Türkiye’de çok satan kitapların başarısının ardındaki okur-etkileşim dengesi ne?

Bir roman yazıyorsunuz ve çok okunuyor. Satış rekorları kırıyor ve ünü yazarı dahi geçiyor. Peki bu nasıl mümkün oluyor? Türkiye’de ve dünyada çok okunan kitapların şöhretini, roman sanatını, iyi bir roman yazabilmenin formülünü kitapları çok okunan ve satan yazar Kaan Murat Yanık’la konuştuk…
Kitaplarınız ses getiriyor ve iyi bir yayınevinin çok satan yazarısınız. Bunun karşılığı sizde nedir?
Büyük bir karşılığı olduğunu söyleyebilirim. İyi bir yayınevinde kitapları çok okunan bir yazar olmak, Türkiye şartları göz önüne alındığında, maddi manevi epey olumlu bir gösterge. İşin içine satış, pazarlama, çok satanlar meselesi girince yazarın sesine hâliyle bunlar da dâhil oluyor.
Önce şiir sonra öykü kitabıyla giriş yapmıştınız edebiyata, okurlar nezdinde yazarın bilinirliğinde romanların karşılığı daha mı çok?

Yazmaya başlamadan evvel roman okuruydum. Ama hayatımın bir dönemi özellikle İsmet Özel'in yüksek tazyiki altında geçti. Şiirleri ruhumun üzerinde epey tesir gösterdi ve o dönem poetik bilgimi artırmak maksadıyla şiire yöneldim. Bu benim için bir tali yoldu ama ana yolum her zaman romandı. Roman istikameti üzerinde yürümek istiyordum bu sebeple üniversitede de akademik olarak daha çok romanlar üzerinde durdum. Hep kurmaca, fiction, üzerine düşünüyor, okuyor ve yazmak istiyordum. Şu anda da roman üzerinde ilerliyorum. Romanın karşılığının hem Türkiye’de hem dünyada diğer türlere göre çok yüksek olduğu bilinen bir gerçek. Yayınevi ve yazar açısından, okur açısından roman yayınevine daha fazla prestij ve maddi kazanç vaat ediyor diyebiliriz.
Bir yazar bilinmesinin ödülünü/ karşılığını nasıl alıyor Türkiye’de? Kaan Murat Yanık kitaplarının çok satmasının karşılığı nedir?
Benim için hiç kolay bir süreç olmadı. Dışarıdan bakıldığında bir roman yazdı, roman çok sattı ve bir anda yayınevlerinin ilgilendiği, okurların alaka gösterdiği bir yazara dönüştü diye düşünülüyor. Ama Butimar’dan önce benim bir öykü ve bir şiir kitabım ve yazar olmaya, kitaplarımı yayınlatmaya çalıştığım bir dönemim var. Kimi yayınevi bana “Bu şiirin içinde bizim yayın politikamıza veya ideolojimize uygun olmayan birtakım kelimeler var, onları çıkarın yayınlayalım.” dedi. Kimisi “Dosyanızı yayınlamak isteriz ama uygun değiliz.” dedi; kimisi dönüş yapmadı, kimisi, “Gel matbaa masrafını bölüşelim.” dedi. Kitabını yayınlatmaya çalışan bir yazarın yaşadıkları bile başlı başına bir öykü konusudur Türkiye’de, onu rahatlıkla söyleyebilirim. Ama eserinizi yayınlattıktan sonra ve okur nezdinde karşılık bulduğunuzda bir anda tüm radarlar size dönebiliyor. Ve o radarların saçmış olduğu ses, ışık her neyse sizi bir kitap endüstrisinin ortasına düşürüyor. Doğru adımları atmazsanız endüstri sizi bir zaman sonra rengi dökülmüş, büyüsü kaçmış bir nesneye dönüştürebilir. Çünkü kitap endüstrisinin deterjan endüstrisinden pek de bir farkı yok. Eğer konuştuğumuz şey edebiyatsa o bambaşka, o çok kutsal bir alan ama kitap endüstrisi edebiyattan ziyade projelerle ilerleyen bir süreç. Türkiye de bunun tam merkezinde duruyor. Çok satanlarakişisel gelişim raflarına baktığımız zaman anlıyoruz ki geçmişte çok kötü şeyler, pazarlama ürünü kitaplar okuttular; şimdilerde okumalar biraz daha iyi durumda. Bunun dışında kitapların çok satması yazarı motive eden bir şey. Nitelikli edebiyat eserlerinin çok okunması dünyada yaşanabilecek en güzel olaylardan birisi. Kitap hem çok iyi hem çok okunuyor, daha ne olsun. Mesela Puslu Kıtalar Atlası, Kürk Mantolu Madonna, Peyami Safa’nın Yalnızız romanı çok okunuyorlar ve çok iyiler.

