Yardımlı intihar ve intihar turizmi

​Yardımlı  intihar  ve  intihar  turizmi
​Yardımlı intihar ve intihar turizmi

Bir hastalık veya bir kaza neticesinde yerinizden kalkamayacak, değil kalkmak kıpırdayamayacak, konuşamayacak hâle gelseniz, mutlak bir acı bedeninizi ve ruhunuzu kemirse, içeriden ve dışarıdan çürümeye başlasanız, başkalarının bakımına muhtaç olsanız ne yapardınız hiç düşündünüz mü? Bu durumda ölmek sizin tercihinize sunulsa… Huzursuz olduğunuzun farkındayım ancak ötanazi tartışmaları, kişiye, hep böyle bir duruma düşse kendisi için neyi “seçeceğini” telkin etmekle başlar.

Alain Badiou, Etik kitabında ızdırap ve çürümenin “haysiyetli” şeyler olmadığını kafamızda geliştirdiğimiz pürüzsüz, genç, iyi beslenmiş imgeye uymadıklarını, bu sebeple, yaşlılık ve ölümün yaşayanlar için tahammül edilemeyecek manzaralardan ibaret olduğunu söyler.

Nazife Şişman, Yeni İnsankitabında Badiou’nun bu tasavvurunu şöyle yorumlar: Kişinin çektiği acılar ya da yaşamasının bir anlamı olmayacağı iddiası, ötanazinin dayandırıldığı gerekçelerin başında gelir. Böyle bir iddia, hayatın bedensel olarak yaşanan zevklerin ötesinde bir anlamının olmadığı ön kabulüne dayanan seküler-materyalist bir hayat telakkisinden kaynaklanmaktadır.

Şişman, ölümü hayatından uzaklaştıran modern insanın, yaşlıların yaşamasını anlamlı kılmasının zaten mümkün olmadığını, o hâlde yaşlıların ya da hastaların toplumun anlamlandırmak istemediği bir hayatı yaşamaktansa “ölümü tercih etme haklarının” olması gerektiği inancının hâkim olduğunu belirtir.

Toplumun anlamlandırmak istemediği bir hayat yaşamak… İnsan hâlihazırda toplumu anlamlandırmak için mi yaşar ve ötanazi ölüm manzarasına tahammül edemeyişimizin bir tezahürü müdür gibi soruların ötanazinin etik olup olmadığı hususunda karar vermemizi sağlaması gerekiyor.

Zannediyorum geçen yıldı. Antalya’da “kusursuz bir gülüşe” sahip olmak isteyen Sunay Öztürk isimli bir kadın zirkonyum kaplama yaptırmak için bir diş hekimine başvurdu. Ancak bu işlem sırasında, korkunç bir ağrı hissetmesine rağmen Öztürk’ün kaplama işlemine devam edildi. Sonra ağrı tüm dişlerine yayıldı. Ağrı kesilmeyince Öztürk, 32 dişini birden çektirdi fakat bir netice alınamadı. Ağrı tüm kafa bölgesine yayıldı, halk arasında “delirten ağrı” olarak bilinen “trigeminal nevralji” tanısı konulan Öztürk bu ağrılardan kurtulmak için ötanazi talebinde bulundu. Ancak sonrasında tedavi oldu ve şimdi yeniden dişlerini yaptıran Öztürk tekrar gülmek istediğini söyledi. Ya ötanazi ülkemizde yasal olsaydı ve Öztürk ötanaziye karar verseydi…

Meselenin bir ülkede ötanazinin yasal olmamasıyla çözülemeyeceğini daha sonra öğrendim. Bugün dünyada pek çok ülkede yasal olmasa da insanlar ötanazinin yasal olduğu ülkelere “ölmeye gidiyor”.

İntihar turizmi olgusu da tam burada hayatımıza giriyor. Dilerseniz birlikte ötanazinin tarihine, etik boyutu üzerine yapılmış tartışmalara doğru bir yolculuğa çıkıp, intihar turizmi olgusuna yakından bakalım.

