Tasavvufun ölçüsü: Ariflerin hâlleri müridin günlük hayatını şekillendiriyor

İslam’ın ölçüsü kişinin kendisinden sadır olan kötü fiilleri nefsinden, iyi fiilleri ise Allah’tan bilmesidir. Nitekim Allah, Kuran’ı Kerim’de Yusuf (as) için “Biz engel olmasaydık o da kadına meyledecekti.” buyurmuştur. Kişi nasıl huzurunda olan insanlara hamilik ederse, Allah da kendisine yaklaşmak isteyen insanlara, huzuruna ermiş insanlara her anda hamilik eder. Allah’ın kudsi hadiste “Kulum bana yürürse ben ona koşarım.” demesi bir yönüyle de bu anlama işaret eder.

Arifler, Hakk’ın huzuruna varmış (vardırılmış), nefisleri üzerinde kontrol ihsanına erdirilmiş, Cenab-ı Hakk’ın kudsi hadisinde “… ben onun tutan eli, gören gözü, işiten kulağı olurum…” buyurduğu makama ermiş kişilerdir. O nedenle onların sözleri, eylemleri, davranışları Allah’a yaklaşmak ve Allah’ın rızasını kazanmak isteyen insanlar için eşsiz örnekler, ibretler barındırır. Tasavvufun dinî hayatı disiplin altına alması, müridin ve talibin gündelik yaşantısına da çekidüzen verir. Böylece o kişi bulunduğu muhitte davranışlarıyla örnek alınan, takdir edilen, beğeni toplayan ve insanların gönüllerinde sevgi doğuran kişilerden olur. O kişilerin yüzüne bakan huzur duyar, sohbetine nail olan ferahlar, arifleri örnek alan kurtuluşa erer. O nedenle ariflerin yaşantılarını, hallerini, kerametlerini, sözlerini, tavırlarını okumak, öğrenmek, dinlemek paha biçilmez kıymet taşır.
Örneğin Hz. Mevlânâ bir gün yolda yürürken, evinin bahçesinde oyun oynayan bir çocuğun “Mevlânâ, dur. İşim bitince gelip elini öpeceğim.” dediğini duyar. Ve durur. Çocuk gelene kadar bekler, çocuk gelip elini öpünce de çocuğu sevip, biraz sohbet edip tekrar yola koyulur. muazzam bir örnektir. Muhatabı sonuçta bir çocuktur, çocuğun oyununun ne zaman biteceği kestirilemez. Mevlânâ o an nereye gidiyordu, işi acil miydi, bir yere geç kalmış mıydı? Menkıbe bize bu soruların cevabını vermez. Çünkü Mevlânâ çocuğun gönlünü kırmamak için durmuştur, beklemiştir, bu soruların cevabını ancak dedikodu arayan veya asıl meseleyi ıskalayan biri bulabilirdi. Müridan ve çevresi Mevlânâ’ya ders ve ibret nazarıyla baktığı için olaydan gerekli dersi almış, diğer soruları kurcalamamıştır.
Bir başka örnek olarak da Amiş Efendi’yi verebiliriz. Amiş Efendi sohbetlerinden birinde “Yolda bir tanıdığınızı gördüğünüzde nereden geldiğini veya nereye gittiğini sormayın. Olur ya, onu yalan söylemek zorunda bırakabilirsiniz.” der. Müslümanlık, ince düşünmeyi gerektirir. İnsanlar birbirlerine saygı duymalıdır. Herkesin özel bir hayatı vardır. Arada muhabbet ne kadar güzel ve bereketli olursa olsun, insanın diğerlerine söylemek istemeyeceği hâlleri, durumları olabilir. Amiş Efendi bu konuda insanları uyarmış, hatırlatma vazifesini yerine getirmiştir.

- Hayatından ve sözlerinden nice dersler çıkarılacak ariflerden birisi de Şâzelîyye yolunun büyüklerinden, Hasan eş-Şâzelî Hazretleri’nin halifesi Ebu’l Abbas el-Mürsî’dir.
