Sufilerin gözüyle hayvanlar

Arşiv
Arşiv

Sufilere göre bütün varlık mertebelerini kendisinde buluşturan insanda hayvanilik de bulunur ama bu dünyevi hayata dair bir zorunluluk olarak vardır ve ehlileştirilmeye muhtaçtır. Mesela insanın üremesi onun hayvani yönüne mütealliktir ama bu yönünü kuralsız hayvani yaşantıdan kurtarmalı, dinin ve ahlakın kurallarına bağlamalıdır.

Tasavvuf literatürü, hayvanların sembolik değerinden sonuna kadar yararlanmıştır. Bunu yaparken, Kur’an-ı Kerim’deki karınca, örümcek, hüdhüd, kıtmir gibi hayvan öykülerinin onlara ilham verdiğini anlamak kolaydır. Yanı sıra, Hind ve Fars anlatılarının İslam edebiyatına hızla dâhil olmasıyla birlikte, bu anlatılardaki zengin hayvan temsilleri de Müslüman ve tabii olarak sufi yazarlar ve şairlerce benimsenmiştir. Kelile ve Dimne gibi bir fablın Hind edebiyatından İslam dillerine aktarılması, sadece edebiyatçılar için değil, Hz. Attâr ya da Hz. Mevlâna gibi sufiler için de yeni ifade imkânları doğurmuştur.

Tasavvufi edebiyatın talihli simge hayvanlarından olan bülbül mesela, aşktaki sadakatin bir örneğidir.
Tasavvufi edebiyatın talihli simge hayvanlarından olan bülbül mesela, aşktaki sadakatin bir örneğidir.

Sufilerin hayvan hakkındaki yorumları üç yönlüdür: Bu yorumların ilkinde, hayvan bir hiyerarşinin beklentilerine göre kıymetlendirilir ve eksik varlık olma mertebesine işaret eder. Hayvan, kategorik olarak insandan daha aşağıda bir varlık mertebesine aittir ya da bazen olduğu gibi bu mertebenin simgesidir. Aslında sufilere göre bütün varlık mertebelerini kendisinde buluşturan insanda hayvanilik de bulunur ama bu dünyevi hayata dair bir zorunluluk olarak vardır ve ehlileştirilmeye muhtaçtır. Mesela insanın üremesi onun hayvani yönüne mütealliktir ama bu yönünü kuralsız hayvani yaşantıdan kurtarmalı, dinin ve ahlakın kurallarına bağlamalıdır. Bu yaklaşım, insandaki hayvani yönün bütünüyle yok edilmesini ve sınırlarına kadar geriletilmesini değil, hayvanlarda bulunmayan bir ahlaki perspektif ve iradi pratikle kuşatılmasını öngörür. İnsan, hayvanlarla ortak olduğu niteliklerini, akıl ve ahlakta temellenen daha üst bir mertebenin boyunduruğuna vermelidir.

Kur’an-ı Kerim’deki karınca, örümcek, hüdhüd, kıtmir gibi hayvan öykülerinin sufilere ilham verdiğini anlamak kolaydır.
Kur’an-ı Kerim’deki karınca, örümcek, hüdhüd, kıtmir gibi hayvan öykülerinin sufilere ilham verdiğini anlamak kolaydır.

İnsandaki bu hayvani mertebeye verilen isimlerin çeşitliliğini bir kenara bırakacak olursak sufilerin nefs-i emmare derken kastettikleri beşerî potansiyelin temelde bu hayvanilik olduğu söylenebilir. Ölçüsüzlük içinde, sadece iç güdülerine teslim olan, arzularına boyun eğen, ilişkilerinde vahşileşen, bedeni gerekliliklerini amaç hâline getiren ama bu arada ruhsal amaçlarını unutan bir yönümüz olarak işaretlenen nefs, işte terbiye edilmesi gereken bu hayvandır. Hz. Ferîdüddin Attâr’ın hücumlarına hedef olan da budur: “Bu nefs senin düşmanındır, köpekten beterdir; bu köpeği daha ne kadar besleyeceksin ey cahil kişi.”

