Yankı odasındaki gürültücü fakat sağır sakinler

Güney Koreli yazar ve kültür kuramcısı Byung-Chul Han’ın işaret ettiği gibi, aynının cehennemine katkı sağladığımızın ispatı niteliğinde. Dilerseniz birlikte, aynının cehenneminde yükselen, “ötekiyi” dışlayan ve hatta linç eden şiddet dilinin saiklerine ve sonuçlarına yakından bakalım.
Güney Koreli yazar ve kültür kuramcısı Byung-Chul Han’ın işaret ettiği gibi, aynının cehennemine katkı sağladığımızın ispatı niteliğinde. Dilerseniz birlikte, aynının cehenneminde yükselen, “ötekiyi” dışlayan ve hatta linç eden şiddet dilinin saiklerine ve sonuçlarına yakından bakalım.

“Gerçekle” sanal olanın arasındaki çizginin muğlaklaştığı günümüz toplumunda pek çoğumuz dijital hayatımız boyunca en az bir kez “sanal lince” maruz kalmış belki de bu lincin müsebbibi ya da parçası olmuşuzdur. “Sanal linçler” “ötekiye”, “ötekiye dair olana” karşı ne kadar tahammülsüz hâle geldiğimizin ve dahi ötekini bir “utanç yürüyüşüne” tabi kılarak kendi dijital cemaatimiz önünde önce ifşa daha sonra yok ederek, Güney Koreli yazar ve kültür kuramcısı Byung-Chul Han’ın işaret ettiği gibi, aynının cehennemine katkı sağladığımızın ispatı niteliğinde. Dilerseniz birlikte, aynının cehenneminde yükselen, “ötekiyi” dışlayan ve hatta linç eden şiddet dilinin saiklerine ve sonuçlarına yakından bakalım.

“Eğer bir ürüne para ödemiyorsanız, ürün sizsinizdir”
“Eğer bir ürüne para ödemiyorsanız, ürün sizsinizdir”

“Ne dediğimizin ve nereye gittiğimizin hiçbir önemi yoktu çünkü biz sadece onun peşindeydik. O biricik kanlı gövdenin. Ellerin üzerinde yükseldikçe kızaran, battığı kalabalığın içinden her çıkışında daha da çıplaklaşan o bedenin peşinde. Eğer yapabilseydi, parçalanmış burun delikleriyle, oksijen yerine ciğerlerine bizi çekerdi. Eğer açabilecek bir gözkapağı kalmış olsaydı, ancak bize sürtünerek kapanırdı. Çünkü biz onun her yerindeydik. Yüz kişiydik, belki de bin! Kaç tırnağımız vardı kim bilir, kaç dişimiz? Kaçımızın karnı toktu, kaçımızın adı aynı? Hiçbiri umurumuzda değildi, çünkü biz artık birdik. O bizim ruhumuz, biz onun etiydik. Ve bütün ruhlar gibi o da daima etin ilerisindeydi. Tam saçlarını kavramışken başı uzaklara tekmelenmiş, tam gövdesini ezecekken bedeni çoktan sürüklenmiş oluyordu. Bu yüzden parmaklarımıza sarılmış köklü saç tellerini silkelerken tabanlarımız yeri dövüyordu. Onu tutamıyorduk. Elden ele ve ayaktan ayağa, kanatları yalvarmak için açılmış bir kelebek gibi uçuşuyordu. Ona ulaşamıyorduk. Bir bayrak gibi başlarımızın üzerinde kemiksizce sallanan bedeni, an içinde patlak bir topa dönüşüp ayakuçlarımızdan sekiyordu. O akıntıya kapılmış bir ağaç gövdesiydi, biz de akıntının kendisi. Varla yok arasında mekik dokuyor, dalgaların arasında bir görünüp bir kayboluyordu. Ve tek bir isteğimiz vardı: Ölmeden önce ona yetişmek.” Okumuş olduğunuz bu ürkütücü, irrite edici ve vahşi satırları Hakan Günday’ın Daha adlı romanından alıntıladım. Bu satırlar, henüz 9 yaşındayken babasının yanında insan kaçakçılığına başlayan Gazâ’nın, yaşadığı korkunç olayların, şahit veya müsebbibi olduğu ölümlerin ve kırılmaların tahrip ettiği yetişkin benliğini “linç turizmine” adamasını anlatıyor. Sosyal medyada hemen her gün birkaçına şahit olduğumuz “sanal linçler” üzerine düşünürken Günday’ın romanından bu satırların tüm canlılığı ile aklımda belirivermesi tesadüf değil elbette. Her ne kadar “sanal linç seremonisinde”, linç edilen kişiye yumruk atmak yerine hakaret etmek, tekme atmak yerine küfretmek, bahsi geçen kişinin saçlarını yolmak yerine onu tehdit etmek, hasılı bedenini parçalamak yerine benliğini parçalamak söz konusuysa da lince maruz kalan kişinin üzerinde romandakine benzer etkilere sahip olduğunu söyleyebiliriz. “Gerçekle” sanal olanın arasındaki çizginin muğlaklaştığı günümüz toplumunda pek çoğumuz dijital hayatımız boyunca en az bir kez “sanal lince” maruz kalmış belki de bu lincin müsebbibi ya da parçası olmuşuzdur. “Sanal linçler” “ötekiye”, “ötekiye dair olana” karşı ne kadar tahammülsüz hâle geldiğimizin ve dahi ötekini bir “utanç yürüyüşüne” tabi kılarak kendi dijital cemaatimiz önünde önce ifşa daha sonra yok ederek, Güney Koreli yazar ve kültür kuramcısı Byung-Chul Han’ın işaret ettiği gibi, aynının cehennemine katkı sağladığımızın ispatı niteliğinde. Dilerseniz birlikte, aynının cehenneminde yükselen, “ötekiyi” dışlayan ve hatta linç eden şiddet dilinin saiklerine ve sonuçlarına yakından bakalım.