Ebu’l Abbas el-Mürsî
Ebu’l Abbas el-Mürsî, 616’da (1219) Endülüs’ün Mürsiye (Murcia) şehrinde doğmuştur. Soyu ensardan Sa‘d b. Ubâde’ye ulaşır. Tahsilini Mürsiye’de tamamladıktan sonra ticaretle meşgul olan babasının yanında çalışmaya başlar. Hıristiyan saldırılarının şehri tehdit ettiği dönemde babası ailesiyle birlikte 640 (1242) yılında hacca gitmeye karar verir. Bindikleri gemi Tunus açıklarında fırtınaya yakalanıp batınca annesini ve babasını kaybeden Mürsî ve kardeşi Cemâleddin, çetin bir mücadeleden sonra Tunus sahiline ulaşır. Kardeşi Tunus’ta babasının mesleğini sürdürürken Mürsî, fakih Muhriz b. Halef Zâviyesi’nde çocuklara okuma yazma ve Kur’an öğretmeye başlar. O sırada Tunus’ta bulunan Şâzeliyye tarikatının pîri Şeyh Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî ile yolu kesişir. Şâzelî Hazretleri, onu müridliğe kabul eder. Kadı İbnü’l-Berâ ile arasında meydana gelen bir anlaşmazlık yüzünden Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî Tunus’u terk etmek zorunda kalınca Mürsî de şeyhiyle birlikte İskenderiye’ye gider. Hasan eş-Şâzelî hayatının sonlarına doğru Mürsî’yi halife tayin eder, irşad yetkisini ve tarikatı sürdürme görevini ona verdiğini belirtir.
Letâifü’l-minen

Letâifü’l Minen, Hikem müellifi (Arifler Hikem için ‘Namazda Kur’an dışında bir şey okunsaydı bu Hikem olurdu’ demişlerdir), Şeyh Ebu’l Abbas el-Mürsî’nin halifesi, büyük veli, ulu zat Sidi Şeyh İbn Ataullah el-İskenderi’nin eseridir. Sidi Şeyh bu eserinde şeyhi Mürsî Hazretleri’ni anlatmış, onun sözlerini ve yaşantısını bizlere göstererek ders almamıza vesile olmuş, selamete ermemiz için bize yol göstericilik yapmıştır.
Ahmet Murat’ın deyişiyle:
Ariflerin bazısı kerametleriyle, bazısı kitaplarıyla meşhurdur. İbn Ataullah’ın kitapları ise doğrudan kerametleridir. Onun için mesela Hikem, kitap değildir. O bir keramettir.
Letâifü’l Minen de öyledir. Allah’ın rızasını kazanmak isteyen her Müslüman için irşat niteliğindedir, yol göstericidir, rehberdir, dayanaktır, sığınaktır. Müridin aradığı her ne ise eserinde içinde hazırdır. Soruların cevapları cömertçe sunulmuştur. Marifet ilmine dair nice bilgi taliplere, müritlere aktarılmıştır.
Mürsî Hazretleri’nin sözlerinin yaşantısına yansıması
- Marifet doğru kelamı etmekle bitmez, kelamın eyleme dökülmesi gerekir. Peygamber Efendimiz (sav) bildiğiyle amel etmeyen âlimleri muma benzetmiş, etrafını aydınlatırken kendilerini yaktığını söylemiştir. Ariflerin hayatına baktığımızda onların dilinden dökülen her sözcüğü, yaşantılarında aynıyla görürüz.

Onlar yalan sözden, kibirden, yapmacıklıktan, gösterişten Allah’a sığınmışlar, Allah’ın izniyle de uzak durmuşlar ve dosdoğru, istikamet bir üzere bir hayat yaşamışlardır.