Sufilerin hayvanlar hakkındaki ikinci yorumları daha ayrıntılı gözlem ve değerlendirmelere dayanır. Nefs-i emmare başlığı altında, alt mertebede oluşun kategorik bir simgesi kılınan hayvan bu kez, kendilerindeki huylar gözlemlenerek yeniden ele alınır. Bu yorum, her hayvanın belli bir huyun adresi olduğu fikrine bağlıdır. Her hayvanda belirgin bir huy öne çıkar ve bu huyu tasvir ederken hayvanlar bir eğretilemeye konu olur. Bu huyların her zaman insani ölçülerle ahlaken kötü olması da gerekmez. Aynı hayvanda bile kötü ve iyi huylar birlikte bulunabilir. Böylece hayvanlar, kendilerine belli huyların atandığı birer aynalık işlevi üstlenirler. Aslında hayvanların belli huyların simgesi olması sufilerin icadı değildir. Bu yorumun masallardan efsanelere kadar uzanan bir geçmişi vardır ve gündelik dil eşeği inatçılıkla, tilkiyi kurnazlıkla özdeşleştirirken bu yorumun yaygınlığını doğrulayacak örnekler sunar.

Ashâb-ı Kehf’in yoldaşı kıtmirdir.
Ashâb-ı Kehf’in yoldaşı kıtmirdir.

Tasavvufi edebiyatın talihli simge hayvanlarından olan bülbül mesela, aşktaki sadakatin bir örneğidir. Gülün dikenleri tarafından yaralanmasına rağmen, onun başından ayrılmaz, ısrarla aşkını terennüm etmeye çalışır. Bülbülü talihli saymamızın nedeni onun şiirlerde hemen her zaman örnek âşık olarak sunulmasıdır. Ama yine de Attâr’ın Mantıku’t-Tayr’ında, aşkını güle hasretmiş ve bu aşkı aşamamış bir eksik âşık olarak yerilmekten kurtulamaz. Bülbül, bu anlamda bahsettiğimiz çift yönlü okumaya iyi bir örnek sayılabilir. Bir yönüyle aşkındaki sadakati gıpta edilesidir ama sadakatini Hakk’a aşk gibi daha üst seviyeden bir aşka yöneltmemesi durumunda kınanacak bir örneğe dönüşür. Ya da yukarıda andığımız, simgesel değeri bakımından daha az talihli olan köpek, sadakat ve sevgiden nasibi olmayan daha alt seviyeden insan örneklerine kıyasla Ashâb-ı Kehf’in yoldaşı olan Kıtmîr’e benzetilir ve övülen bazı nitelikleri kendisinde toplar ve böylece Hz. Mevlâna’nın misaline konu olur: “Aşka karşı kör olan kişi köpekten daha aşağıdır! Eğer köpekte aşk damarı olmasaydı, mağaranın köpeği Yedi Uyurlar’ın kalbini nasıl kazanmaya çalışmalıydı?”

Tavus ham softalığın, keklik mücevher düşkünlüğünün, hüma kuşu kibrin esiri olarak, temelde manevi bir tabiatı olan bu yolculuğa çıkamazlar.
Tavus ham softalığın, keklik mücevher düşkünlüğünün, hüma kuşu kibrin esiri olarak, temelde manevi bir tabiatı olan bu yolculuğa çıkamazlar.

Hayvan türleri içinde kuşlar sufilerin özellikle ilgilendiği hayvan grubudur. Attâr’ın Mantuku’t- Tayr’ı manevi bir arayış hikâyesinin kahramanları kuşlar olan bir mesnevidir. Eser, kısaca şöyle özetlenebilir:, kuşlar bütün diğer canlıların birer krala sahip olduğu gibi kendilerinin de bir kralları olması ve bu kralı aramak üzere yola çıkmaları gerektiğine karar verirler. Hüdhüd’ün rehberliğinde çıkılan yolculukta, her biri aslında insani birer zaafı temsil eden bazı kuşlar geride kalır. Tavus ham softalığın, keklik mücevher düşkünlüğünün, hüma kuşu kibrin esiri olarak, temelde manevi bir tabiatı olan bu yolculuğa çıkamazlar. Yolcu kuşlar, yolda birçok imtihan ve badireyle karşılaşırlar ve nihayet geride kalan otuz kuş (Si-murg, otuz kuş anlamına gelir) hedefe ulaşırlar ve aslında aradıklarının kendileri olduğunu idrak ederler.