Orhan Pamuk’u siz de seviyorsunuz hem iyi bir romancı hem de çok satıyor. Pamuk’ta var olan nitelik ve popülerlik neden diğer iyi yazarlar için de geçerli değil?
Bunlar yazarın kişisel hayatı, yol serüveniyle de alakalı şeyler. Türkiye’de kimi yazarlar var müthiş metinler yazıyorlar fakat bu metinleri ya kendi imkânlarıyla yayınlatmaya çalışıyorlar ya da bir yayınevi yayınlıyor ama bir şekilde şans onlara yardımcı olmuyor. “İyi bir edebiyat eseri her ne surette olursa olsun günün birinde değerine ulaşır” söylemi, 2025 yılında ne kadar geçerli bunu bilmiyorum. Çünkü sosyal medyanın büyük baskısı altındayız ve sosyal medya sizi ne kadar göstermek istiyorsa o kadar öne çıkabiliyorsunuz. Konvansiyonel medya meselesi ayrı boyut ama ana akım medya yıllar içerisinde hangi sanatçıları, hangi müzisyenleri, hangi ressamları, hangi yazarları göstermek istediyse onları gösterdi ve kitapçılar da onları sattı. Değişen dünya daha demokratik görünüyor ama burada da işin içine başka kriterler giriyor. Sanatçının kozasına kapanık dışarıyla olan bağını yeterince sağlamadığı alanı, keşfedilmeyi bekleyen dünyasını tanımayan sosyal medya var karşımızda. Sanatçının PR çalışmalarına açık olması gerek ki sosyal medya üzerinden daha fazla tanınsın, daha fazla okunsun. Bu da bir yazar için çok uygun bir şey değil aslında. Yazar popstar değil neticede. Yazarın reklamını, kitabının reklamını yapmak biraz yayıneviyle ilgili bir şey. Ama yayınevleri de bunu yaparken çok dikkatli olmalı. Biraz önce kitap endüstrisi hakkında söylediğim şeylerin tehlikesi var ama elimizdeki iyi bir yazarsa o yazarın reklamı bence yapılmalı.
Bazı romanlar niçin satış rekorları kırıyor? Dan Brown’ın Da Vinci Şifresi’nin kazandığı inanılmaz şöhretin sırrı ne olabilir?

Bence yazarın istikrarı birincisi, ikincisi ise kurmacanın başarısı. Bu tip kitapların çok büyük bir kısmının gerçekten başarılı olduğunu düşünüyorum. Çünkü kötü bir metni siz ne kadar iteklerseniz itekleyin, ne kadar PR yaparsanız yapın okur o metninin fanusuyla empati kuramıyorsa, sanatçı ve okur uyumu bir arada değilse eserin sürdürülebilirlik şansı yok. Kitap kısa dönem içerisinde okunur veya izlenir sonrasında klasikleşmez, kültleşmez. Ama klasikleşmiş eserlerde bir başarı olduğu muhakkak. Joseph Campbell’ın Kahramanın Sonsuz Yolculuğu teorisi mi, Hollywood filmlerinin üstüne inşa edildiği teknikler veya başka detaylar mı dersiniz bilmem ama şurası bir gerçek ki buralardaki başarının anahtarı işin içinde gizem bulunmasında yatıyor. Metnin bir kökünün olması bunun yanında gizem unsuru bence kurmacayı başarılı hâle getiren püf noktalardan biri. Bu eserleri okudum biliyorum, ‘Amerika’da neden bu tür eserlerin daha fazla okunduğu, ilgi çektiği yönünde de biraz bilgi sahibiyim.