Ebu’l Abbas el-Mürsî Hazretleri verayı tanımlarken “Vera, Allah’ın kendisini koruduğu, sakındırdığı kimsedir.” demiştir. Daha sonra anlatmıştır:
“Reml’de bir bahçede İskenderiye’nin bazı salih kimseleri bizim yanımıza geldiler. Ben ve Sağr salihlerinden bir grup dışarıya çıktık. O vakit bahçe sahibi bizimle çıkmadı. Bize yeri tarif etti. Hem çıkıyor hem de vera hakkında konuşuyorduk. Herkes bir şey söyledi. Ben de onlara ‘Vera, Allah’ın kendisini koruduğu, sakındırdığı kimsedir’ dedim. Bahçeye geldiğimizde herkes ağaçlara meyve yemeye koştu. O zaman da dut mevsimiydi. Ben duttan yemek için her yeltendiğimde karnımda bir ağrı hissediyordum. Geri yerime dönünce ağrı geçiyordu. Birkaç defa denedim. Sonra aynı şey olunca oturdum, hiçbir şey yemedim. Onlar yerken bir adam geldi ve bağırıp çağırmaya başladı. ‘Benim iznim olmadan bahçemden bir şey yemek size nasıl helal olur?” diyordu. Onlar bahçede hataya düştüler. Ben onlara ‘Size demedim mi? Vera, Allah’ın kendisini koruduğu, sakındırdığı kimsedir!’ dedim.”
İslam’ın ölçüsü kişinin kendisinden sadır olan kötü fiilleri nefsinden, iyi fiilleri ise Allah’tan bilmesidir. Nitekim Allah, Kur’an-ı Kerim’de Yusuf (as) için “Biz engel olmasaydık o da kadına meyledecekti” buyurmuştur. Kişi nasıl huzurunda olan insanlara hamilik ederse, Allah da kendisine yaklaşmak isteyen insanlara, huzuruna ermiş insanlara her anda hamilik eder. Allah’ın kudsi hadiste “Kulum bana yürürse ben ona koşarım” demesi bir yönüyle de bu anlama işaret eder. Kişi acizdir, nefsine karşı güçsüzdür. Ancak o ibadet eder, dili daim zikirde ve duadadır, Hakk’ın rızasına taliptir. O zaman Allah ona koşar ve onu günahlardan korur, kulunu, kendisi dışında her şeyden sakındırır.

Mürsî Hazretleri’nin incelikleri
İbn Ataullah’ın Letâifü’l Minen’de şeyhini anlattığına göre:
Şeyh Ebu’l Abbas el-Mürsî kulların haklarından ciddi bir şekilde sakınır, haklarını çabucak iade ederdi. Borcu olduğu zaman en güzel şekilde öder, kendisinin alacağı olduğunda da en güzel şekilde tahsil ederdi. Dünya ehlinden uzak durur ve onlara uğramazdı. Onlardan biri için ayağını bile kaldırmaz, onlara elçi yollamaz ve onlarla yazışmazdı.
Şeyh müridi zor ve meşakkatli işlere yönlendirmez ve müridi buna zorlamazdı. Şeyh, Ebu’l Hasan eş-Şâzelî’den duyduğu şu sözü söylerdi: “Adam seni zor şeylere yönlendiren kişi değildir. Adam ancak seni rahat edeceğin işlere yönlendirendir.”
Mürid kendisini övmek ve hevasına dokunmak için girdiğinde onu hemen çıkarırdı. Kaside veya beyitlerle övüldüğü zaman öven kimseye aynıyla karşılık verir, bazen de bir şeyler hediye ederdi. Fakihlere, ilim ehline ve ilim talebesine geldikleri zaman ikramda bulunurdu.
Şeyhi Ebu’l Hasan eş-Şâzelî’ye (ra) çok tazim ederdi. Hatta sen onunla beraber kendisinin bir sebatı yok olarak görürsün. “Benim öyle efendilerim var ki ayaklarının tabanı diğer insanların alınlarından yukarıdadır. Ben onlardan değilsem de onları sevdiğimden dolayı izzetim ve mertebem var” derdi.
Üzerinde çok durulan, özel ilgi gösterilen yemeği yemezdi. Yemek ve hediyenin getirilmeden önce duyurulmasını hoş görmezdi.
İhsan sahibi kimse huzurundayken dua etmez, yanından çıkınca arkasından dua ederdi.
Kendisine basit bir şey verildiğinde güzel yüzle karşılar, kabul ederdi. Çok şey verildiğinde ise onu vakarla karşılardı. Hiçbir müridini kınamaz, başa kakmazdı. Kardeşleri arasında hasedin ortaya çıkmasından korktuğu için hiç kimseye özel bir nişan, özel bir görev vermezdi. Namazı kısa, öz ancak tam idi. O “Abdalın namazı hafiftir!” derdi.
