Ridley Scott’ın çöl kasrı ve keşif mitlerini anlatıbilimden okumak hâlâ mümkün mü?

Şeyh Musa, gerçek adıyla Alois Musil, 8 Haziran sabahı gün doğumunda bir bedevi kervanıyla yola çıktı. Çölde geçen dört buçuk saatin ardından kervandakiler dinlenmeye çekildiği sırada Musil, genç bir bedeviyle birlikte sığ bir su yolunu izlemeye koyuldu. Amman’ın yaklaşık 85 kilometre doğusunda Ezrak vahasına ulaştıklarında karşılarında ilginç bir yapı duruyordu. Vaha ortasında birkaç parçadan oluşan ve hamam olduğu düşünülen bu yapı içinde bir çeşit bilinmezliği taşıyordu. Bazalt kapıdan içeri girdiklerinde âdeta birbirleriyle rezonans hâlinde farklı sahnelerin canlandırıldığı fresklerle karşılaştılar. Büyük bir heyecanla çantasından fotoğraf makinasını çıkaran Musil, genç bedevinin sesiyle bir anda irkildi. Kendilerine doğru yaklaşan bir topluluğu gören ikili panik hâlinde bölgeden ayrıldı. Bu esrarengiz gün Musil’in hayallerini süsleyecek bir keşfin kapılarını aralarken gizemli yapıyı ise dünya sahnesine davet ediyordu. Halk arasında cinlerin meskeni ve belki de Süleyman’ın cinlere yaptırdığı bir hamam olduğu düşünülen bu tonozlu mekân, şairlerin, işçilerin, rakkaselerin ve daha nice figürün yer aldığı fresklerle kurulu bir dünyaydı. Burası Musil’in masal şatosu, Kusayr Amra’nın ta kendisiydi.


2024’ün Ağustos ayında aradan geçen on yılın ardından yeniden Ürdün’deydim. Geçen zaman hatıralarımla eşleşmeyecek ölçüde her şeyi değiştirmiş ve mimari başta olmak üzere bulunduğum şehre bir sis perdesi çekmişti. Yeni bir seyahatin her şeye baskın geldiği o taze evrede aklımdaki tek şey bolca yazmaktı. Ama bir yer, bir mekân mutlaka bu yolculuğun merkezi olmalıydı. Burası ölmeden önce görülecekler listesinde yer almayan, çölde yıldızlar altında diye başlamayan bir yer olmalıydı. İnsana karşı soğuk, daha az uğrak bir yer. Önümdeki altmış günlük zaman diliminde iç dünyamla paralel malzemeler elbette karşıma çıkacaktı. Daha birkaç hafta evvel İran’dan yeni dönmüş ve zihnim şahsi meselelerime bulanmamışken nispeten daha berrak bir görme yeteneğiyle başucumdaki lensi açık tutacaktım. Geçen iki haftanın ardından bir sabah farklı bölgeleri ziyaret etmek üzere Amman’ın doğusuna doğru yola çıktık. Varacağımız duraklardan biri Emevî dönemine ait yapılardan biri olarak kabul edilen çöl kasrı, Kusayr Amra idi. Hakkında çok fazla bir şeye rastlayamasam da notlarıma burayı bir av köşkü olarak düştüm. Sonrasında Garth Fowden’in, Qusayr ‘Amra’sı bana dönüşümde rehberlik edecekti. Ezrak vahası yakınlarında izole bir bölgeye ulaştığımızda sarı-turuncu renkleriyle parıldayan bu tonozlu yapı uzaktan bile dikkatimi çekecek bir görsele sahipti. Genel itibarıyla iki ana bölüme sahip olan Kusayr Amra kabul salonu ve hamamdan oluşuyordu. Bazalt kapıdan içeri girdiğimde, Musil’in heyecanıyla örtüşecek bir biçimde, âdeta film şeridine dahil olmuş gibiydim. Özetle anlatılanların çok ötesinde bir hikâyesi mutlaka olmalıydı. Av hazırlıkları, kurban sahneleri, mitolojik öğeler, zanaatkâr tasvirleri, dans eden kadınlar, hayvan figürleri, altı kral paneli, tam tepenizde Zodyak takımyıldızlarıyla çizili bir kubbe ve daha nicesi… Tim Macintosh-Smith, Araplar- Kavimler, Kabileler ve Devletlerin Üç Bin Yıllık Tarihi adlı kitabında; Kusayr Amra’nın fresklerinin tarih, şiir, felsefe ve zafer gibi alegorik figürlerin yanı sıra siyasi figürleri de sergilediğinden bahseder. Nitekim altı kral panelinde, Bizans ve Habeşistan İmparatorları, İran Şahı, Vizigot Kralı Roderick ve kimliği tam olarak belirlenmeyen ancak Türk ve Çin hükümdarları olduğu düşünülen figürler yer almaktadır. Smith ayrıca av ve ziyafet dışında buranın bir tür camera obscura (karanlık oda) olduğunu ve Arap İmparatorluğu’nun genişleme sürecini yansıtan bir panorama sunduğunu da eklemektedir.1 Ya da Wickhoff’un deyimiyle “belgesel sanat’’ çoklu bir dünyanın resmedilişi.
Erken dönem İslami yapılar arasında büyük bir önem atfedilen Kusayr Amra, bana kalırsa şöhretini gizlemekten oldukça memnun. En ufak detayların bile fresklerle kaplı olduğu bu renkli dünya gözün alabildiği her yeri dolduruyor. Kabul salonunun ortasında, merkezde durup 360 derece döndüğünüzde fresklerin canlandığını ve kendilerine ait bir zaman-mekân içerisinde bir çeşit senaryoya dâhil olduğunu hissediyorsunuz. Diyaloglar ise sizlerin hayal gücüne kalmış.


