Süleymaniye’yi anlamak için onunla vakit geçirmen gerekiyor

Ahmet Murat ile eserin ilham kaynağında, Süleymaniye’de buluştuk. Bu sorularla birlikte caminin neden bir mekân değil yer olduğunu, mabetlerin şehre bakışımızdaki etkisini ve Süleymaniye’nin hayal edilişi hakkındaki hayalini konuştuk.
Ahmet Murat ile eserin ilham kaynağında, Süleymaniye’de buluştuk. Bu sorularla birlikte caminin neden bir mekân değil yer olduğunu, mabetlerin şehre bakışımızdaki etkisini ve Süleymaniye’nin hayal edilişi hakkındaki hayalini konuştuk.

Ahmet Murat felsefeden, sanat tarihinden, mimariden, tasavvuftan, dinî gelenekten, şairanelikten ve nihayet gündelik hayatımızdan beslenen kalemiyle Süleymaniye için bir risale yazdı: Taşı Taşırmak. Geçtiğimiz aylarda Ketebe Yayınları’ndan çıkan kitabında kendisi neden başka bir camiyi değil de “camilerin camisi” dediği Süleymaniye’yi ele aldı? Daha ortaokul yıllarından itibaren camiler onun için neden daha ilginçti? Ahmet Murat ile eserin ilham kaynağında, Süleymaniye’de buluştuk. Bu sorularla birlikte caminin neden bir mekân değil yer olduğunu, mabetlerin şehre bakışımızdaki etkisini ve Süleymaniye’nin hayal edilişi hakkındaki hayalini konuştuk.

Taşı Taşırmak’ın hikâyesini merak ediyoruz. Neden bir cami risalesi yazmak istediniz?

Aslında cami üzerine neredeyse 15 yıldır yazmak istiyordum. Bu çok eski bir fikirdi, kafamda dönüp duruyordu. Süleymaniye üzerine yazmaya ise sonradan karar verdim.

O zamanlar aklınızda hangi camiler vardı?

Taşı Taşırmak, Ahmet Murat.
Taşı Taşırmak, Ahmet Murat.

Genel olarak kafamda cami yapısı üzerine yazmak vardı. Güzel camiler gördüm. Mısır’daki Memluk mimarileri, Hüseyniye Camii, Ezher gibi yapıları biliyor ve seviyordum. Mağrip camileri çok güzel, bizimkinden farklı ve kubbe yok, yeşil kiremitli çatıları, çok geniş bir avlusu var. Avlu aktif kullanılıyor, avlunun ortasında küçük havuzlar var. İran camileri ise çok gösterişli ve çinileri sayesinde renkleri çok güçlü... Mahalle camileri, küçük köy camileri de var, onlar biraz daha ergonomik. Sonra bunların tümünün aynı bantta yer alamayacağını gördüm. Bütünlüklü bir okumaya çok elverişli değillerdi. Süleymaniye için başka, Mağrip ya da bir boğaz camisi için başka bir okuma biçimi gerekiyor. Bunun karmaşasını görünce ilerleyemedim.

Süleymaniye üzerine yazmaya ne zaman karar verdiniz?

15 yıl önce bir iş sebebiyle Süleymaniye’de bir ay kadar vakit geçirmiştim. Her gün oradaydım ve Süleymaniye’yi anlamaya çalışıyordum. Derken beş sene önce İbn Haldun Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi’ndeyken Süleymaniye Dârülhadisi’nde ders yapmaya başladık. Haftada iki-üç gün yine Süleymaniye’nin içinde ve etrafındaydım. Genel olarak cami üzerine bir şey yapmak yerine Süleymaniye üzerine bir şey yapmaya o zaman karar verdim.

Bir cami üzerine metin yazma fikrinin doğmasına öncülük eden kitaplar var mı?

