Yaptak değil sözü olan sinema

​Yaptak  değil  sözü  olan  sinema
​Yaptak değil sözü olan sinema

Film nerede izlenirse izlensin, önemli olan kandırılmaya izin vermeyen uyanık bir seyirci bilinci. Bu bilinci geliştiren ise elbette katılımı mümkün kılan bir sinema. Sadece vakit geçsin diye ekranda bir şeylerin akmasını isteyen bir seyirci değilseniz, bir süre sonraseçtiğiniz filmdeki lego düzenini ayırt etmeye başlıyorsunuz. Bu da sinemanın bir türü, beri taraftan, sinema sanatının hayalde başlayıp temsil ve tasvirle, resim ve fotoğraflarla oluşan uzun yolculuğu çok daha iyi hikâyelerle sürmeli, bunu beklersiniz.

Aradığınız o sinemanın filmlerine ulaşmak için de özel bir çaba göstermeniz gerek, hem seyirci hem yapımcı olarak. Sinemanın gidişatından şikâyet eden mütedeyyin kesim, bu alana ne hayal gücü ve hikâye sunuyor ne de yüreklendirecek bir ortam hazırlığı için ekonomik pay ayırıyor. Sinemayı ciddiye almayan yetki sahipleri yeri geldiğinde gençlerimizin Netflix aboneliğini kınamaktan geri durmuyorlar. Sinemada her zaman yolunda gitmeyen bir şeyler var.

Sinemayı ciddiye almayan yetki sahipleri yeri geldiğinde gençlerimizin Netflix aboneliğini kınamaktan geri durmuyorlar.
Sinemayı ciddiye almayan yetki sahipleri yeri geldiğinde gençlerimizin Netflix aboneliğini kınamaktan geri durmuyorlar.

Kriz dönemlerinde sinemanın öldüğünden söz edilir. Kriz dönemlerinde sinema aynı zamanda kendine yeni bir çıkış yolu da arar. Biz Müslümanlar bu arayışa nasıl bir katkıda bulunuyoruz? Sinema salonları giderek AVM çatıları altına toplanıyor. Genç seyirciler sinema salonlarına nostaljik bir duyguyla bakmıyor. İş dönüşü saatlerinde dijital ağlarda gezinirken katılımcıda dâhil olma hissi uyandıran filmler ve oyunlar, gençlere bir yandan dinlenirken hâlâ kendisinin dünyanın bir parçası olduğu hissini veriyor. Daha yaşlılar ise eğlence içerikli televizyon programlarına gençlere göre çok daha geniş zaman ayırıyor.

Endüstrileşmiş bir edebiyat, endüstrileşmiş bir sanat, endüstrileşmiş bir sinema… Bütün, her zaman parçaların toplamından fazla bir şeydir.
Endüstrileşmiş bir edebiyat, endüstrileşmiş bir sanat, endüstrileşmiş bir sinema… Bütün, her zaman parçaların toplamından fazla bir şeydir.

Onu oradan getir, diğer parçayı şu köşeden topla, elde zaten kalmış bir şeyler vardır, kullanırsın, yeter ki algı sağlansın…

  • Endüstrileşmiş bir edebiyat, endüstrileşmiş bir sanat, endüstrileşmiş bir sinema… Bütün, her zaman parçaların toplamından fazla bir şeydir, Gestalt kuramından habersiz olmasak da bunu bilebilirdik. Göz boyama ile acelecilik arasında da bir bağ var. Parçaların dışarıdan görece uyumu içselliklerinin de uyum sağladığı anlamına gelir mi? “Yaptak” kültürel üretimde “kapkaç” gibi, diye yazmıştım Twitter’da 2013 yılında.

Yaptakçı, önüne gelen malzeme yığınından bir bütün oluşturmak için bir o parçayı dener, bir bu parçayı. Öngöremediği hakikatin su yüzüne muhtemel çıkışı ile kaos arasında sıkışmış kişilik, yaptakçı.

Yaptak, yapısalcılık jargonu kapsamında kendi elleriyle bir şeyleri birbirine ulama anlamına gelen “bricoleur”u karşılamıyor tam olarak.

  • Gönlüyle eyleyenin ulaştığı uyumun, bir bakıma “rind” işinin tersi bir yerde duruyor yaptakçının işi. Daryush Shayegan Melez Kimlikler’de “içedönüklük ayaklar altına alınırken öne çıkarılan bir tür kuru gürültü üretimi olarak ‘yaptakçılık’tan” söz ediyor.