Yankı odasının kalınlaşan duvarları

Jeff Orlowski, The Social Dilemma.
Jeff Orlowski, The Social Dilemma.

2020 yılında gösterime giren ve yönetmenliğini Jeff Orlowski’nin yaptığı The Social Dilemma isimli belgesel, hayatımızın en önemli parçası hâline gelen internet ve sosyal mecraların arka planını, neyi nasıl yaptıklarını, neleri amaçladıklarını, amaçladıkları şeyle sebep oldukları şeyin arasındaki farkı, çığırından çıkan teknolojik gelişmelerin geleceğimizi nasıl etkileyebileceğini merkeze alıyor. Her biri daha önce bu dev şirketlerde çalışmış, bugün kullandığımız ve vazgeçemediğimiz uygulamaların şekillenmesinde katkı sağlamış isimlerle yapılan röportajlara yer veriyor. “Eğer bir ürüne para ödemiyorsanız, ürün sizsinizdir” gibi motto olabilecek cümlelerle sosyal medya platformlarının hilelerini anlatan belgeselde reklam verene satılan şeyin bizim dikkatimiz olduğu gibi çarpıcı bilgiler yer alıyor. Zira Tim Wu’nın Dikkat Tacirleri kitabında işaret ettiği gibi artık

Dikkat yalnızca kullanılan bir şey değil, aynı zamanda başka mecralara satılabilir bir ürün hâline geldi.