Birkaç kitap öncülük etti ve tetikledi diyebilirim. Bunlardan biri, Gaston Bachelard’ın Mekânın Poetikası’dır. Evi anlatıyor kitapta. Bunun yanında Titus Burckhardt’ın İslam sanatı üzerine yazdıkları beni bu metin üzerine yazabilirim düşüncesine itti. Cami gibi merkezi bir yapının üzerine çokça yazılmıştır diye düşündüm, baktım ama pek göremedim. Rusmir Mahmudjehajic’in 40-50 sayfalık bir cami kitabı var. Fakat meseleye benim baktığım yerden değil, İslam medeniyetinde camilerin önemine dair bir yerden yaklaşıyor. Son olarak da çalışmamı bitirme aşamasındayken Roger Garaudy’nin İslamın Aynası Camiler kitabını okudum. Öncesinde etkilenmeyeyim diye bilinçli bir şekilde okumak istemedim, iyi ki de öyle yapmışım. Çok güzelmiş. Yer yer yaptığımız işte birbirimize yakınlaşmışız ama onun farkı eserinde 20 kadar farklı camiyi anlatmış olması. İran camilerini ayrı çalışıyor, Süleymaniye’yi ayrı... Garaudy estetik üzerine eğilmiş bir felsefeci olduğundan bence çok doğru yerlerden okumuş.

Daha ortaokul yıllarında oturup bir caminin taşlarını, minaresini izlediğinizi öğrendik. Bütün yapılar içinde sizin için neden daha ilginci bir camiydi?

Kitapta anlattığım şey biraz da bu… Bu durum peşimi bırakmadı. O arada kalmış hâli, dünyevi bir hâlle yani matematikle, taşla yapıyorsun, mimari kullanıyorsun, insanlar kas güçleriyle ortaya bir iş koyuyor fakat aynı zamanda işin içinde siyaset, finans, lojistik tarafı var. Ortaya çıkan iş çok akılcı değil, dünyada olan ama dünyaya tam bağlayamadığımız ara bir iş gibi… Dünyadan kopmamıza yardımcı olan ve fizikten metafiziğe geçişte bir berzah ve geçit gibi davranan bir bina ortaya çıkıyor.

Kitabınızda cami mimarileri yerine “yapıları” kelimesini kullanıyorsunuz. Bunun özel bir sebebi var mı?

İlgi alanım tam olarak mimari değil aslında. Ortadaki yapı bize bir anlam dayatıyor. Yani yapının kendisinin bir anlamı var. Bu durum eski birçok yapıda var. Mesela evlerde. Bugünün evleri anlamdan boşalmış gibiler, biçimlerini, kullandığımız alanları hatta malzemeleri çok şahsileştiremiyoruz. Geleneksel evler bize belli bir anlamı dayatıyor. Bu evlerde birkaç kuşak beraber yaşıyor. Anlam orada birikmeye devam ediyor, bir tortuya dönüşüyor. İnsanlar dönüp çocukluklarının yaşamlarına baktıkları zaman bu evin vazgeçilmez bir dekor ve sahne olduğunu görüyor. Bu aslında geleneksel mimarinin tamamında vardı, biz onları artık üretemiyoruz. Bunun yanında mevcut olanı da zaten koruyamadık. Nihayetinde geleneksel mimarinin nasıl bir anlam taşıdığına dair de pek fikrimiz kalmadı. Dolayısıyla anlamı yüklenmiş, o anlamla bütünleşmiş ve bize bu anlamı geçiren, kendisine bir anlam yüklememize gerek kalmadan bunu yapan yapılar camilerdir. Mesela geleneksel bir Türk evi bize kendi içinde yıllar süresince oluşmuş olan tasarımın ve yaşama alışkanlıklarının tortusunu geçirebilecek bir yapıya sahipti. En başta insana uygunluğu, mahremiyeti, ekolojiyi, ergonomiyi, kullanılan malzemeden kaynaklı yakınlığı bize geçiriyordu. Ahşabın, taşın, kerpicin yakınlığını geçiriyordu. Şimdi hiçbiri kalmadı ama camiler var ve onlar bize hâlâ kendilerindeki anlamı koruyarak geçirebiliyor. Yani anlamlı bir mimari var mı diye bakacak olursak önümüzdeki ilk yer camiler.

Yeni yapılan camileri de ekleyebilir miyiz bahsettiğiniz gruba?