Yaptakçılık gösteriye hızla ayak uydurma mahareti aynı zamanda. Kuru gürültü ile kuruntu arasında bir bağ var. Kuru gürültü, düşünülmesi, üstlenilmesi gerekenin sürekli ertelenmesi demek; kuru gürültü yeteneği ve emeği önemsiz kılarak örtbas eden kalpazanlığın orkestrası. Akla Yunus suresindeki uyarı geliyor.

  • Sihirbazlar Hz. Musa’nın sözlerini illüzyonla, kuru gürültüyle görünmez kılmaya çabalıyor, buna karşılık Musa, “Bu yaptığınız sihirden başka bir şey değil; Allah bunu mutlaka boşa çıkaracaktır. Gerçek şu ki Allah bozgunculuk yapanların işlerini asla doğrulamaz. Tersine, kelimeleriyle hakkı hakikatleştirecektir; günahkârlar bundan hoşlanmasalar da!” diyor onlara (Yunus, 81-82).

“Kelimelerle hakkın hakikileştirilmesi” sözünü nasıl anlamalıyız? Sanat ve edebiyat bir yalanın allanıp pullanmasında gerçekleşmiyor, yapılmışın yozlaştırarak tekrar edilmesinde hiç oluşmuyor. Hayalin perdeye yansıyacağı ana kadar da ne kadar çok emek vermek gerekiyor peşine düşülen esere! İllüzyon ne rüyaya karşılık gelir ne hayale ve hayatı da perdelediği için daha ötesini düşünmenin perdesi olur. Kuru gürültü, kuruntu, kandırmaca; yaptakçılığın malzemeleri.

“Çabuk çabuk” komutunu hatırlatıyor terim. Hani, büyükşehirlerimizin, Afrikalı kaçak işçilerin düşük ücretle ve nefes nefese çalıştırıldığı göze görünmeyen köşelerinde sürekli yükselen komut: “Çabuk, çabuk, daha çok parça var sırada.” Çabuk çabuk, sabah yeniden işbaşı yapacak yorgun ve yılgınlar için yeni filmler yetiştirmek lazım.

Francis Ford Coppola
Francis Ford Coppola

Endüstriyel sinema ne demek, Apocalypse Now (Kıyamet) filminin yönetmeni Francis Ford Coppola’nın 11 Mayıs 1996’da Le Monde’da yayımlanan söyleşisinden okuyalım: “Aslında Hollywood sanayiine ait filmlere ‘Amerikan filmleri’ demeyi bırakmamız gerekir. Çünkü bunlar sanayi filmleridir. Çünkü çok uluslu şirketler tarafından üretilirler. Bu sanayi yalnızca Hollywood-Wall Street eksenini yansıtır. Yabancı filmler kadar ‘büyük yapımcılar’ın filmlerinden son derece bağımsız bir Amerikan sineması vardır.”

Endüstriyel bir sinema gerçekliğin sorularını görmezden gelmeyi olağanlaştıran bir ses kirliliği içinde kitlelere hayaller üretiyor. Bu sinema her zaman içinde bulunduğu ve beslendiği güç merkezlerinin amaçları doğrultusunda oluşturuyor imgelerini.

Uyumaya meyilli olan uyusun, geleceğin felaketlerine ilişkin senaryolarda silikleşsin hâlihazırın acı gerçekleri…

Hitler ve onun propaganda bakanı Joseph Goebbels, geniş kitlelere kendi görüşlerini benimsetme konusunda sinemanın gücünü kullandı; Coppola, Laurent Bouzereau’nun yönettiği Beş Geri Geldi (Five Came Back, 2017) isimli belgeselde bunu dile getiriyor.

Beş Geri Geldi (Five Came Back, 2017)
Beş Geri Geldi (Five Came Back, 2017)

Hollywood da sinemanın gücünü Amerikan yönetiminin siyasetlerini kitlelere telkin etme konusunda kullanmaktan hiçbir zaman geri durmadı.

(Metni Mark Harris tarafından kaleme alınan, Merly Streep’in anlatıcı olduğu belgesel, II. Dünya Savaşı sırasında savaşı belgelemek için orduya katılan John Ford, George Stevens, William Wyler, Frank Capra ve John Huston’un çalışmalarını konu alıyor. Steven Spielberg, Francis Ford Coppola, Guillermo Del Toro, Paul Greengrass ve Lawrence Kasdan belgeselin diğer yorumcuları).

Aynı belgeselde Spielberg sinemanın en sade hâliyle propaganda için kullanılabileceğini dile getiriyor: “Sinema en baştan beri sarhoş edici bir şeydi. Ve Hollywood onun değişim için büyük bir silah, bir araç olduğunu çok kısa zamanda anladı.”