Vazgeçilmez tutkum: Radyo

Görüntünün günümüzdeki kadar ön plana çıkmadığı yıllarda radyonun başka bir büyüsü vardı.
Görüntünün günümüzdeki kadar ön plana çıkmadığı yıllarda radyonun başka bir büyüsü vardı.

90’lı yıllarda istek programları diye bir şey vardı hayatımızda. Cep telefonun, internetin olmadığı o yıllarda özellikle yerel radyolarda en az iki saat süren istek programları olurdu. Telefonla arayarak ya da bizzat radyoya giderek sevdiklerinize, ailenize veya iş arkadaşlarınıza hatta bilmem ne mahallesi sakinlerine şarkı armağan etmek modaydı.

Babam her pazar sabahı gittiği eskici pazarlarından çok cüz’i meblağlara bozuk radyolar satın alır. Eve getirdiği radyoları saatlerce -kimi zaman günlerce- bıkıp usanmadan tamire çalışarak hayata döndürür. Yıllardır bu şekilde uğraşıp evimizin her köşesini radyolarla donatmıştır. Ona göre, ‘sihirli kutu’lardan sesin yeniden yankılandığı görmek bu işin en keyifli tarafı. Radyoyu tamir etmek yetmiyor, bir güzel bakımdan geçirmek de gerekiyor.

Yıllardır bu şekilde uğraşıp evimizin her köşesini radyolarla donatmıştır.
Yıllardır bu şekilde uğraşıp evimizin her köşesini radyolarla donatmıştır.

Biz radyosever bir aileyiz. Evde herkesin bir radyosu var. Babam, en az elli senelik olduğunu iddia ettiği transistörlü ve bol düğmeli radyosunda ‘ajans’ ve güzelim türküler dinlerken, annem radyosunu cuma akşamları vaaz veren hocaları dinlemek için kullanır genelde. Mutfakta çok zaman geçiren kız kardeşimin bir kulağı radyodadır hep. Diğer kardeşlerim ise radyosunu çoğu zaman kulaklık takıp dinlerler. (Unutmadan diyeyim, üniversite okumak için başka şehirlere giden kardeşlerim gibi benim bavuluma da babam tarafından küçük bir radyo konulmuştur.) Ben ise yazları memlekete gittiğimde bazı akşamlar TV'de izleyecek bir şey bulamadığımda odama veya balkona geçer, ışığı söndürüp sokak lambası ve ay ışığı eşliğinde renkli hülyaların yolculuğuna çıkarım. Hatta bu yaz TV'den çok radyoya rağbet ettim.

Radyoya dair hatırladığım ilk şey, komşularımızın babama bozuk radyolarını tamir etmesi için getirmeleridir. Bir keresinde çuvala konulup getirilen mobilya kasalı, kocaman şeyin radyo olduğunu duyunca çok şaşırmıştım. İlk ne zaman radyo dinlemeye başladım, diye hafızamı yokladığımda, özel radyoların henüz yayına başlamadığı yıllar yani seksenler geliyor aklıma.

Eski bir radyodan -o zamanki adıyla- ‘Türkiye 1. Futbol Ligi’ maçlarını dinlerdim her futbolsever gibi. Hatta ara sıra en sevdiğim arkadaşıma gider, misafir odasında, yüksekçe bir yerde duran radyoyu açar, canlı bağlantılarla naklen yayınlanan maçlardan ‘dakika ve skor’ alırdık. Karşılaşmayı heyecanlı bir şekilde anlatan spikerler maçı âdeta radyonun içinde yaşatırlardı. Ne günlerdi… Geçenlerde TRT’nin, bu klasiğine devam ettiğine denk geldim; ne çok sevindim bilemezsiniz.

90’ların başında yani ortaokulda okuduğum yıllarda, babamın pilli, küçük radyolarından birini alır, sessiz bir odada kafamı dinlerdim. Birbirinden güzel şarkılar çalan özel radyo kanallarının sayısı hızla artmıştı. Sözgelimi son derece kozmopolit bir şehir olan çocukluğumun Malatya'sında her kesimin en az bir-iki radyo kanalı vardı. Ve ben her birinin frekansını ezbere bilirdim. Gerçi bir ara özel radyolar RTÜK kararıyla kısa süreliğine kapatılmış, ama neyse ki çok geçmeden bu hatadan dönülmüştü. O dönemin ergenleri olarak pop dinlerdik tabiatıyla. Kabuğuma çekildiğim, evden dışarı çıkmadığım o bunalımlı dönemimde radyom her zaman başucumda olurdu.

Üniversite okuduğum dönemde de radyo benim için büyük tutkuydu.
Üniversite okuduğum dönemde de radyo benim için büyük tutkuydu.