Kuşlar, maneviyatın merkezi olan gökte uçabilmeleri sebebiyle ruhaniliğin simgesi olurlar. Hatta bazı menkıbelerde doğrudan ruhların kendilerinde temessül ettiği hayvanlardır. Hz. Şâzelî, kuş formuna bürünmüş veli ruhlarıyla konuşur, bazı veliler Hacı Bektâş-ı Velî’yi kuş donuna girerek (kuş formuna bürünerek) ziyarete gelirler. Böylece ruhların beden kalıbından urûc etmesinin de güçlü bir simgesi hâline gelirler. Yine avcı doğan kuşu, hem başka kuşları (yani ruhları) avlayan, hem de diğer kuşların çıkamadıkları irtifaya çıkabilen bir kuş (yani ruh) olarak selamlanır. Böylece Hz. Abdülkâdir Geylânî’nin lakabının bâz-ı eşheb (akdoğan) olmasının sebebini anlarız.

  • Hayvan türleri içinde kuşlar sufilerin özellikle ilgilendiği hayvan grubudur. Attâr’ın Mantuku’t-Tayr’ı manevi bir arayış hikâyesinde kahramanları kuşlar olan bir mesnevidir.

Son yorumlarında ise sufilerin hayvanları belli bir hiyerarşinin konusu yapmadan ve ahlaki bir konumlandırmadan arındırılarak, masumiyetin taşıyıcıları olarak ele aldıklarını görürüz. Menkıbelerde karşımıza çıkan bu örneklerde hayvanlar, sufilerin saflıklarını ölçerler. Başkalarından kaçan hayvanlar, yeterince saflık kazanıp arınmış sufiden kaçmazlar, ona sokulurlar. Hz. Ebu Medyen’in, kendisine insanlara manevi meselelerde rehberlik etmek üzere konuşma yapmak için manevi izin verildiğini evinin civarındaki kuşların kendisinden kaçmayışıyla anladığı menkıbe buna örnektir. Yine aynı zatın, Fez’in kırsalında her zaman yürüdüğü yolda kendisine daima munisçe sokulan hayvanların üzerinde emanet para olduğu bir seferde sokulmak yerine saldırmalarını da bu saflığın ve paklığın kaybıyla açıkladığını görürüz. Benzer bir menkıbe Hz. Rabia için de kayda geçmiştir. Vahşi hayvanlar Hz. Rabia’dan kaçmazlar, bilakis ona sokulurlar. Bir keresinde Hz. Hasan-ı Basrî buna şahit olmuştur ama aynı hayvanların kendisinden kaçtıklarını görmüştür. Rabia, ona o gün ne yediğini sorduğunda etli bir yemek cevabını alır. Rabia’ya göre hayvanların ondan kaçmasının sebebi de budur. Ebû İshak Kâzerûnî de bir gün mescitte sohbet ederken bir ceylan açık olan kapıdan içeri girerek hazretin yanına kadar gelir. Ebû İshak ceylanın başını okşar ve onu “Ey ceylan, güvenli bir yere geldin.” diye karşılar. Aynı zatla ilgili başka bir menkıbede, hazretin uyurken bir yılanın ağzında bir nergisle ona sokulup nergisi koynuna koyup gittiği anlatılır. Uyanınca durumu anlatan çevredekilere şöyle der: “Kim Hakkın dostu olursa, bütün dünya onun dostu olur.”

Sufilerin hayvanlara şefkatle yaklaştığı örneklere ise girmeye gerek yok. Çünkü o başka bir yazının konusu olacak kadar geniş. En genel anlamda İslam ahlakının gereği olarak görünen bu şefkat birçok sufinin menkıbesinde çarpıcı ve etkileyici örneklerle yer alır. Biz ise sufilerin hayvanları biyolojik birer canlı olarak değil, birer anlam iletici olarak gösterdikleri soyutlamalara odaklanmış olduk.