Toplumsal cinsiyet meseleleri ve İslam

​Toplumsal cinsiyet meseleleri  ve  İslam
​Toplumsal cinsiyet meseleleri ve İslam

Yeni toplumsal cinsiyet eşitliği teorisine dayanan büyük ölçekli ilk sosyal deneylerden biri, Filistin’deki Yahudi yerleşimlerindeki kibbutzlardı. Kibbutzlar, kadınların özgürleşmesinin ancak toplumsal cinsiyet rollerinin çocukluğun en erken aşamalarından itibaren yok edilmesi ile sağlanabileceği varsayımıyla kurulmuşlardı.

Sosyalizm ve siyonizmi pratik bir şekilde bir araya getiren kibbutizm sadece İsrail'de uygulanmıştır.

Kibbutzim, yani kibbutzlar, annelerin çocuklarıyla ilgilenmesinin, onlara bakmasının tamamen ortadan kaldırıldığı kolektif çiftliklerdi. Çocuklar ebeveynleriyle birlikte yaşamak yerine özel yurtlarda yaşıyorlardı. Kadınları ev işinin angaryasından kurtarmak için, bu yurtlara ortak çamaşırhane ve mutfak kuruldu.

Böylece hem erkekler hem de kadınlar, istedikleri herhangi bir işi ya da faaliyeti seçme konusunda özgür oldular; bunun sonucunda iki cinsin de iktidar pozisyonlarına eşit derecede katılımı bekleniyordu. Çocukların nötr şekilde sosyalleştiğinden emin olmak için, oyuncaklar büyük sepetlerde tutuluyordu, bu sayede erkek ve kız çocukları cinsiyet rollerine uygun oyuncaklar yerine kendi istedikleri oyuncakları özgürce seçebileceklerdi.

Doksan yıl boyunca yapılan bu kesintisiz ve işgüzar toplum mühendisliğinin sonuçları hiç de planlandığı gibi gerçekleşmedi. Çocuklar bakıcılarını sinirlendirerek de olsa sürekli cinsiyete özgü oyuncakları seçmeye devam ettiler. Üç yaşındaki erkek çocukları sepetten silah ve araba alırken, kız çocukları da oyuncak bebekler ve çay setlerini tercih ediyorlardı. Erkek çocukların kurduğu oyunlar rekabetçiyken, kız çocuklarının oyunları işbirlikçi oluyordu.

Kibbutz idaresinde kadınların yönetici pozisyonuna katılımını sağlamak için uygulanan kotalar nadiren doldurulabildi. Tekbiçimlilik yaratmak için uygulanan kıyafet yönetmeliği de sürekli olarak ihlal ediliyordu. Günümüzde İsrail’de kibbutzlarda cinsiyetler arasındaki farklılıklar genel olarak İsrail toplumunda görülenden çok daha keskindir. Bu sosyal deney sadece başarısız olmakla kalmamış, üstüne bir de geri tepmiştir.

Biyolog Robert Trivers’in “ebeveyn yatırımı” dediği sorumluluk, kadınlarda erkeklerden çok daha fazladır. Bunun sosyal şartlanma ile ilgisi yoktur: Bu, genetik ve biyolojik olarak bizde zaten var olan bir şeydir.
Biyolog Robert Trivers’in “ebeveyn yatırımı” dediği sorumluluk, kadınlarda erkeklerden çok daha fazladır. Bunun sosyal şartlanma ile ilgisi yoktur: Bu, genetik ve biyolojik olarak bizde zaten var olan bir şeydir.

Peki biyologlar bu konuda neler diyorlar? Onlara göre biyolojik başarı sadece tek bir etkene bağlıdır: bir organizmanın genetik materyalinin maksimum şekilde yayılması. Habitatını domine eden güçlü bir yırtıcı hayvan, dışarıdan öyle görünmese bile soyunun devamını sağlayacak şekilde üreyemezse biyolojik olarak başarısız sayılır.

Biyologlar, erkeklerin ve kadınların farklı üreme stratejilerine sahip olduğu konusuna dikkat çekmektedir. Biyolog Robert Trivers’in “ebeveyn yatırımı” dediği sorumluluk, kadınlarda erkeklerden çok daha fazladır. Bunun sosyal şartlanma ile ilgisi yoktur: Bu, genetik ve biyolojik olarak bizde zaten var olan bir şeydir.

