Türkiye’ye uzanan yeni göç dalgası: Kimler geliyor ve ne arıyorlar?

Eskiden göç etmek, doğum ve ölüm kadar büyük bir olaydı. İnsanlar, gerçekten zorunlu olmadıkça bulundukları yerlerden ayrılmazdı. Bugün ise göç, boğucu bir ortamdan kaçışın bir yolu olarak görülüyor.

1. Bundan birkaç vakit önce, Türkiye’den ayrılıp yurt dışına giden farklı sektörlerden insanla bir dizi söyleşi yapılmıştı. Çoğu orta-üst sınıftan olan bu kişilerin temel dertleri ülkenin “artık yaşanmaz bir yer olduğu” na odaklanmalarıydı. “Türkiye”, diyorlardı, ülkelerinden bunalmış bu arkadaşlar, “gerek siyasal gerek ekonomik (Düşünün, o zamanlar ekonomi bu kadar kötü de değildi üstelik…) gerekse kültürel olarak boğucu bir yere dönüştü: Gidelim buralardan: Dayanamıyoruz!” Hepimizin bildiği, insan haklarından demokrasiye kadar uzanan bu geniş şikâyet manzumesi, herkesin el birliği yaparak bize sunduğu muazzam bir tabloya benziyordu. Memleketin eksik, olmamış, yanlış ya da kötü hasletleri herkesin dilinden bir bir dökülüyordu. Aklımda kalan jenerik hikâyelerden birisinde, Bilgi Üniversitesi’nde, Žižek üzerine doktora yapan ve Amerika’ya giden bir arkadaşımız, okuduğu siyaset biliminin hakkını sonuna kadar verircesine şu harika değerlendirmede bulunuyordu: “Ben artık Türkiye toplumuna inanmayı, Türkiye toplumu üzerine düşünmeyi, analiz etmeyi bıraktım. Demek ki Aysun Kayacı haklı dedim; çok yüklenmişiz kadıncağıza. Gerçekten benim oyumla çobanın oyu bir olur mu hiç? Doğru söylüyormuş kadın.”

2. Göç etmek, bir yerden ayrılıp başka bir mekâna gitmek, bir yeri terk etmek, bilinmeyene doğru yola çıkmak, eskiden büyük bir olaydı. İnsanlar, yıllarca hiç ayrılmadılar bulundukları yerlerden meğer ki gerçekten büyük bir zorunluluk olmasın, büyük bir felaket gelmesin başlarına. Göç, doğum ya da ölüm gibi niteliksel sıçramalardan birisiydi aslında. Bir yerde mukim olmak, hız ile politikanın her yeri kuşatmadığı, herkesin hayatına bu kadar doğrudan müdahil olmadığı modern zamanlardakinin tersine kıymetli bir şeydi. Sadece kıymetli değil bir anlamda korkulan, başa geldiğinde bir felaketle birlikte anılan meşum bir olguydu: Bir zorunluluk kipinin içinde alımlanan ama sahici ve zorlayıcı bir zorunluluk. Her ne kadar atalarımızın hep “konar göçer” olduğu sık sık söylense de buradaki temel gönderme, “göç etmek”in ne kadar büyük bir anlama sahip olduğunu ifade etmek içindi. Göçüp gitmenin bu dünyaya taalluk eden kısmında da her şey fazlasıyla ciddiye alınıyordu kısacası. Bu sadece, sahip olunanlara duyulan bağlılıktan, onlarsız yapamamaktan çok, bu dünyaya dair temel beklentilerin coğrafi olarak sınırlılığından kaynaklanıyordu biraz da. Her büyük sefere çıkış, arkasında bırakılanlardan önündeki umutlara kadar büyük bir hikâyenin yekununa işaret ediyordu. Dolayısıyla göç, kapsadığı büyük değişim alanıyla birlikte, sabitliğin daha geçer akçe olduğu o vakitlerde, büyük bir olaydı.