Dan Brown, J.K. Rowling, Stephen King, Stieg Larsson, Adam Fawer, Stephenie Meyer, Paulo Coelho, Jean-Christophe Grangé, Umberto Eco gibi yazarların tüm romanları tüm dünyada ve Türkiye’de çok satıyor. Çok satanlarımızı nasıl oluyor da Batıdan ithal ediyoruz?
Dikkat ederseniz saydığınız yazarların hepsi kök yazarlar. Kendi geleneğini reddetmeyen ama kendi geleneğinin simetrisinde olan geleneklere saygılı ve bunları yeri geldiğinde olgun şekilde kullanabilen yazarlar. Umberto Eco için de aynı şeyi söyleyebiliriz, Coelho için de. Basit bir örnek vereyim; Simyacı’nın kullandığı teknik bile Doğu’dan ithal aslında. Aynı zamanda Binbir Gece Masalları, Mantıku’t Tayr, Tûtî-Nâme gibi birtakım Doğumasallarının etkilerini çok yoğun bir şekilde Simyacı’da görüyoruz. Coelho, Doğu’dan etkilendiğini kabul ediyor. Ham maddeyi Doğu’dan alan Batı, bunu üretiyor tekrar Doğu’ya satıyor. Bugün de uluslararası ticarette pek çok parametrede gördüğümüz şeylerden bir tanesi. Borges de Doğu’dan çok beslenen yazarlardan birisi. Harry Potter’ın Yüzüklerin Efendisi’nin, Dan Brown’un az çok da olsa yine Doğu’dan etkilendiğini biliyoruz. Niye ithal ediyoruz? Çünkü romanı bulan Batı. Psikolojik üstünlük Batı’da olduğu için “made in Europe” meselesi herzaman “made in Middle East”ten daha makul kabul ediliyor. Romana Doğu’nun nasıl baktığıyla da ilgili bu. Biz kurmacayı daha çok mesnevîler üzerinden okuyarak öğrendik ve mesnevîlerde, Doğu’nun geleneksel anlatısında -klasik fictionında- daha hikemî, daha öğüt veren, daha insani ve insanı birtakım erdemlerin etrafında toplamaya çalışan yöntem ve üslup, tarz vardır. Tanzimat’tan önceki metinler de böyledir. Büyük çoğunluğunun odak noktası Allah aşkıdır. Ama Batı Boccaccio’nun Decameron’undan itibaren bir şekilde kendi karanlıklarıyla bu metinler üzerinden yüzleşmeye, hesaplaşmaya girişti. Decameron’un papazlara yaptığı eleştiriler onların indinde korkunçtu ama cesaret gösterip bunu yapabilmişti yazar. Sonrasında Don Kişot ve onun peşinden gelen diğer metinler, meşhur Nişanlılar romanı, bu romanların her biri belli bir dilemmaya neşter vurarak ilerliyordu. Toplum edebiyat eserini okurken hem yazarın çıplaklığını hem toplumun çıplaklığını görüp müşahede etme imkânı buluyordu. Bu da merak duygusunu kamçılıyordu ve okura aynaya bakarcasına kendisini izleme fırsatı veriyordu. Rus romanı için, Dostoyevski ve Tolstoy için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Romanlardaki itiraf meselesi önemli. Batı kiliseye gidip papaza günah çıkarma ritüelinden ötürü böyle bir kültüre sahip. Doğu kendisinin eleştirmeye pek sevmiyor diyemem ama kendini eleştirmek hoşuna gitmiyor. Yani kendimizi olduğumuzdan farklı gösterme telaşımız bence gerçekçi Batı romanlarını okurken bizi bir ölçüde rahatsız ediyor. Batı bu çelişkiye bağışık, toplumsal manada kendini çıplak görmekten rahatsızlık duymuyor. Bunların hepsi anlatı geleneğini daha rafine hâle getiriyor. Kendisine