Bu sebeple sosyal medya uygulamalarının geliştiricileri bizim dikkatimizi ekran üzerinde muhafaza ederek daha çok reklam görmemizi ve böylece daha çok ürün satın almamızı amaçlıyor. Uygulamaları kullanırken bizlere sundukları seçenekler, filtre balonları, bir taraftan daha kişiselleştirilmiş bir “deneyim” yaşamamızı sağlarken diğer taraftan yankı odalarına (echo chambers) sıkışıp kalmamıza sebep oluyor. Serpil Yılmaz, 2022 yılının ağustos ayında e-kitap olarak da yayımlanan Aynı Şarkıyı Söyleyen Mavi Kuşlar: Twitter’da Yankı Odası Tasarımı başlıklı yüksek lisans tezinde bu yankı odası kavramını literatüre ve Twitter üzerinden bir grup kullanıcı özelinde yaptığı nitel gözleme dayandırarak anlatıyor. Yılmaz’ın da belirttiği üzere veri hızının ve yoğunluğunun hiç olmadığı kadar arttığı günümüz dünyasında ardımızda bıraktığımız sanal izler ve alışkanlıklar, alışverişlerimiz, paylaşımlarımız, gittiğimiz yerler, izlediğimiz film ve diziler, dinlediğimiz şarkılar, duygu ve düşüncelerimiz, uyku döngümüz veri analistleri tarafından incelenerek algoritmalar üretmek için kullanılıyor. Algoritmalar da sundukları filtreler aracılığıyla sosyal medyada ilgi alanımıza ve beğenilerimize göre içerik üretiminin olduğu, ilgi alanımızın yahut beğeni ve görüşlerimizin dışında kalan her şeye bir duvarın örüldüğü yankı odalarını oluşturuyor. Yankı odası (echo chambers) kavramı ilk kez 2008 yılında Kathleen Hall Jamieson ve Joseph N. Cappella tarafından muhafazakâr medyayı ve hegemonik tek sesliliği anlatmak için kullanılmıştır. Geleneksel medyayı simgeleyen yankı odaları bugün dijital yankı odalarına dönüştü. Sosyal bilimci Cass R. Sunstein (2009) yankı odası kavramını, bu odaların kullanıcıların kendisiyle benzer görüşlere maruz kaldığı, dolayısıyla yalnızca kendi sesini duyduğu duvarlarla çevrili olan akustik bir ortam metaforu olarak kullanıyor.

Yankı odasının kalın duvarları ardında yaşayan herkes, kendisinin ve ait olduğu grubun dışında kalanların bir grup olduğunu ve bu grubu oluşturan insanların tek sesli ve cahil olduklarını düşünür.
Yankı odasının kalın duvarları ardında yaşayan herkes, kendisinin ve ait olduğu grubun dışında kalanların bir grup olduğunu ve bu grubu oluşturan insanların tek sesli ve cahil olduklarını düşünür.

Dijital ayak izimiz, sosyal medyada seçtiğimiz konular, takip ettiğimiz kullanıcılar bizi bize benzeyen insanlarla bir odaya hapseder. Farklı bir düşünceyi duyamadığımız ve aldığımız ve gönderdiğimiz likelarla daima olumlandığımız için düşüncelerimizi teyit etmek ya da onların doğruluğunu tartışmak ihtiyacı duymayız. Düşüncelerimiz, beğenilerimiz tek gerçektir ve biriciktir. Bu tek seslilik hâli bizi giderek yalnızlaştırır. Bununla birlikte, kendimizi güvende hissettiğimiz için daha rahat ifade edebilir, paylaşım yapabilir ve dijital dünyaya hem üretici hem de tüketici olarak katkı sağlayabiliriz. Ne var ki düşüncelerimiz artık öznelliğini kaybeder. Tek ve baskın ses hâline gelir. Serpil Yılmaz, “algoritmalar, kullanıcıların dijital platformlarda bıraktıkları izlerin veriye dönüştürülmesiyle davranışsal öngörüler oluşturmaktadır. İnsan psikolojisiyle yakından ilgilenen sosyal ağ siteleri, bu öngörülerle zihnin farkında olunmayan kısımlarını kullanarak davranışları yönlendirebilmektedir. Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg’in, 2016 ABD başkanlık seçimlerinde kullanıcı verilerini Trump için çalışan Cambridge Analytica’yla paylaşarak sonuçları etkilemesi bunun en belirgin örneklerindendir” der.

J. Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı.
J. Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı.