Yeni camilerde bu örnekler çok az. Modern mimarlar genellikle kendi yaratıcılıklarını sergilemek istiyor. Mimari, mimarların elinde bir tür sanata dönüşüyor. İşin gösteri, iddia, kendi repertuarını oluşturma tarafı da var. Taklit edilen yine klasik camiler fakat taklit edilemeyen şey klasik camileri yaparken kullanılan malzeme: taş, aydınlatma… Mesela sesi bu camilerdeki gibi kullanmıyoruz. Betonarmeyi, çeliği, camı kullanıyoruz. Bana göre kullanılan malzeme de anlamı biraz bozuyor. Bir yapıyı betonarme ile Sultanahmet’in Süleymaniye’nin benzeri şeklinde yapmak, bir maketin biraz büyüğünü yapmaya benziyor. İkisi aynı şey değil. Diğer türlüsünde ise mimarlar ˮBenim portfolyomda iş merkezi var, büyük bir site var buna bir de cami ekleyeyim,ˮ diyor. Bu camiyi yaparken de yaratıcılığını sergilemek istiyor. Mimaride bu yaygın bir tutum ve bana göre bir arıza. Eski camiler en başta insana ve amaca uygun. Buradaki amaca uygunluk da ibadettir. Bugün öyle bir cami yapıyorsun ki caminin duvarlarını saydamlaştırıyorsun ve camiyi bir tür stant hâline dönüştürüyorsun. Dışarı ile arasındaki ilişkiyi tamamen deforme ediyor, şeffaflaştırıyor, dışarıyı görebilen, dışarıdan içerinin görülebildiği bir cami inşa ediyorsun. Namaz kılınıyor ama Süleymaniye’deki ışığın kontrol altına alınması fikri orada yok.

Birçoğunda konsantrasyon bozucu, rahatsız edici bir aydınlık var.

Gözleri kapatma bizde her zaman duygusal yoğunluğu artıran bir şeydir. Dolaysısıyla gözlerimizin kapanması içimizde başka bir işlem başlatır. Klasik camilerde içerinin loşlaştırılması -sadece camiler değil tüm mabetler için- bilinçli yapılan bir şeydir. Dışarıyı dışarıda bırakmak, dünyanın bakışını biraz kesmek için bilinçli bir göz kapatmadır. Tamamen kapanmasa da göz kapaklarını indirme hareketidir. Bunun farkında olmayan bir mimar, camiyi şeffaflaştırabilir. Camiyi tamamen bir plazaya da çevirebilir. Allah kabul etsin, namaz kılınır ama ikisi arasında ciddi bir fark var. Bir tanesinde dış dünya ile iç dünya arasındaki ilişki ya da çelişkiye dair bir fikir yok, öbüründe ise var. Bu fikir kurgusal da değil onu anlamamız lazım. Yani o günün mimarları oturdular, pencereleri azaltalım loş yapalım dediler gibi bir durum söz konusu değildir. Bu tamamen kendi içsel tecrübesini, taş ile karşılaşınca o malzemeye tercüme etmek gibi bir şeydir. İlkeleri yazsak ve bu ilkeler üzerinden bir cami yapmaya kalkışsak yine de içsel tercümenin tecrübesi olan bir caminin seviyesine ulaşamaz.

Caminin “bir yer olması” hâlini kitapta da sık vurguluyorsunuz. Bir “mekân” nasıl bir “yer” olur?

Caminin içinde sadece bir kutsal mabette olma fikri değil birkaç şey birden devreye giriyor.

Beden dilinin eşlik ettiği işlemlerden biri ayakkabıları çıkarmaktır. Güçlü bir hareket olarak güvenli bir alana girişin ilk adımıdır ve bunu birkaç yerde yaparız, biri de evimizdir.

Ayakkabının çıkarılması aynı zamanda ilkellikle de alakalıdır. Kitapta da geçiyor bunlar: modern insanın ayakkabıya bağlılığı, onu terk edemeyişi... Batılılar ayakkabının çıkarılması durumunu endişe ile karşılıyor. Modern insan için kamusal alanda bunlar tehdit olarak da algılanabiliyor. Mahrem bir şey sonuçta… Havaalanında X-ray cihazından geçmeye çalışırken kabanımızı çıkarmak bizi tedirgin etmez de ayakkabımızı çıkarmak tedirgin eder. İlkel bir jesttir, camiye girerken de bunu yapıyoruz. Aslında o yere özgü birkaç şey yapıyoruz: biri kıbleye doğru dönmek, diğeri yan yana ve yere oturmak ve tabii ki başı yere koymak... Namazın dayattığı hareketler üzerinden biz o mekâna doğru yerleşiyoruz.