Örneğin, bir kadın çocuğuna büyük bir yatırım yapar, bu yatırım ta dokuz aylık metabolik bir bağlılıkla başlar, sütten kesmeden önceki uzun dönem boyunca da devam eder. Erkeğin “ebeveyn yatırımı” ise buna kıyasla çok daha azdır.

Trivers, “daha fazla ebeveyn yatırımı sağlayan cinsiyetin sınırlayıcı kaynak olacağını” söylemektedir. O zaman daha az katkıda bulunan cins, mutlaka rekabeti içeren bir toplumsal konumda olacaktır “çünkü diğer cinsin yapamayacağı şekilde, çok sayıda partnere sahip olarak üreme başarılarını artırabilir.” Modern biyologlar için eril rekabetin ve saldırganlığının genetik ve hormonal temeli budur.

Rekabet ve saldırganlık, kadınlarda bulunabilen özelliklerdir, ancak genellikle çok daha az miktarda bulunur çünkü bu özellikler, kadınların üreme başarıları için hayati özellikler değildir. Erkeklerin biyolojik olarak hayatta kalması için büyük öneme sahip olan saldırganlık, esas olarak diğer erkeklere yöneliktir (örneğin, erkek geyiklerin fizyolojik açıdan onları zorlayan boynuzları) ama aynı zamanda saldırganlık, erkeği avlanmak için daha donanımlı hâle getirir. Bu nedenle, erkek ebeveyn yatırımı, genç olanlar için yiyecek veya savunma sağlamaya yönlendirildiği sürece fizyolojiktir, üstelik sadece dolaylı olarak.

  • Kadının hormonal yapısında östrojen ve oksitosin hâkimdir. Erkeklerde ise androjen ve östrojen gibi hormonlar baskındır. Kadınlarda baskın olan hormonlar çocuk yetiştirmeye yönelik içgüdülerin teşekkül etmesinde büyük rol oynar. Erkeklerdeki hormonlar ise avcılar ve savaşçılar için lazım olan özelliklerin oluşmasına katkıda bulunur. İşte biyoloji hormonların cinsiyet özelliklerine ne gibi katkılarda bulunduğunu anlamamızı sağlar.

Kadınlar çocuk yetiştirmeye daha fazla meyilli oldukları ve bu konuda daha çok emek harcadıkları için, çocuklarını ihmal ettikleri takdirde kaybedecekleri yatırım çok daha fazladır. Eksik hormonal yönlendirmeden kaynaklı yetersiz bakım yüzünden bir çocuğun vefat etmesi, babadan ziyade annenin başarısız olduğunu gösterir. Gebelik ve emzirme döneminde anne hemen hemen kısır sayılırken, aynı dönemde babanın tekrar tekrar baba olma ihtimali vardır. Bu nedenle, kadınlardaki çocuk yetiştirme ve emzirme içgüdülerini ortaya çıkaran genetik programlama erkeklerdekinden çok daha fazladır.

Erkekler, kadınlara kıyasla çok daha az “yetiştirici” nörotrasmiter oksitosin üretirler. Androjen, erkeklerin gençliğine ve çocuk yetiştirme kabiliyetlerine göre eş seçmesini sağlarken, östrojen, kadınları yavrularının ihtiyaç duyacağı yiyeceği ve korumayı sağlayabilecek güçte ve atılgan eşler seçmeye yönlendirir. Dolayısıyla geleneksel toplumlarda erkeklerin birden çok kadınla evlenmesi yaygın iken, kadınların birden çok erkekle evlenmesi nadirattandır. Pek çok kadınla evlenmek genetik açıdan mantıklı bir stratejidir; pek çok erkekle evlenmenin ise bu açıdan mantıklı olduğu söylenemez.

  • Erkek fizyolojisinden kaynaklanan agresif içgüdüler, binlerce yıl atalarımıza hizmet etmiştir ve farklı hayat tarzına sahip birkaç jenerasyon erkeklerin hormon dengesinde önemli bir değişiklik meydana getirmek için yeterli değildir. İşte bu yüzden neredeyse her toplumda mahkûmların yüzde doksanı erkektir. Psikologların ortaya koyduğuna göre, dünya çapındaki katiller ve maktuller genellikle genç ve bekâr erkeklerdir. Bir başka faktör de erkeklerin rekabetçi davranış biçimlerine daha fazla ilgi duymasıdır. Kingsley Browne’un söylediği gibi, “Rekabet erkeklerin motivasyonunu önemli oranda artırırken, kadınlarda aynı etkiyi yapmaz. Bir akademik program ne kadar rekabetçi olursa kadınların performansı da o derece düşük olur, ancak bu durum erkekler için tam aksidir.” Ayrıca araştırmalar, erkeklerin kadınlara kıyasla daha zor görevlere talip olduklarını göstermiştir.