J. Baudrillard 1995 yılında yayımlanan Kötülüğün Şeffaflığı kitabında ötekinin ölümünü şöyle anlatır: “Yabancılaşma bitti: Bakış olarak Öteki, ayna olarak Öteki, geçirimsizlik olarak Öteki yok artık. Bundan böyle, mutlak tehdide dönüşen şey, ötekilerin şeffaflığıdır. Artık ayna olarak, yansıtan yüzey olarak Öteki yok, kendinin bilinci boşlukta ışıma tehdidi altında… Belirsizlik içinde özne artık ne biri ne diğeridir, bundan böyle yalnızca Aynıdır. Bölünerek çoğalma karşısında bölünme yok oluyor. Oysa öteki her zaman bir diğerini barındırabilirken Aynı, kendinden başkasını asla barındırmaz. Güncel ideal-klonumuz bu: Ötekinden arıtılmış, bölünmeden arıtılmış ve kendinin metastazına, katıksız yinelenmeye mahkûm özne. Bu artık öteki cehennemi değil, kendi cehennemi.” Baudrillard, “aynılıkta yaşayan, aynılıktan ölür” der. Byung-Chul Han ise 2012 de yayımlanan ve 2017’de Türkçe’ye çevrilen Şeffaflık Toplumu adlı kitabında şeffaflık toplumunun aynının cehennemi olduğunu söyler. Peki öyle midir? Dilerseniz küçük bir oyun oynayalım.

J. Baudrillard.
J. Baudrillard.

Sosyal medya hesaplarınızda takip ettiğiniz kişileri düşünün, görüşünü beğenmediğiniz için engellediğiniz kişileri (5 puan) … Paylaşımlarınız her daim like alıp onaylanıyor mu? (5p) Takipleştiğiniz kişiler arasında sizden farklı siyasi veya dünya görüşü olan kaç kişi var? (100’den azsa, 5p) Zaman akışınızda sizden farklı düşündüğü için hedef gösterilen, tweeti ya da paylaşımı alıntılanarak tahkir edilen paylaşımlar görüyor musunuz? (5p) Twitter’da bahar temizliği yaptığını ve sevmediği, beğenmediği hesapları takipten çıkaracağını ve hatta engelleyeceğini söylediği hâlde sizi çıkarmayan ve böylelikle premium takipçi olduğunuzu anladığınız kullanıcılar oldu mu? (10 p) Paylaşımlarınız yüzünden kaç kez eleştirildiniz ve hatta linç yediniz? (5 p) Eğer toplam puanınız 20 ve üzeriyse tebrikler! Siz de yankı odasında yaşıyorsunuz ve dolayısıyla aynının cehennemine hoş geldiniz…

Ötekini Kovmak: Kutuplaşmanın soğuk yüzü

Byung-Chul Han, Ötekini Kovmak: Günümüzde Toplum, Algı ve İletişim adlı kitabında “Ötekinin var olduğu zamanlar sona erdi. Gizem olarak öteki, baştan çıkarma olarak öteki. Eros, arzu, cehennem ve acı olarak öteki ortadan kayboluyor.

Bugün ötekinin negatifliği yerini aynının pozitifliğine bırakıyor. Aynının aşırı çoğalması, toplumsal gövdeyi etkileyen patolojik değişikliklere sebep oluyor.

Bünyeyi hasta eden şey, mahrumiyet ve yasaklama değil, aşırı iletişim ve aşırı tüketim; bastırma ve olumsuzlama değil her şeye izin verme ve her şeyi olumlamadır…” der. Yankı odasının kalın duvarları ardında yaşayan herkes, kendisinin ve ait olduğu grubun dışında kalanların bir grup olduğunu ve bu grubu oluşturan insanların tek sesli ve cahil olduklarını düşünür. Ötekiyle karşılaşmaz, karşılaştığı nadir anlarda da onu engelleyerek sesini kısar yahut kendisi gibi düşünmeye zorlar. İzleme alışkanlıklarına ve ait olduğu kimliğe uygun olarak önüne düşen ve onu günün her saati çevrimiçi tutacak içerikleri “tıkınırcasına tüketirken” (bingwatching) görüşlerini daha da keskinleştirir, ötekinin sızabileceği en ufak bir delik bırakmaz. Bu da “kutuplaşmayı” ve “siberbalkanlaşmayı” doğurur. İlk kez Van Alstyne ve Brynjolfsson tarafından 1996 yılında kullanılan siberbalkanlaşma kavramı, sanal alanın özel ilgi alanlarına göre gruplara ayrılmasını ifade eder. Bu gruplara ayırma eğilimi kullanıcıların davranışlarında değişimlere yol açar. Gerçek hayatta fikirlerini açıkça paylaşamayan, başkalarına karşı mesafeli ve saygılı olan bazı kullanıcılar daha cesur paylaşımlar yapabilir, kendisi gibi düşünmeyen başkalarına karşı sert sözler söyleyebilir.

