Türk müziğinin hafız bestekârları

Türk müziğinin hafız bestekârları
Türk müziğinin hafız bestekârları

“Türk müziği en doğru nereden nasıl öğrenilir?” sorusuna eskiler bir cemiyet, bir okul adı vermez hatta isim de vermez; “Musiki fem-i muhsinden öğrenilir” derler imiş. “Fem-i muhsin”den kasıt ise icrayı, telaffuzu en doğru şekilde yerine getiren, terbiye edilmiş ağızdır. Aynı zamanda bu, Kur’an-ı Kerim’i tecvid ve talimiyle, düzgün bir telaffuzla okuyabilen kişilere denir. Bu ortaklık aslında bizim müziğimizin özünü, belkemiğini oluşturuyor. Türk müziğinin klasik icra tavrına hafız tavrı diyoruz. Hafız tavrı dediğimiz tavır, hafızların Kur’an okurken yaptıkları gırtlak nağmeleri, süslemeler ve doğru telaffuzun tesiri altında şekil alan bir icra tavırdır. Dinlediğimiz o klasik Türk müziği eserleri, gazeller ehil hanendeler, hafızlar tarafından hafız tavrıyla icra ediliyor yani.

Türkçe Kur’an dilinden ayrı düşünebileceğimiz bir dil değildir bilakis Kur’an-ı Kerim’in dilinden beslenen bir dildir. Mesela İsmet Özel “Türkçe dediğimiz dil, Arap sarf ve nahvini bilen insanların günlük hayatlarını idame ettirmek için ortaya çıkardıkları dildir. Yani telaffuzuyla, aksanıyla doğmuş bir dildir” derken bu ilişkiye vurgu yapar. Bugünkü Türk müziği icrasının en mühim sorunlarından biri bu telaffuz sorunudur.

Hafız bestekâr, Şehzadebaşı Camiibaşimamının oğlu Şekerci Cemil Bey, babasının ölmeden önce oğlunu hafız görmek arzusuna çocuk yaşta hafızlığını tamamlayarak karşılık vermiştir. Şekerci Cemil Bey de daha sonra kendi oğlunu hafız olarak yetiştirmiştir.

Dili doğru kullanamamak, Kur’an dilinden, telaffuzundan uzak bırakılmış olmak, kendi kelimelerimize yabancılık... Bunlar bugün Türk müziği icrasında, bu sanatın üstadları tarafından büyük bir noksan olarak görülür.

İşte hafız tavrı dediğimiz bu tavır bütün nüanslarıyla, zaman içerisinde müziğin icra tavrını etkilemiş, bir eser icra edilirken ya da bir gazel okunurken bu tavırla icra edilir olmuş. Çünkü edebiyatının, sanatının en mühim ilham kaynağı Kur’an-ı Kerim olan bir medeniyetten bahsediyoruz.

Edebiyat yahut güzel sanatlar nasıl Kur’an-ı Kerim’in diliyle, sesiyle, anlattığı kıssalarla, ayetlerin ilhamıyla besleniyorsa müzik de elbette aynı yerden beslenecektir. Klasik Türk müziğinin icra tavrına bu derece tesir eden hafız tavrı bunun en güzel göstergesidir.

Müziğinin dinle irtibatlı olmadığı dinden beslenmediği hiçbir kadim medeniyet yoktur. Müzik uhrevi bir sanattır çünkü. Türk müziğinin büyük ustalarına baktığımız zaman da bunu görürüz. Hemen hepsi derviş, Mevlevi dedesi, ehl-i tarik, hoca, hafız sıfatlarıyla bilinen imanlı insanlardır.

  • Hafızlık ise ayrı bir yere sahiptir. Hemen hepsi çocuk yaşında hafız olan bu insanlar hıfzettikleri Kur’an-ı Kerim vesilesiyle eşsiz bir ahengin kapısından girerler. Çocuk yaşta onları içine alan bu kusursuz ahenk, bu zirve estetik yaşları ilerledikçe hayatlarına bir yön çizer âdeta.

Hafızlık onları latif nağmelerin, zarafetin, güzelin ardına düşürür. O ahenkten ayrılamazlar ve kulak kesilip seslerin dünyasında güzeli aramak kaderleri olur bir nevi. İşte belki de bu arayış sebebiyle hafızların yolu müzikle kesişir. Kaldı ki sufilere göre, insanın da, elest bezminde, ruhların işittiği “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” nidasının güzelliğine meftun olduğu için müzikle tanışıklığı vardır. İnsan o tarifsiz sadanın hasretiyle gelir dünyaya ve o sadanın izinde ahengin, nağmenin yani müziğin ardına düşer.

8 yaşında hafız olan Abdülkadir Meragi klasik Türk müziğinin ilk dönemlerinde yaşamış Kâr-ı Muhteşem’in bestekârıdır. 17. yüzyılda yaşayan ve Yahya Kemal’in, şiirinde “ışıklı dantelalar bestekârı” diye andığı Hafız Postise müziğimizin devlerinden biridir. İmam çocuğu olan Hafız Post genç yaşta hafızlığını tamamlamış ehl-i tarik bir bestekârımızdır.

Musikimizin büyük bestekârlarından biri olan Itrî, babası Medine’de imam-hatiplik yapan, kendisi de Medine de doğan Medenî Aziz Efendi, bir Mevlevi dedesi olan Zekâi Dede de hafız bestekârlarımız arasındadır.