Bir gün okul çıkışı en yakın arkadaşımla birlikte, severek dinlediğimiz bir yerel radyoyu ziyarete gitmiştik. Programcılardan biri bize radyoyu gezdirmiş, bir saat sonra başlayacak olan istek programı için isteğimizi not almıştı. Hangi şarkıyı istediğimizi şimdi hatırlayamıyorum. Daha sonra birkaç defa daha radyoya gidip kapıda isteğimizi yazdırmıştık. 90’lı yıllarda istek programları diye bir şey vardı hayatımızda. Cep telefonun, internetin olmadığı o yıllarda özellikle yerel radyolarda en az iki saat süren istek programları olurdu. Telefonla arayarak ya da bizzat radyoya giderek sevdiklerinize, ailenize veya iş arkadaşlarınıza hatta bilmem ne mahallesi sakinlerine şarkı armağan etmek modaydı. O zamanlar ‘mahalle sakinleri’ tabirini her duyduğumda, “Vaayy, adamlar mahallede gürültü yapmayan, sessiz, sakin insanları şarkıyla ödüllendiriyorlar.” derdim. Çocuk aklı işte... (Bu arada Yeşil Deniz dizisindeki Radyocu İsmail'in kulakları çınlasın!)

  • Liseli yıllarımın sonlarında yani 28 Şubat döneminde sadece pop çalan radyoları bırakıp muhafazakâr radyoları (Akra FM, Marmara FM, Moral FM) dinlemeye başladım. Artık pop kadar halk ve sanat müziği de dinliyor; radyo tiyatroları, dinî sohbet, aktüalite vs. programlarını takip ediyordum. Özellikle yazları evimizin küçük bahçesine kaçıyor, kişiliğimin oluşmasında büyük rol oynayan programları pür dikkat dinlemeye çalışıyordum.

Üniversite okuduğum dönemde de radyo benim için büyük tutkuydu. Zira o yıllarda kaldığım yurtta pek TV seyretme imkânım olmadığı için küçük bir radyo ile her yere götürdüğüm walkman’imden ibaretti dünyam. Bir defasında vizelere çalışırken, açık olan radyomdan yarışma anonsunu duyunca aramış, iki kitap birden kazanmıştım. O zamanlar radyom arkadaşlarımın benden en çok istediği eşyamdı. Bir aralar, uykuya daldığım saatlerde -yanılmıyorsam iki sularında- Radyo 7, Çeçenistan savaşından dolayı üstelik her gece ve hep de aynı saatlerde Çeçen Marşı’nı çalardı. Çeçenlerin haklı davasıyla yakından ilgilenen bir arkadaşıma bu olayı anlattığımda radyomu alıp uzun süre marşın çalınmasını beklemişti.

Üniversiteyi bitirdikten sonra iş bulmayıp yine eve kapandığım bir yıllık süreçte en yakınımda radyom vardı. Üzeyir Garih cinayetini, 11 Eylül olayını ilk radyodan duydum. Gündemi iyi izlemeye çalışan bir genç olduğum kadar iyi bir köşe yazısı tiryakisiydim. O yıllarda, keza 28 Şubat döneminde de, çeşitli gazetelerden seçilen köşe yazılarını radyodan dinlemeyi çok severdim. Hatta on altı-on yedi yaşlarında iken spor gazetelerini bırakmamı, köşe yazılarını takip etmeye başlamamı bu programlara borçluyum diyebilirim.

Görüntünün günümüzdeki kadar ön plana çıkmadığı yıllarda radyonun başka bir büyüsü vardı.
Görüntünün günümüzdeki kadar ön plana çıkmadığı yıllarda radyonun başka bir büyüsü vardı.

2000'li yılların başından itibaren radyolar sayesinde sanat müziği tutkunu oldum. Yine radyodaki yarışmalara katılıyor, artık para ödülleri bile kazanıyordum. İstanbul'da yaşamaya başladığım ilk günlerden bu yana -ki on üç yıl olmuş- babamdan aldığım pilli ve dijital radyomu yanımdan hiç ayırmadım. Gerçi şu aralar kendisi biraz kırgın bana; çünkü son zamanlarda sadece mutfakta düğmesine dokunuyorum. Radyo ihtiyacımı salonda ‘müzik seti’nden, dışarıda ise ‘flaş bellek’ gibi ufak olan radyolu ‘mp3 çaları’mdan karşılıyorum artık.

  • Görüntünün günümüzdeki kadar ön plana çıkmadığı yıllarda radyonun başka bir büyüsü vardı. Hiç görmediğiniz, tanımadığınız insanların sesini duymak, şarkılarla başka dünyalarda gezinmek yeni nesil için bir şey anlam ifade etmeyebilir ama bizim çok şeydi. Zaten bu fakiri en iyi sadık ve vefalı radyo dostları anlayabilir. Her ne kadar radyolar eskisi kadar dinlenmese de internet, akıllı telefonlar ve otomobiller radyo dinleyicilerinin sayısını gün geçtikçe artırıyor.

Velhasıl, radyo bana çok şey kattı. Bugün biraz bensem, arşivimde binlerce şarkı-türkü varsa hepsi radyo sayesinde. Ha bu arada, babam en iyi radyosunu bana miras bırakacağını söyleyip duruyor. Ben hiç oralı olmuyor gibi görünsem de içten içe mutlu oluyorum aslında.