“Yerin içinin doluluğu“ hatta “insanın yeri giyinmiş“ olması hâli de oraya özgü hareketlerimizle mi sağlanıyor?

Mesela Libya’da veya Çad’da çölün ortasına bir daire çizip bir çöple belirledikleri yer artık köyün camisi oluveriyor. Bunu yaptığınız andan itibaren orası çöl olmaktan çıkıp özelleşmeye, bir yere dönüşmeye başlıyor. Sınırdan içeriye girmekle ilksel dediğimiz hareketleri tekrarlıyoruz. Bugün kimse kimsenin önünde eğilmiyor, secdeye kapanmıyor ama eskiden insanlar başka insanların, kralların, büyüklerin önünde eğilir; secdeye kapanır ya da ellerini bağlarlardı. Bu ilksel hareketler insan modernleşmesine rağmen namazda kalmaya devam ediyor. Biz bunlarla bulunduğumuz mekâna yerleşiyor, oraya özgü ve dışarıda olamayan bir işlem uyguluyoruz. Dolayısıyla şeffaf, her yeri açık, plaza tipinde bir caminin içinde de bu hareketleri yaptığımız zaman orası da bir yere dönüşüyor. Süleymaniye’nin onlardan farkı içine girmeseniz bile size tesirinin olmasıdır. Bir plaza camisinde sizin bir gayretle, çaba göstererek orayı mekâna çevirmeniz, camide olduğunuzu hissetmeniz gerekiyor. Fakat Süleymaniye’de böyle bir şey yapmamıza gerek yok.

Süleymaniye’nin onlardan farkı içine girmeseniz bile size tesirinin olmasıdır.
Süleymaniye’nin onlardan farkı içine girmeseniz bile size tesirinin olmasıdır.

O adımınızı attığınız andan itibaren biriktirdiği kendi anlamıyla bize zaten özel bir yerde olduğumuzu söylüyor. Dolaysısıyla başından itibaren orası bizim için bir yerdir. Bu durum Sultanahmet, Yeni Cami gibi diğer büyük camiler için de geçerli, aynı hissiyat onlarda da var.

Süleymaniye için camilerin camisi demişsiniz, bunun sebepleri neler?

Onu diğer camilerden ayıran en temel özelliği konumudur. İstisnai olarak en tepede, tepeden aşağıya doğru kademe kademe dökülüyor. Sadece cami olarak da bırakılmamış mesela Selimiye gibi değil... Aşevleri, imaretler, kütüphaneler, medreseler dârülhadis vs. ile beraber aşağı doğru dökülmeye devam ediyor. Caminin içinde bulunduğu konum da aşağıya doğru tepeyi sarıyor. Diğer camilerde bunu bu kadar bariz göremeyiz. Yeni Cami de Süleymaniye kadar güzel ama o kadar hâkim bir yerde değil, etrafı biraz boş. Mihrimah camileri güzel ama onlarda da dökülme, oraya hâkim olma, sarma hareketi yok. Diğer hiçbir camide bu kadar güçlü bir yayılma, sarma, kuşatma ve ihata etme fikri yok.

En tepedeyken tüm dökülmeleriyle gördüğümüz Süleymaniye ona yaklaştıkça âdeta kendini gizliyor. Bunu anlattığınız bölümler oldukça çarpıcı.

Bir tanesinde dış dünya ile iç dünya arasındaki ilişki ya da çelişkiye dair bir fikir yok, öbüründe ise var. Bu fikir kurgusal da değil onu anlamamız lazım.
Bir tanesinde dış dünya ile iç dünya arasındaki ilişki ya da çelişkiye dair bir fikir yok, öbüründe ise var. Bu fikir kurgusal da değil onu anlamamız lazım.