Ötanazinin tarihi ve etik tartışmalar

Yunanca bir sözcük olan “euthanasia”, iyi (aynı zamanda kolay) ölüm anlamına gelir. Helenistik kültürde ise bu sözcük, mutlu ve saygın ölüm anlamında kullanılmıştır. Ötanazinin meşruiyetine dair tartışmaların kökeni Antik Çağ’a kadar uzanır.

Platon, çabuk ölümün ümitsiz hastalıktan iyi olduğu görüşünü savunmuş ve bireyin yaşam ve ölüm arasında tercih yapabileceğini savunan ilk düşünür olmuştur. Ancak ona göre, kişinin bu tercihi yapabilmesinin mutlak koşulu, tedavisi mümkün olmayan bir hastalığa düçar olması veya sürekli bir sakatlığının olması idi.

Antik Yunan’da bilhassa asillerin, yaşlı veya hasta bir beden içinde görülmelerinin alçaltıcı olduğu inancı hâkimdi. Bu sebeple ötanazi uygulanabilir bir ölüm şekli idi. Buna karşılık, Hipokrat yemininde, hekimin hastaya hasta arzu etse dahi ölümcül bir ilaç vermesi (aktif ötanazi) veya tavsiye etmesi hoş karşılanmıyordu. Ancak, Hipokrat’ın aksine Platon, Aristo, Zenon gibi filozoflar kaynakları tüketen, bununla birlikte tedavisi olmayan hastalıklara sahip hastaların rızaları olmasa dahi öldürülmeleri veya bakımsızlıktan ölmelerine yol açılması kanaatinde idiler.

Seneca, “Bineceğim gemiyi, oturacağım evi seçiyorsam ölümümü de seçmeliyim” der ve öğrencisi Neron’un izni üzerine kendi iradesiyle intihar eder. Cicero da intiharı tedavisi imkânsız hastalıklarda Tanrılar tarafından verilen bir fırsat olarak değerlendirir. Yine Atina’da hakimler, ölmek isteyenler için baldıran zehri bulundurmuşlardır. Tek şart ölmek için geçerli bir neden sunmak ve izin belgesi almaktır. Bu uygulamayı sunan Atina senatosunun, bugün ötanazi servisi sağlayan kurumların ilk örneklerinden biri olduğunu söyleyebiliriz.

Nazi Almanya’sında uygulanmış gönüllü olmayan ötanazi (involuntary euthanasie) çağdaş etiğin ve hukukun reddettiği bir uygulamadır. Bugün ötanazinin yalnızca kişinin istekte bulunduğu ya da isteğini beyan edemeyeceği duruma düşmesi hâlinde geçerli olacak bir belge bıraktığında uygulanabilirliği tartışılır.

Ötanazi uygulamasında üç yol izlenir. Bunlardan ilki pasif ötanazidir. Eğer hastalık geri dönüşsüz bir seyir izlemekteyse, yaşamı uzatmayı sağlayan tıbbi müdahaleler hastanın isteği doğrultusunda kesilir fakat bedensel bakıma ve ruhsal desteğe devam edilir. Bu uygulama yalnızca hastalar için değil kaza geçirmiş kişiler için de tatbik edilebilir.

Dolaylı ötanazi ise ölmek üzere olan hastanın bir taraftan yaşam kalitesini yükseltecek tıbbi uygulamalar diğer taraftan yaşamı kısaltıcı etkilere sahip olduğu durumlar için geçerlidir. Aktif ötanazide ise kişi, ölüme yol açacak enjeksiyon vb. ile kasten öldürülmektedir.

Batılı ülkelerde ölümler hastanelerde gerçekleşir. Son yıllarda ülkemizde de benzer şekilde ölümler hastanelere taşınmış olsa da gerek hastaların gerek hasta yakınlarının pek çoğu nihai sona evlerinde ulaşmak isterler. Bunda en büyük etken hastanelerde yeterli donanımın, yatak kapasitesinin, Batılı ülkelerdeki gibi palyatif bakım ünitelerinin yetersiz olmasıdır. Belki de bu sebeplerden Türkiye’de aktif ötanazi yasak olsa da pasif ötanazi uygulaması azımsanmayacak kadar çoktur.