Durumun ne kadar önemli bir mesele olduğunu anlamak için Karacaoğlan’a kulak vermek de fayda var: “Oğlan sen kendini ileri atma Gizli sırlarını yadlara satma Bilip bilmediğin her yere gitme Yabancı deremez güllerimizi” 3. Filmi bir kez daha hızlıca ileri saralım: Herkesin evinde ve mutlu olduğu bu “doğal durum”, teknolojinin kolaylaştırıcı ve elbette zorlayıcı tazyikle birlikte dağılmaya başladı. Seyyaliyetin (neredeyse) tek geçer akçe olmaya doğru ilerlediği bu yeni zamanlarda göç göç olmuş katarlar, karşı yaylalardan düz ovaya inmişlerdi bile. Göç etmek, giderek, büyük ve kayda değer bir olgudan ziyade, zamanı gelince yapılması gereken ama daha önemlisi yapılabilir bir durum olarak görülüyordu artık. Mekânsal zihinlerdeki mesafe duygusunu çoktan geçip, yoluna bakmıştı bile. Hannah Arendt, teleskopun icadının ifade ettiği zihinsel dönüşüme ilgili şunları söyler:
“Daha önce kimsenin değil ama ilk olarak Galile’nin yaptığı şey, teleskopu, evrenin sırlarını ‘duyu-algısı kesinliğiyle’ insani bilişe açacak, yani ebediyen insanın menzili dışında kalacakmış gibi görünen bir şeyi, yeryüzü doğumlu bir canlının kavrayışına ve bedeniyle sınırlı duyularına sunacak; en iyi hâlde spekülasyon ile tahayyülün belirsizliklerini çözecek şekilde kullanmak oldu (…) Fizikî dünya görüşünü fiilen değiştiren akıl değil, insan yapısı bir alet olan teleskop oldu; yeni bilgiye giden yolu açan, tefekkür, gözlem ve spekülasyon değil, homo faber’in, ‘yapma’nın ve imalatın işe karışması oldu.”

Arendt’in yorumuna atıfla söyleyecek olursak, buradaki asıl mesele, yolla, bir mekâna ve orada yaşananlara ilişkin kavrayıştaki değişmeydi. Teleskobun ötelerde, bilinmez ve gizemli olanı ulaşılabilir kılmasına benzer bir şekilde, artık gelişen ve dönüşen durumla birlikte uzakların ulaşılamaz olma özelliği ortadan kalkmış ve göç etmek nitelikli bir fiil olmaktan çıkmış, sınırları belli ve daha önemlisi kontrol edilebilir bir edime dönüşmüştü. Daha doğru bir ifadeyle göç, diğer pek çok olgunun kaderini yaşıyor, insani eylemler yelpazesinde (nispeten) kolaylaştırılmış bir pozisyona iniyor ve taşıdığı olumsuz yükler, hayati anlamlar ve “büyüsel” hâlden arındırılıyordu. Evet, hâlâ belirli bir tazyik ve zorluk içinde göçen, buna mecbur kalanlar vardı ama bundan daha önemli olan, göç etmek “olumsuz” ve “zor”lukla birlikte anılan durumundan uzaklaşmaya başlamıştı.
4. Gelelim bizim memleketin yeni zamanlardaki göç hâllerine: Göç üzerine, kadim zamanlardan beri yığınla şiir söylenip türkü yakılan bu topraklar, imparatorluğun daralan sınırları içinde yer değiştirme ve göçlerin en yoğunlarından birisine sahne oldu. Modern Türkiye tarihi ise önce Türk-Rum mübadelesiyle başlayan ve komşu ülkelerdeki sancımalardan taşan insan akımına sık sık şahitlik etti. Ulus-devletleşme sürecinin negatif kutbunu temsil eden bu topraklar, modern tebaaları olan vatandaşlarını “kurtuluş” ve “yeni devlet” kurma hikâyelerine inandırmak istemelerine rağmen, aslında başına daha sonra fazlasıyla dolanacak olan homojenleş(tir)me süreçlerine bodoslama dalmış oluyordu. Başka bir ifadeyle “ülkemiz”, yeni devlet kurulumunda siyasi, kültürel ve tarihsel bir mesele olarak nüfus politikasına işaret eden “farklılık” ve “farklar” siyasetine dair kendi göbeğini kendisi kesmiyor, başını bir kez daha kuma gömüyordu. Bu, bir bakıma, daha sonraki her göç dalgasında ülkenin ve içindeki ahalinin ayağa kalkmasına neden olan temel bir karar anıydı. İmparatorluktan ulus-devlete dönen yapıların bir şekilde geliştirmeyi becerebildiği ya da beceremediğini de “siyaset” le aştığı noktada, imparatorluğun yeni bakiyesi devletimiz, ilk defa millet olmanın tadına varıyor ve taşıdığı siyasi, kültürel ve entelektüel bakiyeyi hiçe sayarak üç maymunu oynuyordu.