Bence bu bir metafizik ilkeden hareket ediyor o da gayb. Gayb vardır, yücedir, yukarıdadır. Oralarda bir yerlerde konumlanan bir merkezden bize işaretle sinyal gönderir. Ona biraz yaklaşırız ama onu tam olarak kuşatamayız. Onu biraz sezeriz ama tam olarak fethedemeyiz. Bu, gaybla şehadet âlemi, kutsal olanla kutsalın muhatabı arasındaki ilişkiye benziyor. Mimar Sinan’ın bunu planladığını düşünmüyorum. Demek istediğim bunların kitabını yazmak onlar için mümkün değildi çünkü bunlarla yaşıyorlardı. Bunların kitabını yazabilmek için bunlardan biraz uzaklaşmış olmak ve belli bir mesafeden bakıyor olmak gerekiyor. Biz ekmek hakkında konuşmaya yirmi yıl önce ekmeği kaybettikten sonra başladık. Buğday hakkında konuşmaya da öyle… Su hakkında konuşuyoruz mesela eski insanların su hakkında konuşmaya veya su hakkında bir şey yazmaya ihtiyaçları yoktu, içlerinde yaşıyorlardı. Biz bazı şeylere şimdi o mesafeden bakıyor ve diyoruz ki bu yazılabilecek bir şey.

Anlattıklarınız şehre “yaşadığımız yer” olmasının dışında “bir yer” olarak bakabilmeye çağrı da olabilir mi?

Süleymaniye aynı zamanda güçlü bir turistik alan, tabii Sultanahmet kadar değil. Bu tepede olmasından da kaynaklanıyor. Ulaşmak zahmetli, etrafı da turistler için çok cazip değil. Buna rağmen sürekli turist kafilelerini görüyoruz, ziyaret ediyorlar. Sabah namazında ve yatsı namazında daha az olmakla birlikte gün içinde tek saf da olsa hep bir cemaati var. Tamamen turistik hâle de dönüşmemiş. Süleymaniye’de bayram namazına gelmenin romantik bir tarafı var. Etrafı biraz daha düzeldikçe son yıllarda bahçesinde iftar yapılıyor. Yaşam alanlarının çoğalmasıyla bu durum arttı. Süleymaniye turistik bir yer olarak görülmekle birlikte müzeleşmeye de karşı çıkan bir yer. Bir şey yapmasına da gerek yok, zira herhangi bir şekilde müzeleştirilemeyecek de bir yer. Namaz vakitleri dışında da kapıları açık sadece namaz kılmak için kullanılan bir yer de değil. Mesela bugün gördüğüm bir manzara şu: sütunların içinde nişler, o nişlerin içinde oturan insanlar var. Süleymaniye biraz içinde kaybolmalık bir yer, içselleşebileceğiniz, kozanıza çekilebileceğiniz bir yer.

Süleymaniye’nin hayal edilişi hakkındaki hayaliniz bir tarih romanı olabilirmiş.

Süleymaniye’nin bulunduğu yerde aslında daha önce bir Bizans sarayı varmış. Dolayısıyla burası keşfedilmiş bir yerdir. Kadim mabetler, tapınaklar birbirlerinin üstüne katmanlar hâline geçerek yerleşiyor. Mesela güneydoğuya gidin Mardin, Diyarbakır civarlarında dağın tepesinde bir Bizans kalıntısı bulundu, aslında orası güneşe tapma ayinlerinin olduğu Mithras Tapınağı’ymış. Sonra Doğu Romalılar gelmiş, küçük müdahalelerle mihrap koyarak orayı bir şapele, kiliseye çevirmiş. Müslümanlar gelmiş mihrabın yerini biraz daha oynatıp orayı bir camiye çevirmiş. Mabetlerin bulunduğu birçok yer böyledir: katmanlar hâlinde birbirlerinin üstüne binerler. İnsanlar da zaten o mabedin yerini şehre hakimiyeti, bulunduğu yerdeki anlamı, konumu, etrafıyla ilişkisi bakımından en uygun yer olarak görebiliyor. Bazen de daha eski menkıbeler oluyor ve insanlar bunu tamamen terk etmiyor. Onu sürdürmek için kutsal muhtevasını kendi kutsallarına bağlıyor. Mesela bir aziz kabri var, orayı türbeye dönüştürüyor; bir tapınağı kiliseye dönüştürüyor, falanca yerdeki efsunlu bir mağara zaman içinde mübarek bir mağaraya dönüşüyor. Falanca azizin içtiği bir su kaynağının zamanla yanında bir yatır oluşuyor. İnsanlar daha önceki kutsal muhtevayı tamamen reddederek tarih kurup kendi kutsallarını yerleştirmiyor. Kendilerinden önceki kutsalı kuşatarak, ona kendi kutsallarından ekleyerek, onu dönüştürerek yeniden kuruyor. Kutsal muhtevanın tamamıyla reddedilmediği bir akışı benimsiyorlar.