Belki hatırlarsınız, 2016 yılında 23 yaşındaki kanser hastası oğlunun çektiği acılara son vermesi için yalvarması neticesinde, Salim Biricik oğlunu tüfekle vurarak öldürmüştü. Savcılığın kasten adam öldürme suçuyla dava açacağı düşüncesinde olan avukatı Türkiye’de ötanazinin yasal olmamasının aileyi bu trajik sona sevk ettiği yönünde bir savunma hazırlamıştı.

Ağırlaştırılmış müebbet istemiyle açılan dava neticesinde babaya 15 yıl hapis cezası verildi. Bu dava Türkiye’de eşi benzeri olmayan dava olarak nitelendiriliyor. Ancak yine de bunun emsal teşkil etmesinin suistimallere sebebiyet verebileceğini düşünmeden edemiyorum.

“Ölmeye varmak”

José Saramago’nun Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş adlı distopik romanı, ölümün birdenbire tüm faaliyetlerini durdurduğu bir ülkeyi anlatır. Ülkeye dalga dalga yayılan sevinç, çok geçmeden, bir anda yerini mutsuzluğa ve kaosa bırakır. Zira tüm hayati organları iflas ettiği hâlde kazazedeler, yaşlılar ve ölümcül bir hastalığa düçar olan hastalar ölememektedirler. İnsanları sonsuza kadar yaşlı olarak kalacakları bir gelecek beklemektedir.

Hükûmet, kilise, sağlık kurumları, yaşlı bakım merkezleri, şirketler, aileler ve mafya ölümün ortadan kalkmasının sonuçlarıyla mücadele etmektedir. Fakat birden ülke sınırları geçildiğinde ölünebildiği keşfedilir.

Ya son nefesini bir türlü veremeyen yakınlarını sınırdan geçirip “öldürecekler”dir ya da onların gittikçe yük olarak görülen bedenlerine sonsuza kadar bakmak zorunda kalacaklardır. Bu vicdan muhasebesi insanları ikilemde bırakır. Saramago, ötanaziye dair etik sorulara farklı bir yorum getirir bu romanında. Ve belki de “intihar turizmini” başka bir açıdan tartışmaya açar.

Pek çok romanda İsviçre’ye yapılan sağlık turizmine atıfta bulunur yazarlar. Bilhassa ruhi bunalımdaki hastalar için bir tedavi merkezidir İsviçre. Dostoyevski’nin Budala’sında sara hastası olan Prens Mişkin tedavi için İsviçre’ye gider.

Oğuz Atay da Tehlikeli Oyunlar romanında bir tedavi merkezi olan İsviçre’den şöyle bahser: “Ben mi şaşırdım, yoksa herkes birden cinnete doğru mu yol alıyor? Hikmet’e göre ülkemizde herkes aklını oynatmış; memleketin İsviçre’ye tedavi için gönderilmesi icap ediyormuş.

Ancak bilhassa son yıllarda İsviçre’ye yapılan tedaviye yönelik turizm yerini bambaşka bir “tedavi şekline” bırakmış vaziyette. Daha fazla kimseye yük olmak istemeyen hastalar, yaşlılar son bir “tedavi” için İsviçre’ye doğru yolculuğa çıkıyor. Kendi ülkelerinde yasal olmadığı için karşılanmayan ötanazi taleplerini gerçekleştirmek için her yıl yüzlerce insan Hollanda’ya ve İsviçre’ye gidiyor ve intihar turizmi olgusunun bir parçası oluyor.