Alabildiğine kozmopolit bir coğrafya temayülünden son derece dar ve vulgar bir nüfus politikasına geçiliyordu. Göç etmenin, ulus-devletleşme sürecinde aldığı kavis, hızın dayattığı göçün yapılabilirlik vurgusunu, ceberrut bir müdahaleyle “yapılmalı”dıra çeviriyor, göçün acı yüklü tonu vatanı baştan başa kat ediyordu.
Kısacası, artık hem genel olarak göçle ilgili durum değişmiş ve seyyaliyet bir insan edimi olarak mukim olmanın önüne geçmiş hem de göç, çoktan, teknik bir meseleye dönüşmüştür. Burada teknik, devletin her yeri hızlıca kuşattığı tahükkümle birlikte düşünüldüğünde, nüfusa ilişkin her türlü belirleyici faaliyeti anlatıyordu. Memleketin öteden beri yegâne özelliği olarak bilinen “konar-göçer” olmak, büyük anlatılardan sıyırılarak daralan zamanların içindeki yeni anlam havuzunun içinde seyrü sefer ediyordu.
5. Bütün bu arka plan ve manzaraya şimdilerde yeni bir unsur ekleniyor:
- Bir kısım Müslüman, şimdi, baştaki alıntının ve ülkedeki beyaz yakalıların aksine, farklı ülkelerden Türkiye’ye gelmeye ve burada yaşamaya başlıyorlar. Yazının başında atıfta bulunduğumuz “demokrasi eksiğiyle malul” kabul edilen memleket ortalamasının hilafına söz konusu community postmodern bir seyr ü seferle memleket sınırları içinde yaşamaya başlıyor.
Bu grubun temel özelliğiyse Türkiye’ye gelirken ki temel niyet ve beklentileri. Onlar için Türkiye, memleketi çoktan boşa çıkartan arkadaşlarımızın tersine, hem göç edilebilir ve yaşanabilir ama daha önemlisi farklı açılardan kendileri için daha nefes alınabilir bir yeri ifade ediyor. Bu son durum ise bizi, elbette göç eden kitlelerin beklentileri ile farklılıklara getirip bırakıyor. Başka bir deyişle, gidenler için demokrasi ve yaşam özürlü bir durumu ifade eden bu topraklar, gelenler için kendi Müslümanlıklarını daha iyi yaşayabilecekleri ve ifade edecekleri bir manzaraya gönderme yapıyor. Bu, bir anlamda bize, göç edenlerin “demokrasi” ya da “insan hakları” başlığı altında saydıkları olumsuz tavırların (“Benim oyum nasıl bi’ çobanınkiyle bir olabilir?”) temelde Müslümanlar ve onların yayılım alanlarının genişlemesiyle ilgili olduğunu, bir yandan da memleketin, “dışarıdaki” Müslümanlar tarafından nasıl göründüğünü anlatıyor. Daha doğru bir ifadeyle, ülkeyi terk edenlerin memleketin yukarıda söylediğim daralan kapasitesine işaret ettiği noktada, Türkiye’yi “yaşanabilir” bulanlar, bir yandan kendi inançlarını yaşayabilecekleri ama daha önemlisi ulus-devlet politikalarının hilafına işleyen bir terse dönüş hikayesinin taşıyıcıları olarak sahne alıyorlar.

6. “Ülkemizi” yaşanabilir bir yer olarak işaretleyip buraya göçen Müslümanlar, tıpkı buradan gitmeye meyyal kardeşlerimizi gibi, çoğunlukla orta-üst sınıfa aitler. Çevre ülkelerden, çoğu savaş nedeniyle gelen, çoğumuzun akape iktidarı saflarında saydığı ve bir “oy deposu” olarak görmeye meyyal olduğu göçmenlerin zorunlu hâllerinin hilafına burada, zorunsuz bir gelişten söz etmek mümkün. Başka bir deyişle, burada bir zorunluluk varsa da bu, savaş gibi bir durumdan ziyade nispeten daha az “yakıcı” nedenlerden kaynaklanıyor. Gelenlerin entelektüel seviyesini, kültürel sermayelerini ve burada ifa ettikleri rollerini dikkate aldığımızda, karşımızda memlekete gelen en kalifiye ve nitelikli insan göçünün gerçekleştiğini söylemek yanlış olmasa gerek.