Hayalinize dönecek olursak, Ahmet Murat’ın kaleminden böyle bir roman okur muyuz? Neredeyse romanın ilk üç bölümü hazır.

Ne Süleyman’ın ne de Sinan’ın böyle bir hikâyesi var. Heves kırmak istemem ama o bölümlerde tamamen bana ait bir hayalden bahsediyorum. Böyle bir şeye hiçbir yerde rastlamadım, kendimi onların yerine koydum, böyle olabileceğini düşündüm. Sinan’ın mekânı dolaşırken Süleymaniye’yi önce kendi zihninde, neredeyse elle tutulur şekilde inşa ettikten sonra ortaya çıkarmış olması lazım. Hatta mimarlar arasında bir tartışma var; eskiden mimarlık öğrencileri maketler yapıyordu. Bu maketler için haftalarca, aylarca uğraşıyorlardı. Maketi bitirdikten sonra bir projeye dönüşüyor ve proje bunun üzerinden geliştiriliyordu. Bugün mimarlar maket yapılmamasını falan eleştiriyor. Bilgisayarda üç boyutlu olarak üretiyorlar fakat bunun kuşatmak için yeterli olmadığını da söylüyorlar. Neredeyse yapıyı somutlaştırmak, elle tutulur hâle getirmek gerekiyor. Mimar değilim ama ben de öyle olması gerekir diye düşünüyorum. Sinan’ın hayali bölümü buradan hareketle söylenmiş bir şey. Süleymaniye’nin romanı yazılabilir tabii, yazılmalıdır da... Şehrin başrolde olduğu romanlar var ve bunlar gayet de iyi romanlar.

Devasa kubbeyi taşıyan fil ayaklarına bakarken, fil ayaklarının kaslarını tahayyül etmek için Süleymaniye’de ne kadar zaman geçirmek gerekir?

Hepimizde vardır, pürüzsüz yüzeyler dışındaki cam gibi yüzeylere çok fazla dokunma ihtiyacı hissetmeyiz. Ahşap, taş gibi pürüzlü yüzeylere daha çok dokunma ihtiyacı hissederiz. Bu aslında mimarinin sadece gözle alımlanan bir şey olmadığını aynı zamanda dokunma ile de alımlanan bir şey olduğunu gösteriyor. Dokunmak diğer duyguların aslında bir modelidir diyen Mimar Juhani Pallasmaa’dan bir alıntı yapmıştım. Tenin Gözleri kitabında duyularımızın tamamının dokunmanın çeşitli versiyonları olduğunu söylüyor. Kulağımızla, gözümüzle vs. dokunmaya çalışıyoruz. O yüzden taştaki, ahşaptaki, kerpiçteki geleneksel malzemedeki o pütürlü, pürüzlü yüzey bizde dokunma arzusu uyandırıyor. O yüzden camilerde insanların sık girip çıktığı yerlerde izler oluşur: kapılarda lekeler, parlamalar, kararmalar… Önümüzde bir biblo olsa onda da aynı olur, pürüzlü yapısı sebebiyle onu elimize alıp dokunma ihtiyacı hisseder pürüzlerin üzerinden geçer, onu ayrıca bir de dokunarak kuşatırız. Ben Süleymaniye’nin tüm yüzeylerinde bunu hissediyorum. Fil ayakları, sütunlar da dokunmayı teşvik ediyor. Bu da dokunduğun şey ile aranda, görmekten bir adım daha fazla bağ kurmanı başlatıyor. Dokunma ile alakalı bölümde okyanusla karşılaşan bir antropoloğun konuyu tasvir edişinden bahsetmiştim. Okyanusu görürsün ama okyanusa dokunma ihtiyacı hissedersin, kenarında yürürken deniz oradadır ama bir şekilde elini de suya daldırırsın. Bu aynı zamanda orada bulunduğumuzun bir işaretidir, oraya dair bir anı sahibi olmaktır. Ben dokunarak sadece görmek dışında onu en güçlü duyuyla içermek ihtiyacı hissediyorum. Bu aynı zamanda onu bir şey taşırken, bir şey yüklenmişken hayal etmeme de sebep oluyor. Yüklenmek ve taşımak da doğal olarak kas demektir. Camiyi ve mekânı da giyindiğimiz için bir süre sonra camideki unsurlar sizin giysinizin parçalarına hatta biraz daha giyindiyseniz sizin bedeninizin parçalarına dönüşmeye başlıyor.