Camilla Benbow gibi biyologlar, genetik mirasımızın modern toplumda ne gibi sonuçlar ortaya çıkardığını incelemişlerdir. Benbow’un çalışması “kadınların matematik ve bilim alanlarındaki kabiliyetlerinin farkında olmalarına rağmen, erkeklerin bu alanları daha çok seçtiğini” göstermiştir.

Tabii ki buradan çıkan sonuç kadınların erkeklerden daha az zeki olmaları değildir -yeni biyoloji bunu kesin bir şekilde ortaya koymuştur- ancak kadınlar daha farklı alanlarda çalışmayı tercih etmektedirler.

Örneğin, Harvard Üniversitesi’nde fen fakültelerinde kadınlara kıyasla yedi kat erkek vardır, buna karşılık sanat bölümlerinde kadınlar sayıca ya üstündür ya da eşitlik vardır. Dil ve sanat tarihi gibi alanlarda kız öğrenciler her daim sayıca üstündür.

 Benbow’un çalışması “kadınların matematik ve bilim alanlarındaki kabiliyetlerinin farkında olmalarına rağmen, erkeklerin bu alanları daha çok seçtiğini” göstermiştir.

Yeni bilime göre kadınlar ve erkeklerin zekâ düzeyleri aynıdır ancak erkek ve kadın zekâsının doğası ve geliştiği bağlam oldukça farklı olabilir. Bu yüzden Capucine La Motte ismindeki bir araştırmacı üç yaşındaki çocukların kendi cinsinden çocuklarla oyun oynamayı tercih ettiğini belgeledi. Bu sayede çocuklar oyun oynarkenki amaçlarına çok daha kolay bir şekilde varabiliyorlardı.

Erkek çocuklarının oyunları daha rekabetçi ve sıklıkla daha agresifken, kız çocuklarının oyunları iş birliğine dayanır ve kavramsallaştırma ile söylemin sofistike formlarını içerir.

Çocuk psikoloğu olan Janet Lever erkek çocuklarının oyunlarının %65’inin kurallara dayanan oyunlar olduğunu göstermiştir. Kızların oynadığı oyunların sadece %35’lik bir kısmı kurallıdır. Görünüşe göre erkekler kızlara kıyasla çok daha “kural odaklı”dır.

Kalıtsal cinsiyet farkının bir başka yönü de risk almadır. İptidai insanlık, “sosyal” nedenlerle değil, biyolojik olarak hayatta kalma nedenleriyle cinsiyetler arasında farklı şekillerde risk almanın ortaya çıkmasını sağlamıştır. Genetik materyalini aktarması bakımından gerekli olan güç ve statü koşulunu elde etmesi için erkeğin risk alması zorunluydu. Günümüzde bu norm değişmiş gibi görünse de aslında değişmemiştir.

Rakamlar, riskli aktiviteler ve sporlar ile erkeklerin kadınlara kıyasla çok daha fazla ilgilendiğini göstermektedir. Kumar, motor yarışı ve bungee jumping gibi aktiviteler hâlâ ezici çoğunlukla erkek aktiviteleridir. Emniyet kemeri yasağını delenler istatistiki olarak genelde erkeklerdir. Kadınların tehlikeli sürücü olduklarına dair popüler genellemenin aksine ölümcül trafik kazalarının büyük çoğunluğu erkek hatasından kaynaklıdır çünkü erkekler genellikle arabayı agresif ve tehlikeli şekilde kullanırlar. Tehlikeli oyunlar oynayarak vefat eden erkek çocuklarının sayısı kız çocuklarınınkinin iki katıdır ve bu istatistik dünya çapında aynıdır.

Bu davranışlara sebep olan beyindeki mekanizmalar daha yeni yeni anlaşılabilmiştir. Bu mekanizmalara nörotransmiter ismi verilmektedir, bunların duyguları ve bedenin fiziki hareketlerini aktive eden yüzlerce çeşidi vardır. En önemlilerinden biri, bazı faaliyetleri durdurma konusunda bedeni uyaran serotonindir.