İntihar turizmi

İsviçre hukukunda kasıtlı olarak öldürmek hiçbir boşluğa yer bırakmaksızın yasaklanmıştır. Ve fakat aktif ve pasif ötanazi uygulamalarına ilişkin yasal bir düzenleme olmadığı için bu eylemlerin cezai bir yaptırıma yol açmadığı kabul edilmektedir. Ve ötanazi, 1941 yılından bu yana yasal olarak uygulanmaktadır. Ancak yardım alan kişinin karar verme ehliyetine sahip olması, yardım eden kişinin de bu yardımı kendi menfaati için yapmaması/kabul etmemesi şartlarının olduğu durumlarda “yardımlı intihar” gerçekleşebilir.

Buna karşılık, yardımlı intiharı sunan örgütler kendi menfaatlerine göre hareket ettikleri durumlarda bu eylem yasaklanmıştır. Bu sebeple İsviçre’de yardımlı intihar sunan örgütlere yardım almak isteyen kişiler üye olmakta ve üyeliklerine karşılık aidat ve ölümlerinin masraflarını ödemektedirler. Yani, yardımlı intihar için ödenen para, masrafları karşılama amacını aşmadığı takdirde menfaatten sayılmamaktadır.

İntiharın özgür iradeyle gerçekleşen bir fiil olması, yardımlı intiharın da kişinin özgür iradesiyle gerçekleştirilmesini gerektirir. Eylem kişinin hayatına son verecek ilacın damardan zerk edilerek ya da barbitüratın mide tüpü yoluyla vücuda girmesini sağlayarak gerçekleşir.

İsviçre’de bir yılda ortalama 1300 kişi intihar ederken, bu intiharların yaklaşık üçte biri yardımlı intihar örgütleri tarafından gerçekleştirilmektedir. En büyük yardımlı intihar örgütü Exit’in geçtiğimiz yıl 10.078 üyesi olduğu bildirilmiştir. Bunlardan 734’ü 2017 yılında yardımlı intihar ile hayatına son vermiştir. Ancak bu örgüte yalnızca İsviçre vatandaşlarının ve İsviçre’de ikamet eden yabancıların üye olmasına izin verilmektedir.

Fakat Ex International ve DIGNITAS gibi örgütlere İsviçre vatandaşı olmayan ve İsviçre’de ikamet etmeyen yabancıların da üye olmasına izin verilmektedir. Bu da “intihar turizmi” olgusunun doğmasına sebebiyet vermiştir.

İntihar turizminin bana göre en çarpıcı “turistlerinden” biri geçtiğimiz mayıs ayında İsviçre’deki bir klinikte yaşamına son veren bilim insanı David Goodall. 104 yaşındaki Goodall herhangi bir hastalığı olmamasına karşılık yaşam kalitesi bozulduğu gerekçesiyle ötanazi uyguladı.

Avusturyalı Goodall ölümünden önceki son basın toplantısında “Artık yaşamaya devam etmek istemiyorum. Benim yaşımdaki biri, hatta benden daha genç olanlar bile, doğru vakit geldiğinde ölümü seçmekte özgür olmalı” dedi. Bu hadise ile dünya basını yakından ilgilendi. Goodall’ın son yemeği, dinlediği son müzik gündeme geldi. Benim için bu hadiseyi çarpıcı hâle getiren ise Goodall’ın hasta olmasa da kendi bedenini bir yük ve yaşamayı da manasız olarak görmesiydi.

Ötanazi yasal olsa ve fakat Goodall’ın durumunda olan yaşlılar ve hastalar yine de bu hakkı “gönüllü olarak” tercih etmeseler, Saramago’nun romanında olduğu gibi üzerlerinde toplumsal baskı veya devlet baskısı hissetmezler mi sorusu zihnimi kurcalıyor.

Bitirirken, başta sorduğumuzu yeniden soralım. İnsan, hâlihazırda toplumu anlamlandırmak için mi yaşar ve ötanazi ölüm manzarasına tahammül edemeyişimizin bir tezahürü müdür?

“Yaşama ve ölme hakkının” yeniden tanımlandığı günümüz toplumunda bu soruyu etraflıca düşünmeye ihtiyacımız var.