“Yer-olan”ın yerini “yer-değil”e bıraktığı bir zamanda yaşıyoruz. Hacca gitmeyip üç boyutlu gözlüklerle orayı deneyimleyebildiğimiz bir çağda sizce mabetler bu meselenin tam olarak neresinde?

Süleymaniye’de bayram namazına gelmenin romantik bir tarafı var.
Süleymaniye’de bayram namazına gelmenin romantik bir tarafı var.

Yerde olmadığımız, yerleşmediğimiz sürece bu deneyim hiç olmayacak. Bizim mekânı ve mimariyi küçümsemememiz gerekiyor. Mekân ve mimari sadece barınmak için var olan bir unsur değil, bundan daha fazlasıdır. Mesela yer giyinme metaforu daha fazlasıdır. Giyinmek bir yerle bütünleşmektir, bir yabancılığın atılmasıdır, oraya kök salmaya başlamaktır. Gözlükle yapılan şey, hayal kırıklığıdır. Gözlüğü çıkardıktan sonra kendimizi öncekinden daha da yabancı, mahrum, soyulmuş hissedeceğiz. Hac yolcukları bütün dinlerde bir tepeye doğru mesafe kat edilerek yapılır. Genelde de haccın hedefi olan yerler tabiatın içindeki saklanmış yerlerdir. Oraya doğru belli bir zahmetle ulaşılır. Bunun sebebi yolculuğun kazandırdığı şeylerdir. Yukarıdan oraya paraşütle atılmak amaç değildir. O yolculuk boyunca yaşayacağımız düşünce, hissiyat, tefekkür, kendimizle meşguliyet, geride bırakmak ve ileriye gitmek arasındaki gerilim... Bütün bunları tecrübe ede ede oraya gider ve gittiğimiz zaman da orayı hak etmiş oluruz. İster Katmandu’ya tırmanın ister Meryem Ana’ya, ister Arafat Tepesi’ne… Her seferinde bir yere tırmanılır, bir yol kat edilir, bazı şeyler geride bırakılır ve aşılır. O gözlüklerle onu yaşamamıza imkân yok.

İnsan performans sergileyen bir varlık. Caminin insanı performansçı yanından soyması ne anlama geliyor?

Oradaki temel mesele namaz hareketlerinde performans gösteremiyor olmamızdır. Biz anlatılanı yapıyoruz, yorumlayamıyoruz. Bu adamın rükûu çok farklı, secdeye kendi yorumunu katıyor diyemiyoruz. Yani ne kadar performatif bir şey yapmak istesek de yapamıyoruz ve yapmamamız gerekiyor. Caminin içi bizi kişiliğimizden, dışarıdaki kimliklerimizden -sadece zengin ve fakir aynı safta yer alıyor anlamında değil- jestlerimizden, kararlarımızdan, nüanslarımızdan da soyarak oraya topluyor. Bu da seni cemaatin içinde eritiyor ve cemaatin bir parçası hâline getiriyor. Aslında caminin anlamına maruz kalmak için hazırlıyor.

Süleymaniye için dışarıdan gelen herkesin kurduğu ilişki, biraz hayranlık, biraz haşyet, biraz coşku, biraz ürperti içerir. Kutsalın deneyiminin uzanımlarını içerir.