Musil’in hikâyesine dönecek olursak orada birtakım entrikalar, aksilikler ve bilinmezlik bekliyor. Kendilerine doğru yaklaşan topluluktan uzaklaşan Musil, derin bir nefes alarak gelenlerin birlikte yola çıktığı Şeyh Talâl ve adamları olduğunu fark etti. Kervanın yanına geldiklerinde Şeyh Talâl, adamlarını iki farklı bölgeye yönlendiriyordu. Musil ise kendisiyle birlikte kaldı. Ezrak yakınlarında bir hurma bahçesine geldiklerinde Şeyh Talâl Musil’e Mübarek adlı bir şahsın mezarını işaret etti. Yedi yıl boyunca hurma bahçesinde bir ceylan ile yaşayıp onun sütüyle beslenen biriydi bu şahıs. Bu nedenle kimse burada bir ceylanı öldürmeye cüret edemezdi nitekim buna kalkışan bir kişi kendi kurşunuyla öldürülmüştü. Bir yanda ceylan hikâyesi diğer yanda çok kısa bir süre görme fırsatı bulduğu Kusayr Amra, Musil’i bambaşka bir dünyaya götürmüştü. Bir süre sonra Şeyh Talâl ve adamları hurma bahçesinde pusuya yatarak bir kabile kervanına saldırdı. Çatışmanın ardından ganimetler, yaralılar ve ölenlerle birlikte konakladıkları bölgeye doğru yeniden yola çıktılar. Musil bu çöl kasrını asla unutmasa da başka bir zamana erteleyecekti.

Çek bir şarkiyatçı olan Musil, Katolik papazı ve aynı zamanda akademisyendi. Arapçanın otuz beş lehçesine hâkim olduğu söylenen Musil, bedevi Arap kabileleri üzerine derinlikli çalışmalar yapıyor ve bölgede Şeyh Musa olarak biliniyordu. Nitekim sık sık at sırtında keşfe çıkan Musil’in Şeyh Talâl ile yollarının kesişmesi bir tesadüfün neticesi değildi. Kusayr Amra’yı keşfinin ardından Viyana Akademisine dönen Musil, baş döndüren fresklere dair bir bildiri hazırladı. Musil’in çektiği fotoğraflar kaçtığı sırada kaybolmuştu bu nedenle anlattıkları akademi camiasında bir müddet şüpheyle karşılandı. Çünkü Musil’in iddialarının belki de bir benzerine daha evvel rastlanmamıştı. Bulguların kabulünün ardından Kusayr Amra, Musil için bir dönüm noktası hâline geldi ve çalışmalarını daha sistematik bir biçimde sürdürmeye karar verdi. 1900 yılında tekrar Kusayr Amra için yola koyulan Musil yalnız değildi. İsminin nereden geldiği bile henüz bilinmeyen, tuhaflıklarla dolu bu çöl kasrına ressam Alphons Mielich de geliyordu.2 Hem de bu defa yaşadıklarını ispatlama noktasında Musil oldukça kararlıydı…

Rabih Abou-Khalil’in Arabian Waltz’ı en sevdiğim albüm ve eserlerden biridir. İhtişamlı bir girişle başlar, ihtimamla sona erer. Yaklaşık sekiz dakika bir eksenin çevresinde dönmek gibidir. Bu parça önceleri bana bir yolculuğun tanımı gibi gelirken artık çöl kasrı Kusayr Amra’nın freskleriyle bütünleşiyor özellikle de Zodyak tavanla. Küçük bir pencereden loş ışıkların doldurduğu bu kasrı geceleyin ne tür bir enerjinin kapladığını, inşa edildiği noktanın felekiyyât ile bir bağlantısı olup olmadığını ve Mübarek’in mezarının korunup korunmadığını hâlâ düşünüyorum. Çıkılan her yolculuğun insanın içindeki patikalardan ayrı bir yürüme eylemi olmadığını bilen herkes gibi ben de bu kasrı bahane ediyorum. Kendime defalarca soruyorum: Bu sahnelerin amacı neydi? Çok uzaklardan gelecek olan misafirlere bırakılmış bir şeyler var mıydı? Yoksa kadın suretlerinden kurban sahnelerine uzanan bu celâl/cemâl ve biraz da latif hissiyatlar ne tür bir şandan bahsediyordu? Zafer, yenilgi, bolluk ve ziyafet ama hep bir noktada yok oluşun izleri… Algının Fenomenolojisi’nde, kendimizi bize bakan bir iç gözle gördüğümüzden bu yüzden hastaların kendi yüzlerini içeriden görme halüsinasyonu yaşadıklarından bahsedilir.3 Tıpkı Smith’in camera obscura iddiası gibi kim bilir belki de Kusayr Amra da ıssız bir çölün ortasında bir iç gözü temsil ediyordu. Sorularıma tarihin sayfalarında yanıt bulabilir miyim emin değilim, zaten Musil’in de bu sırra vâkıf olamadığı ve hayal gücünün sahneleriyle geriye döndüğü aşikâr değil mi?
- 1 Tim Mackintosh-Smith, Arabs: A 300-Year History of Peoples, Tribes and Empires, Great Britain: Yale University Press 2019, s.228.
- 2 Garth Fowden, Qusayr ‘Amra, London 2004, s.9-10.
- 3 Maurice Merleau-Ponty, Algının Fenomenolojisi, İthaki Yayınları 2016, s.214.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.