  • Serotonin, vücut yorulduğu zaman uyku isteği uyandırır, yeterince yediğimiz zaman vücuda yemeyi durdurmasını söyler vs. Bunu limbik sistem (burası nefsin hükümdarlığıdır ve saldırma, üzülme gibi dürtüleri üretir) ile bizim değerlendirme yeteneğimiz ve davranışlarımızı planladığımız kısmın yer aldığı düşünülen beynin ön kısmındaki frontal korteks arasında bağ kurarak yapar. Araştırmalar erkeklerin genel olarak kadınlardan daha düşük serotonin seviyesine sahip olduğunu ortaya koymuş ve örneğin başarılı Formula 1 sürücülerinin karakteristik özelliği olan daha fazla risk alma davranışı, feminist toplumların uygulamaya çalıştığı toplum mühendisliğine rağmen neredeyse tamamen erkeklerin seçtiği bir meslek olagelmiştir.

Araştırmalarını cinsiyet davranışları açısından nörotransmiterlerin etkisinde yoğunlaştıran uzmanlardan biri Marvin Zuckerman’dır. Zuckerman, duyular ile ilgili ve serotonin bağlantılı insani arayışları dörde ayırır.

  • İlki, erkeklerin düşük serotonin seviyeleriyle alakalı olan macera arayışı ve tehlike tutkusudur.
  • İkincisi, musiki, estetik ya da dinî anlamda tecrübe arayışıdır. Zuckerman bu arayış bakımından erkek ya da kadınların ilgisinde önemli bir değişiklik olmadığını kaydetmektedir.
  • Üçüncüsü, disinhibisyondur.
  • Erkeklerin nörotransmiterleri, cinsel dürtü karşısında kadınlara kıyasla daha hızlı ahlaki kontrol kaybına neden olmaktadır.
  • Dördüncüsü ise can sıkıntısıdır. Erkekler, rutine bağlamış ve tekrarlanan işleri yerine getirirken kadınlara göre çok daha çabuk sıkılırlar.

Bunların dinî açıdan sonuçları nelerdir? Bunları, erkeklerin ahlaki olarak daha düşkün olduğunun delili olarak öne süren feministler vardır. Ancak tüm bunlar tamamen fiziksel süreçlerdir ve İslam’da yarı metafizik bir mahiyete sahip olduğu kabul edilen fıtrata uygundur. Zuckerman’ın ortaya koyduğu ilk kategorinin illa ki erkeklerin aleyhine olduğu söylenemez.

Her şeyden önce cesaret bir Peygamber hasletidir. İkincisi, erkekler ve kadınlar manevi olarak ilerleme konusunda eşit derecede yetenek sahibidir. Aynı şekilde müzik, edebiyat, zanaat ve mimari gibi imanı kuvvetlendiren estetik başarılar erkekler kadar kadınların da başarılı olduğu alanlardır. Kur’an-ı Kerim’in kendisi iki cins tarafından hiçbir ayrım olmaksızın güzel ve doğru olarak algılanır. Öyleyse bu seviyede (ve sadece burada) cinsiyetlerin eşitliği konusu bir mana ifade eder.

Zuckerman’ın üçüncü kategorisi erkekleri dezavantajlı bir konuma yerleştiriyor gibi görünse de, hakikatte bu sadece seküler erkekler için geçerlidir. İnananlar için, Kur’an-ı Kerim’de takva olarak adlandırılan ve ikinci kategorideki inançtan neşet eden erdem, bu eksikliği aşma kudretine sahiptir. İslam’daki manevi uygulamalar, serotonin eksikliğini telafi ve limbik sistemde var olan en karanlık tutkuları terbiye etmeye yardımcı olur. Bu anlamda şeriatın uygulanması frontal korteksin zaferidir ve kadın metabolizmasında hâlihazırda var olan dengeye erkeğin de ulaşmasını sağlar.

Yeni fikirleri özümsemiş olan modern Müslüman ilahiyatçılara göre, meselenin çözümü için “eşitlik” talebinden ziyade eşit imkânlara sahip olma ve saygı görme daha faydalıdır.
Yeni fikirleri özümsemiş olan modern Müslüman ilahiyatçılara göre, meselenin çözümü için “eşitlik” talebinden ziyade eşit imkânlara sahip olma ve saygı görme daha faydalıdır.

