fikri, bugüne dek uygulamaların özünü teşkil etti. Milton’un dediği gibi: “Zihin, neresi olmak isterse orasıdır; kendi içinde cehennemi cennete, cenneti de cehenneme dönüştürebilir.”

Maneviyat hissi kalbimizi ürperti ve haşyete açarak varlığın karşılıklı bağımlılığını bize öğretir. Hepimiz bir bütünün parçalarıyız ve ötekinin istek ve ihtiyaçlarına kökten bir cevap vermek durumundayız. Kendimizi hayata ve hayatın bütün kaynaklarına bağlı kılan anlayışla birlikte; tevazu, hürmet ve açık yüreklilik geliştirir ve bir şükran duygusuyla teçhiz oluruz.

Ebediyetin parçası olmak, bizi var olan herkesin ve her şeyin bir parçasıymışız gibi hissettirir. İnsan ezel ve ebet arasına dürülü bir varlıktır. Bu nazardan bakıldığında insan hem koca kâinatta ufacık ve önemsiz bir zerrecik hem de eşi bulunmaz bir biçimde biricik, nadir ve kıymetli bir varlıktır. Kendimizden daha büyük bir şeye aitiz ve asla yalnız değiliz. Buna bağlı olarak, gelecek nesiller için de emek harcamak lazım. Kendisi gölgesinde serinleyemeyeceğini bildiği hâlde insanlık tarihi boyunca bir sürü insan meşe ağacı dikmiş, birileri gelecek nesilleri düşünmüş.

Kızılderililerin çok güzel bir sözü var: 'Dünyayı atalarımızdan miras almadık, çocuklarımızdan ödünç aldık.' Çocuklarımıza ve gelecek nesillere karşı da bir borcumuz var. Meşe ağaçları dikmemiz lazım, onları büyürken beklemenin, bir şeyleri umuttan yoksun bile olsak, özlemle beklemenin nasıl bir haz olduğunu yeniden öğrenmemiz lazım zira 'Mutluluk erişilmezken, ancak ağaçlar onu hışırdar.'

İnsan tecrübeyle bir şeyi nasıl yapmaması gerektiğini de öğreniyor. Dolayısıyla ömrün öğrenilmeden geçen zamanları kayıp hanesine yazılmalı. Rızayı gözetmeden, iyilik ve güzelliğin yolunda yürümeden, adalet ve vicdandan uzak zamanlar kayıptır.

Yaşlanmak hayata yeni katmanlar, yeni sayfalar eklemek değil, olan katmanları azaltarak, öze ulaşmaktır. Bizi biz yapan cevhere ulaşmaktır. Buna ulaşabildiğimiz zaman, hayata bir bilgelikle bakmayı başarabiliriz ve insanlara da anlatacak bir hikâyemiz olur.

İyi hayat, sonunda bize anlatmaya değer bir iyilik hikâyesi bırakabilen hayattır. Geride izlerimiz kalıyor. “Sen uçuşu hatırla, kuş ölümlüdür” diyor ya şair, bizden geriye gökyüzünde ve yeryüzünde çizdiğimiz o narin çizgi kalıyor.