Şeyh, Allah’ın kulları için çok ümitli idi. Onda genellikle rahmetin genişliği görülürdü. Şeyh insanlara Allah’ın yanındaki mertebesine göre ikram ederdi. Hatta bir keresinde yanına bir itaatkâr girdi de ona çok önem vermedi. Sonra bir isyankâr girdi de ona ikramlarda bulundu. Çünkü itaatkâr amelini çok görerek fiillerine baka baka kibirlenerek girmişti. İsyankâr ise masiyetini ve muhalefetinin zilletini kırarak girmişti.
Şeyhin ettiği dualardan bazıları:
“Allah’ım! Ey yer ve göklerin yaratıcısı! Ey iki diyarı idare eden! Ey her şeyi idare eden! Ey diri olan, ey Kayyum! Ey İlahımız! Bizim için senden başka ilah yoktur. Bizim velimiz, yardımcımız, eminimiz ol. Bizi seninle her şeyden emin kıl. Ta ki senden başkasından korkmayalım. Bizi yakınında kıl. Dostlarını örttüğün şeyle bizi de ört. Mahlûkatından hiç kimse göremeyeceği halde kendisiyle göründüğün örtüyü hicap kıl. Üzerimize en mükemmel, en güzel hayrı yağdır. Şerrin küçüğünü de büyüğünü de bizden uzaklaştır.”
“Allah’ım! Senden korkmayı, senden ümit var olmayı, sana muhabbeti, sana karşı şevki, seninle ünsiyeti, senden razı olmayı, senden sana bakarak seninle senden konuşarak müşahede yaygın üzerinde emrine itaati istiyoruz. Senden başka ilah yoktur. Sübhansın. Rabbimiz biz nefislerimize zulmettik. Sana söz ve akit olarak tövbe ediyoruz. Cömertlik ve şefkatle tövbelerimizi kabul et. Senden razı olacağın amelleri istiyoruz. Zürriyetlerimizi ıslah et. Şüphesiz biz sana tövbe ettik. Şüphesiz biz sana teslim olanlardanız.”
“Ya Gafur, Ya Vedud, Ya Birr, Ya Rahim! Günahlarımızı bağışla. Sevginle bizi yaklaştır, tevhidinle bizi vuslata eriştir, taatinle bize merhamet et. Bizi fetret ve durmakla cezalandırma.
Bizi kasd yoluna ilet. Bizi o yolun zaliminden koru. Şüphesiz senin her şeye gücün yeter.”
“Allah’ım! Rızkı kulluğun ikamesine, Rububiyetin hükümlerini müşahedeye sebep kıl. Bana gizli olan şeylerinden gizli olanı, nurlarından bir nur, zikirlerinden bir zikir, sırlarından bir sır, Nebilerin taatlerinden bir taat, meleklerinle arkadaşlık etmeyi ihsan et. İşlerimi Zâtınla üstlen. Göz açıp kapayıncaya kadar, hatta daha az bile beni nefsimle yalnız bırakma. Beni kulların arasında bir rahmet ve iyiliklerinden bir iyilik kıl. Sen onunla dilediğini Allah’ın yolu Sırat-ı Müstakim’e iletirsin. O Allah ki göklerdeki ve yerdeki şeylerin hepsi sadece O’nundur. Bütün işler ancak Allah’a dönecektir.”
“Allah’ım! Beni nuruna ilet. Bana fazlından ver. Sana düşman olan herkesten, beni senden meşgul edecek her şeyden uzaklaştır. Zikrinin düşmeyeceği bir dil, senden gelen hakkı işitecek bir kalp, sana bakmakla ikram olunacak bir ruh, kurbunun hakikatleriyle zevk alacak bir sır, Azametinin celaliyle bakacak bir akıl ihsan et. Benden açığa çıkan ve gizli kalan şeyleri taat çeşitlerinle süsle. Ya Semi, Ya Âlim, Ya Aziz, Ya Hâkim!”
Amin, amin, amin.
Kaynak: Sidi Şeyh İbn Ataullah el-İskenderi, Letâifü’l Minen, Çev: Mustafa Yüce, Kapı Yayınları, 2021
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.