Dördüncü kategori (yenilik arayışı ve mükerrer işlerden hoşlanmama) ev işlerinde kadınları erkeklerden daha ayrıcalıklı bir konuma taşır. Modern ofis işleri de sürekli tekrar eden ve sıkıcı işler olduğundan, kadınlar da iş yerlerinde daha fazla dayanıklılık gösterirler. Biyologlar, tekrar eden işlere dikkat etmeyi gerektiren işlerin yüzde ellisinde erkeklerin çalışması gerektiğini söyleseler de bu pek ihtimal dâhilinde değildir.

“Cam tavan” kavramı kadınların iş hayatında ayrımcılığa uğradığını anlatan bir kavramdır ve bunun kökenleri, kadınların erkeklere kıyasla çocuk yetiştirmeye ve bakımını yapmaya daha meyilli olmalarında aranabilir. Modern öncesi dönem boyunca kadınlar gençlerin, hastaların ve yaşlıların bakımlarıyla öncelikli olarak ilgilenen cins olmuştur.

Feminist yazar Carol Gilligan’ın gösterdiği üzere, “kadınlar kendilerini insan ilişkilerindeki başarılarına göre değil, yardıma ihtiyaç duyanlara sağladıkları bakımın mahiyeti açısından da yargılarlar.” Kızlar “daha kişi odaklı” iken, erkekler “nesne odaklı” olmaya daha meyillidir.

Şimdi konuya, Müslümanlar olarak hedeflediğimiz ve kuralları vahiyle belirlenmiş olan toplum anlayışımıza bu buluşların ne gibi etkileri olacağından bahsederek devam etmek istiyorum. İslam’ın “özcü” olduğu, yani kadın ve erkeğin doğuştan belli başlı hasletler taşıdığı fikrinden dolayı feministlerin eskiden çıkardığı polemikler artık dikkate alınmamaktadır.

Müslüman dünyasında yeni bilim ve yeni feminizm henüz bilinmemektedir ve Türkiye’den Bangladeş’e kadar tüm sekülerler cinsiyet farklılıklarını ve işyerlerindeki eşitsizlikleri toplum mühendisliği ile yok edebileceklerini düşünmektedir. Türk hükûmetinin 2001 yılında hazırladığı cinsiyet eşitliği kanununun arkasındaki zihniyet işte budur.

Batı’da yaşayan ve bilim ile çağdaş sosyal teorilerle daha içli dışlı olan bizler, böyle polemiklerin nasıl yok olduğunu kolaylıkla görmekteyiz. Greer gibi zeki düşünürler artık “eşitlik” talep etmiyorlar. Bu, onların eşitsizlik ya da adaletsizlik talep ettikleri anlamına gelmiyor. Aksine, onlar “eşitlik” kavramının cinsiyetler arasındaki kategorik farklılıkların algılanması konusunda fazlasıyla basit kaldığının farkındalar. Kadınlar ve erkekler ne eşitler ne de eşit-değiller.

Eskimiş bir kavram olan “eşitlik”i kullanmak, meşhur filozof Wittgenstein’in “kategori hatası” diye adlandırdığı hatayı işlemek anlamına gelmektedir.

Yeni fikirleri özümsemiş olan modern Müslüman ilahiyatçılara göre, meselenin çözümü için “eşitlik” talebinden ziyade eşit imkânlara sahip olma ve saygı görme daha faydalıdır. Burada İslamî söylem ile Greer, Gilligan ve pek çoklarının savunduğu yeni feminizm arasında bir mutabakat vardır.

Burada bize düşen şeriatın ve bilimin örtüştüğü alanlardan kısaca bahsetmektir. Bizler, insanın doğuştan kötü olduğu fikrini reddediyoruz; bize göre, fıtrat adını verdiğimiz doğamız özü itibariyle iyidir.

Hristiyanlık on sekizinci yüzyıla kadar vaftiz edilmemiş çocukların, annesinin karnında vefat etmiş bebeklerin, ilk günah ile kirlenmiş günahkâr doğalarından dolayı cehennemde sonsuza kadar acı çekeceklerine inanıyordu. Jansesistler ve bazı Evangelistler hâlâ bu rahatsız edici inanışı sürdürmektedir.

Hâlbuki Müslümanlar için ortada bir sorun yoktur. Bizler Müslüman olarak insanın “en iyi şekilde” yaratıldığına inanıyoruz.