veya başka meselelere sansür ya da oto sansür uygulamayan, olabildiğince kanatları açık kendini içerden ameliyat edebilen cesur metinler ortaya çıkıyor. Akla +18 sahnelerin olduğu metinler gelmesin, tamamen ruh çıplaklığından söz ediyorum. Bu Doğu’da iyi yazarlar çıkmıyor demek değil elbette iyi çok yazar var. Bu kültür orada böyle gelip böyle giderken yeri geldiğinde Batı kültürü Doğu yazarlarını alıp kendi içindeki sisteme dâhil etmiştir. Diyor ki; bakın siz de kendi coğrafyamızın mamulü olarak çok güzel şeyler yapıyorsunuz gelin siz de bizim sistemimiz içerisinde ürün verin. Avrupa’ya yerleşebilirsiniz Avrupalı yayınevlerinden kitaplarınızı farklı dillere çevirerek dünyaya tanıtabiliriz. İthal meselesi üç aşağı beş yukarı böyle tam olarak bundan kurtulamadık biz.

Neden bazı yazarların her yazdığı ilgi görüyor? Bir bestseller yazmanın gizli formülü var mı?
Türkiye’de bestseller yazmanın formülü aslında kolay. Toplumu belli bir zekâ seviyesinin altında görmek, kamyon arkası sözlere benzer aforizmalar üretmek ve malzemeyi zekâ seviyesini belli bir çıtanın altında gördüğünüz topluma beğendirecek bir forma sokmak. Toplumun hassasiyetleriyle güzelce oynamak, toplumdaki malzemeyi iyi sondajlamak yani hitap ettiği okur muhafazakârsa daha muhafazakâr bir jargon kullanmak ya da tersi. Sosyal medyaya para yatırarak özellikle bahsettiğim şeylerin daha fazla insana ulaşmasını sağlarsanız olacak bir iş. Kolay okunan bir roman, içinde yürek yakıcı sözlerle; “Sen gittin ve bittim”, “Suskunluğum asaletimdendir” tarzı aforizmalarla çok satanlar arasına bu şekilde giriyor. Bir bestseller tarzı daha var onun okuru belli bir seviyenin üstünde. Nitelikli metinler değil ama az önce bahsettiğimiz metinlerin biraz üzerinde bunlar. Burada da toplumun ihtiyaçları iyi sondajlanmıştır. Biraz kişisel gelişim olan, aşk içeren, ayrılık acısını atlatamamış bir yetişkine rehberlik yapabilecek metinlerdir. sikoloji biraz daha merkezdedir. Bu metinlerden bir üst seviyedeyse toplumsal yaralar işin içine girer. Avrupa’daki metinlere benzer şekilde işte dilemmalarımız, çıkmazlarımız, itiraflarımız öne çıkarılır. Ama bence çok satan iyi bir romanın püf noktası daima gizemdir. Kastettiğim şey polisiye veya psikolojik gerilim romanı vs. değil. Okur merak etmelidir. Kar yağıyordur, adamın birisi trene koşarak inerken tam kapıdan içeri girdiği esnada dönüp son defa saatin altındaki boşluğa bakmıştır veya gözleri dolmuştur, yakasını kaldırarak ürkmüş bir şekilde tren içine girip oturmuştur. Burada okur sebebi merak eder. Bundan sonra birkaç şeyin bir araya gelmesi, bir kombinasyon gerekiyor. İyi yayınevi, iyi yazar ve iyi metin bu üçlü kombinasyon bile yeterli olmayabiliyor çok satmak için. Bazen gerçekten sadece şanstır. Romanlarda çok iyiler olsa da bazen sadece iyiler görülebilir. Dünyada başka meselelerdeki yükselişlerde de böyle değil midir?

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.