İnsan psikolojisiyle yakından ilgilenen sosyal ağ siteleri, bu öngörülerle zihnin farkında olunmayan kısımlarını kullanarak davranışları yönlendirebilmektedir.
İnsan psikolojisiyle yakından ilgilenen sosyal ağ siteleri, bu öngörülerle zihnin farkında olunmayan kısımlarını kullanarak davranışları yönlendirebilmektedir.

Twitter’da popüler gündemler sekmesinde (Trend topics) hastagler genellikle nefret söylemi içeren paylaşımlardan oluşur. Bu hastagler bot hesaplar tarafından oluşturulur ve desteklenir. 80’li yıllarda gençlerin siyasi kamplaşmasını fiziki olarak onların bulunduğu ortamlarda giderek ve hatta çatışmalarda ilk taşı atarak provoke eden faillerin dijital versiyonu olan sosyal medya trolleri de bu polemikleri kışkırtarak daha çok kişinin bu hastaglere katılmasını amaçlar.

Uzmanlar, dünya çapında artan nefret suçlarının siyasi iklimdeki değişiklikleri yansıttığını ve sosyal medyanın anlaşmazlıkları büyütebileceğini belirtmektedir.

Sosyal medyada bir gruba dair yapılan yalan haberler ve hakaret içerikli paylaşımlar kimi zaman yalnızca “sanal” alanda kalmayarak daha büyük toplumsal olayları tetikler. Zachary Laub, 2019 da yayımlanan “Sosyal Medyada Nefret Söylemi: Küresel Karşılaştırmalar” (Hate Speech on Social Media: Global Comparisons) başlıklı yazısında Almanya’da, mültecilere karşı olumsuz paylaşımlarda bulunulan Facebook gönderileri ile mültecilere yönelik saldırılar arasında bir bağlantı bulunduğunu söyler. Amerika Birleşik Devletleri’nde, son zamanlardaki beyaz üstünlükçü saldırıların failleri, çevrimiçi ırkçı topluluklar arasında vakit geçirmiş ve aynı zamanda sosyal medyayı eylemlerini duyurmada kullanmışlardır. Myanmar’da, askeri liderler ve Budist milliyetçiler, etnik temizleme kampanyasından önce ve sırasında sosyal medyayı Rohingya Müslüman azınlığını aşağılamak ve karalamak için kullanmışlardır. Rohingya’nın nüfusun yaklaşık olarak %2’sini oluşturduğu hâlde, etnonasyonalistler Rohingya’nın yakında Budist çoğunluğun yerini alacağını iddia etmişlerdir. Bütün bu kitleleri hedef alan örnekler bireyleri hedef alan örneklerle de çoğaltılabilir elbette. Ancak burada trajik olan gönüllü olarak girdiğimiz, şeffaf olmak adına tüm hayatımızı rızamızla paylaştığımız, bir nevi “soyunduğumuz”, kafa dağıtmak, boş zaman geçirmek istediğimiz bu mecraların bir yandan bizim neredeyse tüm vaktimizi alıp tüketim alışkanlıklarımıza müdahale ederken diğer taraftan manipüle ederek fail konumuna düşmemize yol açıyor olmasıdır.