  • Bizler fıtrat üzereyiz ve Allah, yaratanların en güzelidir.İşte bu yüzden, eskiden feministlerin söylemiş olduklarını bir kenara bırakıp, Allah’tan korkan bir toplumda kadın ile erkeğin farklı iş ve aktivitelerle meşgul olacağını söylüyoruz. Her şeyden önce bizim hedefimiz kimsenin tavuğuna kışt demek değil, insanların saadetidir. Kur’an-ı Kerim’in, sünnetin, siyerin ve Müslümanların sosyal tarihlerinin tekrar eden örüntülerine eşitlikçi bir şablon yerleştirmeye çalışmak bunları büyük ölçüde küçümsemek anlamına gelmektedir. Kur’an-ı Kerim “Veleyse’z-zekeru ke’l-ünsa” demektedir: Erkekler, kadınlar gibi değildirler. Eşitlikçilik indirgemeciliktir ve doğurganlığı/bereketliliği sadece üreme anlamında değil, çok daha fazla alanda görülen türümüzün ikili yapısını zayıflatmaktadır.
  • Bu yüzden, vahiy yoluyla bildirilen ve yeni bilim tarafından da teyit edilmiş olan şeriat yasalarımızın, kadınların haysiyetini ve kıymetini seküler anlayışın yapabileceğinden çok daha güvenilir bir şekilde muhafaza ettiğini vurguluyoruz. İnsanın kıymetini güç, statü kazanması ve cinsel açıdan verimlilik bağlamında ölçen materyalist dünya görüşü hiç kuşkusuz erkekleri yüceltecektir. Ana rahmine düştükleri andan beri androjen tarafından koşullanan erkekler, bu yüzden kendilerine çok güvenirler.

Bilimsel gerçekler popüler kültüre sızdığından ve eski tip feminizm artık geçerliliğini yitirdiğinden, erkekler tarihte hiç olmadığı kadar yüceltilecektir. Uzun dönemde materyalist toplumlar, eril özellikleri kayıracak ve önünde saygı ile eğilecektir. Daha kısa dönemde kadınlar, modernitenin etkisiyle erkeklerin önüne geçiyor gibi görünebilirler. Adam Smith’in kapitalist mantığı esrarengiz şekilde yok olmadığı takdirde, gelecek androjene aittir.

  • Müslümanlar olarak bizler ise bu türden bir kayırmacılığı reddediyoruz. Fıtratı göz önüne aldığımız zaman şeriatın bazı yönlerinin erkekleri fonksiyonel, materyal anlamda ön plana çıkarması kaçınılmazdır. Bizim dinimiz mutlak adalet dinidir. Ancak biz, insanın değerinin fonksiyon, güç, statü ya da tüketimle bağlantılı olarak belirlenmesine karşı çıktığımız için dinî bağlamın dışında asla gerçekleşemeyecek şekilde kadının değeri üzerine ısrarla duruyoruz. Çünkü bizler GQ gibi erkek dergilerinin sayfalarında tapınılan idoller için yaratılmadık. Erkeğin biyolojik avantajlarının olması, sekülerlerin argümanlarının varacağı nokta burası olsa da, bizler için asla erkeklerin üstün olduğu anlamına gelmemektedir. Bunu anlamanın anahtarı, Allah’ın 99 isminde gizlidir.

Cinsiyet meselesi dinin hemen her alanına yayılmış durumdadır ve bu konu üzerinde daha pek çok şey yazılabilir. Bu makalede benim göstermek istediğim şey, şeriata karşı olmanın bilime karşı olmak olduğudur. Günümüzde bilim de cinsiyetler arasında farklılıklar olduğunu onaylamaktadır.

  • Bu farklılıklar, Allahu Teala’nın baskılamamızı istemediği, aksine bunları hoş karşılayıp o doğrultuda hareket etmemizi istediği farklılıklardır. Müslüman bir toplumun yapısı modern ve seküler Batı’nınkinden oldukça farklıdır ve bu bizim için ancak bir gurur vesilesi olmalıdır. Ancak yine de, Batı’yı ve dünyanın başka bölgelerinde Batılılaşan sınıfları ele geçiren yıkıcı toplumsal problemlerin cinsiyet ve toplumsal rolleri yeniden tanımlamak üzere yeni bilimle uzlaşacağını tahmin edebiliriz.

Uzun vadede tüm bunlar, Hz. Peygamber’in toplum emsalinin yüce bir hikmet ve rahmet içerdiği konusunda tüm eleştirileri bertaraf edecektir.

(* Abdülhakim Murad’ın Boys will be Boys makalesinden derlenerek Dilârâ Yabul İşleyen tarafından çevrilmiştir.)