Midilli’de doğan ve 7 yaşında hafız olan Tanburi Ali Efendi ise 7-8 kuşak hafızlıklarıyla meşhur bir sülaleye sahiptir. Tanburi Ali Efendi’nin yanık gönlü, yakıcı bir makam olan Suzidil ile muhteşem eserler besteletmiştir ona. Bize bıraktığı bu şaheserlerin yanı sıra Tanburi Cemil Bey,Rakım Elkutlu gibi müziğimizin iki büyük ismini de o yetiştirmiştir.

Bir diğer hafız bestekâr, Şehzadebaşı Camiibaşimamının oğlu Şekerci Cemil Bey, babasının ölmeden önce oğlunu hafız görmek arzusuna çocuk yaşta hafızlığını tamamlayarak karşılık vermiştir. Şekerci Cemil Bey de daha sonra kendi oğlunu hafız olarak yetiştirmiştir.

Şehzadebaşı Cami’nin karşısında bir şekerci dükkânı açan Cemil Bey’in mesleğini bugün de torunları devam ettiriyor. Mısır hidivinin davetiyle gittiği Mısır’da ömrünün sonuna kadar kalmış, Türk müziği için çalışmakla beraber, orada da, sultan himayesini hedeflemeden, gelirini, açtığı şekerci dükkânıyla kendi temin etmiştir. Kabri Kahire’de olan Şekerci Cemil Bey’in bestelediği eserler ve bugün torunlarının devam ettirdiği şekerci dükkânı hâlâ yaşıyor.

Bir 19. yüzyıl bestekârı olan Zekâizade Ahmed Irsoyda babası büyük bestekâr Zekâi Dede gibi hafız bir zat-ı muhteremdir. Bugün en çok onun sayesinde bu musiki birikiminden haberdarız.

Dârülelhan’da kurulan Tarihî Türk Mûsikisi Eserlerini Tasnif ve Tesbit Heyeti (soldan sağa: Zekâizade Hafız Ahmed Bey, Rauf Yektâ Bey, Ali Rifat Çağatay)
Dârülelhan’da kurulan Tarihî Türk Mûsikisi Eserlerini Tasnif ve Tesbit Heyeti (soldan sağa: Zekâizade Hafız Ahmed Bey, Rauf Yektâ Bey, Ali Rifat Çağatay)

19. yüzyılın yani o zor, yasaklı zamanların sanatçısı olan Zekâizade Ahmed Efendi durmadan çalışmış ve unutturulmaya çalışılan bu birikimi bugüne aktaran bir köprü olmuştur. Zekâizade Ahmed Efendi yalnız sanatkârlığı ile değil müziğe yaptığı hizmetler, yetiştirdiği öğrenciler, Darüşşafaka’da bilabedel yaptığı hocalıkla, yüce gönüllülüğüyle de minnetle andığımız bir isim.

  • Zekâizade Ahmed Efendi’nin hayatından bir anekdot onun çalışkan, ilkeli ve hassas karakterini gözler önüne serer. Darülelhan’da hocalık yaparken Dellalzade İsmail Efendi’nin bir eserini meşk eder öğrencilerine. O esnada icrayı işiten okul müdürü Yusuf Ziya Paşa eserdeki fa sesinin fa natürel yani acem perdesi değil fa diyez yani eviç perdesi olduğunu söyler. Talebelerin önünde meseleyi pek de uzatmak istemeyen Zekâizade Ahmed Efendi, “Hocam oradaki fa natüreldir” deyince Yusuf Paşa ısrarına devam eder. O gün Yusuf Paşa’yı ikna edemeyen Zekâizade Ahmed Efendi, o esnada okuldaki görevinden ayrılır. Bu nefsiyle alakalı bir durum değildir elbet. Bu, mirasa sahip çıkma hassasiyetidir. Sonradan, “Neden bu kadar büyüttün de görevinden ayrıldın?” diye kendisine sorulunca, “Ben o eseri babamdan meşk ettim, babam da eserin bestekârı Dellalzade İsmail Efendi’den. Babam tam oraya geldiğimizde bana derdi ki, o fa sesi diyez gibi görünse de aman fa diyez değildir, dikkat et, yanılma. Ben şimdi sesi fa diyez okursam her ikisinin de ruhu muazzeb olur” diyerek cevap verir. Hayran olunası bir hassasiyet!

Bu güzel insanlar sayfalara sığmaz fakat. Zikrettiğimiz bu isimlerden başkaSaadettin Kaynak, Ahmed Avni Konuk, Zeki Arif Ataergin, Kemal Batanay, Rakım Elkutlu, Bekir Sıtkı Sezgin, Amir Ateş, Kâni Karaca, Sadi Hoşsesde yine hafız bestekârlarımız arasında anmadan geçmememiz gereken isimlerdir.

Biz burada yalnız bestekârlar arasında hafız olanları andık. Ama şuna da işaret edelim ki bestekâr olmayan, hanendeliği ile şöhret-şiar olmuş birçok hafız da vardır müziğimizde.

Son olarak bu konuda kaynak bir çalışma olarak Diyanet TV’nin yayınladığı, Nuran Ürkmez’in hazırlayıp metin yazarlığını yaptığı belgesel serisinin varlığından da meraklılarını haberdar edelim...