Sizi dinliyorum: Ötekini görmek

1996 yılında kullanılan siberbalkanlaşma kavramı, sanal alanın özel ilgi alanlarına göre gruplara ayrılmasını ifade eder.
1996 yılında kullanılan siberbalkanlaşma kavramı, sanal alanın özel ilgi alanlarına göre gruplara ayrılmasını ifade eder.

2022 yılında vizyona giren Norveç yapımı İlgi Manyağı (Sick of Myself) filmi, bir kafede çalışan Signe’nin yalnızca sevgilisi Thomas ve arkadaşlarının değil tüm dünyanın ilgisini çekmek için kendisine akıllara sığmayacak bir şekilde zarar vermesini anlatır. Oldukça rahatsız edici bir film olsa da Signe hem ilgi çekmek için yaptıklarıyla hem kendi ölümünü ve cenazesini hayal ederek erotik bir haz duymasıyla, başkalarına söz hakkı tanımadan yalnızca kendisini anlatmasıyla ve tüm bunları yaparken yalanlarıyla insanları manipüle etmesiyle gerçek bir performans öznesidir ve bu hâliyle günümüz sosyal medya kullanıcısını hatırlatır. Sosyal medyada yalnızca ilgi çekmek için farklı kılıklara giren, yalan haber paylaşan, kendisine zarar veren, ekran önünde bir performans sergileyerek intihar eden pek çok kişi aslında Signe ile aynı şeyi arzulamaktadır. Konuşmak, konuşmak, anlatmak ve anlatmak… En ufacık bir es vermeden, kimseyi dinlemeden anlatmak… Ve konuşulmak…

Michael ende, Momo.
Michael ende, Momo.

Byung-Chul Han, Ötekini Kovmak adlı kitabında gelecekte muhtemelen dinleyici olarak adlandırılan bir meslek olacak der. “Belirli bir ücret karlılığında ötekine kulak verecek. Kişi, dinleyiciye, artık ötekini dinleyen kimse kalmadığı için gidecek.” (Hâlihazırda Japonya’da bu hizmeti sağlayan ve ossan adı verilen kişiler var.) Chul Han’a göre, belirli bir açıdan dinleme, konuşmayı önceler. Dinleme, ötekini konuşmaya davet eder, onu ötekiliğine, başkalığına bırakır. Chul Han burada Micheal Ende’nin Momo adlı kitabını örnek gösterir. Yalnızca “zaman bakımından zengin” olan Momo, diğer herkesten daha iyi dinler. Momo, sadece oturup dinler. Ancak dinlemesi, mucize etkisi yaratır. İnsanlara kendi başlarına asla düşünemeyecekleri fikirler verir. Dinleme herkese sahip olduklarını geri verir. Momo sadece saf dinleme aracılığıyla anlaşmazlıkları çözer. Dinleme barıştırır, şifa dağıtır ve kurtarır.

Ötekinin aslında bizden farklı olmadığını onun düşüncelerinin de kayda değer olduğunu ancak yankı odasından çıkarak anlayabiliriz zannediyorum. Gerçek hayatımızda uygulayamasak bile sanal dünyada olabildiğince farklı görüşten ve kaynaktan beslenerek ve böylece aynının cehenneminden kurtularak… Sosyal medyada yükselen şiddet dilinin kitlesel şiddet histerisine dönüşmesini engellemek elbette devletlerin işi. Bize düşen belki de sadece Momo gibi dinlemek. Zaman Avcılarına, Duman Adamlar’a karşı elimizdeki tek koz belki de bu…

“Belirli bir ücret karlılığında ötekine kulak verecek. Kişi, dinleyiciye, artık ötekini dinleyen kimse kalmadığı için gidecek.”
“Belirli bir ücret karlılığında ötekine kulak verecek. Kişi, dinleyiciye, artık ötekini dinleyen kimse kalmadığı için gidecek.”

“Başka bir gün küçük bir çocuk ona kanaryasını getirmişti, kanarya artık ötmüyordu. Bu, Momo için çok zor bir görevdi. Sonunda kanarya tekrar şakımaya ve neşeyle ötmeye başlayana kadar onu bir hafta boyunca dinlemesi gerekmişti.” (Momo, s.23)