- Dolayısıyla, karşımızdaki bu “nitelikli Müslümanlar”ın Türkiye göçleri, modern Türkiye tarihindeki en müspet yer değiştirme olarak işaretlenebilir ilk elden. Modern Türkiye tarihinde, farklı coğrafyalardan, “imparatorluk” bakiyesinin bir devamı olma söylemini de uygun olarak gelenlerin, çoğunun savaş ya da benzeri durumlarını dikkate aldığımızda, Türkiye, pozitif bir yer olarak kabul edilmektedir belki de ilk defa. “nitelikli Müslümanlar” ın Türkiye seferi hem Türkiye’nin dışarıdan nasıl görüldüğünü hem de gelen insanlar üzerinden memleketi başka bir hikâye içinde anlatmanın imkânını sunuyor bizlere aslında.
7. Söz konusu grubun burada ifa ettiği rol, bu ülkeden giden ya da gidemeden kalan yaygın kamu için ise elbette bir kez daha akape siyaseti ve ima ettiği cemaatsel durumlara bir gönderim yapmaktadır. Sayıları, nispeten az olsa da bu kitlenin varlığı, aslında fazlasıyla ihmal edilebilir bir nitelik arz etmektedir. Başta Suriyeli göçmenler olmak üzere, her defasında memleketi basan, işgal eden “sürü”- ler (ya da “hayvanlar”) olarak lanse edilen çoğu savaş mağduru kitleye karşı beslenen hıncın herkesi aynı kefeye koyduğunu, daha doğru bir ifadeyle, çoğumuzun zaten böyle bir ayrım içinde olduğunu söylememek elbette safdillik olur. Genel olarak, ulus-devlet fikriyatının ülkenin sahibi olarak ilan ettiği temel kitleye dair hikâyenin, neredeyse bütün dünyada benzeri bir şekilde işlediğini hatırımızda tutarak, Türkiye içinde dolaşıma sokulan vulgar- milliyetçiliğin burada bir kez daha devrede olduğunu görmek şaşırtıcı değil. Lafı eveleyip gevelemeden ifade etmek gerekiyor ki milliyetçilik, hem tüm zamanların hem özelde içinde bulunulan tarihsel kesitin ama daha önemlisi bu memleketin en büyük yüklerinden bir tanesidir. Burada milliyetçilik, sadece “Türklük”le ilgili ve fazlasıyla bayağı bir topluluk savunudan ziyade, neredeyse bütün toplumsal kesimleri dikey olarak kesen pop bir tavra gönderme yapmaktadır. Okumanın cahilliği almadığını bilen herkesin fark edeceği gibi buradaki temel mesele “memleket”i hangi anlatı içinden gördüğümüzle ilgilidir. Soldan sağa siyasi yelpazenin (sözde) farklı bütün versiyonlarına kadar neredeyse herkesin üzerinde ittifak ettiği Müslüman düşmanlığı, buradaki temel meselenin adıdır. Bu açıdan, bahsi geçen ve nitelikli sıfatıyla işaretlenen “Müslümanlar” a dair göç hikayesi, memleketin ulus-devlet içine sıkıştırılmaya çalışılan yazımının hilafına işleyen ender panzehirlerden birisini anlatmaktadır.
8. Yazının başında aktardığım memleketten göç eden tabakaya dair durumun üzerinden çok sular aktı. İktidarın değişebileceğine dair inancın pekişmesiyle belki de memlekete dönük terse dönüş bile çoktan başlamıştır. Lakin buradaki temel durum kendi geçerliliğini korumaya devam ediyor: Memleketi, hangi hikâye ve gerçeklik içinden tahayyül ediyoruz? Bu soru zaviyesinden meseleye baktığımızda, memleketten gitmek isteyenlerin egemen dünya siyasetinin cari söylem pratiklerini savundukları oranda onları ülkemize gelen, her türlü “Müslüman”ı neden makbul olmayan olarak gördüğünü anlamak çok da güç olmasa gerek. Doğrusu ülkeye gelenleri “nitelikli” ya da nitelikli olmayan diye ayırmak kendi içinde problemli bir ayrım bile olabilir. Zira başta, Suriyeli göçmenler olmak üzere, patlamaya hazır bir bombaya dönüştürülen mezkûr durumda, onları niteliksiz olarak işaretlemek pek içime sinmiyor.
- Kastımızın bir zorunluluktan dolayı buraya göçenleri anlatmak olduğuna sığınarak söyleyecek olursak, “nitelikli Müslümanlar” ve onların seyyaliyeti, ülkeyi hangi somut koordinatlar içinde gördüğümüz sorusuna dair verilecek bir cevap için bize önemli ipuçları veriyor. Onları asıl nitelikli bir durumun parçası yapan da belki tam da budur.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.