Kutsal bir deneyim yaşadığımız zaman hâkim duygular neşe, başarı hissi, yaşam sevgisi vs. olmaz. Genellikle haşyet, tevazu, erime, maruz kalma gibi hâller ortaya çıkar. Süleymaniye bunu bize veriyor. Bugün içeri girdiğimiz zaman baktım insanlar neyin fotoğrafını çekiyorlar diye… Hemen kubbenin fotoğrafını çekmeye çalışıyorlar, o boşluğu anlamaya çalışıyorlar. Kubbenin fotoğrafını yakalamak, yukarıya bakma ihtiyacı hissediyor. Gelip içeride bir süre oturuyorlar. Karşılarındaki boşluğu, anlamı özümsemeye çalışıyorlar. Süleymaniye’nin içinde görülecek çok fazla şey yok. Mimar Sinan matematik seven akılcı birisidir. Taşı yalın bırakmış, onu süslememiş. İran camileri gibi onu süse boğabilir, boşluğun kalmadığı sırça bir sarayın içindeymişiz veya bir seramik müzesindeymişiz gibi her tarafı doldurabilirdi ki buna imkânı da vardı ama öyle yapmamış. Sadece süslemeyi mihrabın çevresine doğru biriktirmiş. Diğer tarafları boş bırakarak vurguyu da güçlendirmiş, taşı daha çok ortaya çıkarmış. Dolayısıyla içeriye giren birinin izleyip “Şu tabloyu da göreyim, şu süslemeye de bakayım” diyeceği çok fazla bir şey yok. Fakat insanlar orada kalmak, orada bulunmak istiyor. Orada gördükleri maruz kaldıkları şeyi anlamak istiyor. O yüzden bir süre bulunuyor, sağına soluna geçiyor, farklı yerlerden görmeye çalışıyorlar. Bu kutsalın oradaki yalın temsili ile alakalıdır. İkonalar olsaydı o yalınlık kalmazdı. Karşımda tanrı, tanrıça, melekler falan görseydim onlar bana kendi anlamlarını dayatacaklardı. Süleymaniye’ye girdiğim zaman bu anlamı hazır bulmuyorum. Bu anlamı özümsemek için içeride vakit geçirmen gerekiyor. Bu durum sezebildiğimiz, kişiselleştirdiğimiz, aldığımız, özümsediğimiz, bizi biraz meşgul eden bir şey. Kendi duygumuza, hissiyatımıza, alımladığımız şeyin ne olduğuyla meşgul olmaya başlıyoruz.

Süleymaniye’nin aurası sadece mimari ile mi alakalı?

Süleymaniye, sanatı içine alıyor da olsa nihayetinde işlevsel bir mekândır.
Süleymaniye, sanatı içine alıyor da olsa nihayetinde işlevsel bir mekândır.

Süleymaniye sadece bir sanat eseri değil, müze değil ama temelde işlevsel bir mekân ve işlevi de çok belli: Namaz kılınması. Diğerleri yan işlevlerdir. İçinde Kur’an okunmasa da ders yapılmasa da -etrafta medreselerin olmasından sebep- temel işlevi namaz kılmaktır. Dolayısıyla sanat eserinin böyle bir işlevi yoktur. Mimari eğer bir sanatsa tabii, bu da tartışmalıdır. Sanat eseri estetik deneyime doğrudan seslenmek isteyen, yenilik iddiasında olan bir yapıttır. Ama Süleymaniye, sanatı içine alıyor da olsa nihayetinde işlevsel bir mekândır. Burada namaz kılınsın diye yapılmıştır, Süleyman ve Sinan bu işlev yerine gelsin diye uğraştı. . Mimar Sinan’ın ortaya koyduğu ilkeler maneviyattan, metafizikten beslenen bu yapının içinden namaz alındığı takdirde havası sönmeye, kaçmaya başlar. Bir kutsalın temsiline ihtiyaç var böyle mekânlarda. Kutsal orada temsil edilemiyorsa orası bir müzeye dönüşür. Biz de bir zamanlar kan akıtılan, çile çekilen insanların ağladıkları haşyetle doldukları mekânlardan bunları alalım ve orayı biletle girilen bir mekâna çevirelim; o zaman oranın boşaldığını içeriğini kaybederek kuruduğunu gözlemlemeye başlarız. Başka mekânlar için bunu bu kadar kolay söyleyemesek de mabetler için söyleriz. O yüzden mesela bir mağara hiçbir sanatsal değeri olmamasına rağmen “O mağarada falanca veli 8 ay kalmıştır“ denilse iş değişir. “Bir peygamber orada saklandı, vahiy aldı“ denilince orası değişir. Yaşanmışlık ve ibadet o mekâna dahildir. Özellikle ibadet yeşersin, görünsün diye yapılan işlevsel bir mekândır. Biz dünyada kutsalı avlayamıyoruz, yakalayamıyoruz, ona dair konuşamıyoruz. Camiler ise âdeta kutsalın üzerine kapanmış ve onu bir kubbenin altına basmış kutsalın kabı gibidir. Ve oradan kutsalı boşalttığımız zaman o kubbenin altı herhangi bir mekân olur.