Yazarın trafikle ve otomobille imtihanı

Yüzyılın başından itibaren hayata daha çok giren, kendine dair bir kültür oluşturan otomobil/araba hayatı kolaylaştıran bir araç olmuştur. Bunun yanında geleneksel kültürde önemli bir yere sahip olan hayvanın yerini alarak, bir statü belirleyicisi olmayı da başarmıştır.
Yüzyılın başından itibaren hayata daha çok giren, kendine dair bir kültür oluşturan otomobil/araba hayatı kolaylaştıran bir araç olmuştur. Bunun yanında geleneksel kültürde önemli bir yere sahip olan hayvanın yerini alarak, bir statü belirleyicisi olmayı da başarmıştır.

Yüzyılın başından itibaren hayata daha çok giren, kendine dair bir kültür oluşturan otomobil/araba yaşamın kendisini kolaylaştıran bir araç olmuştur. Bunun yanında geleneksel kültürde önemli bir yere sahip olan hayvanın yerini alarak, bir statü belirleyicisi olmayı da başarmıştır.

Tarih boyunca değişen, dönüşen hayat içerisinde güç gerektiren işlerde ve ulaşımda otomobilin icadına kadar hayvanlar kullanılmıştır. Teknolojinin gelişmesi ile ulaşım ve taşıma aracı olan hayvanların yerini otomobil/araba almıştır. Yüzyılın başından itibaren hayata daha çok giren, kendine dair bir kültür oluşturan otomobil/araba hayatı kolaylaştıran bir araç olmuştur. Bunun yanında geleneksel kültürde önemli bir yere sahip olan hayvanın yerini alarak, bir statü belirleyicisi olmayı da başarmıştır. Mustafa Kutlu’nun Huzursuz Bacak’ta dediği gibi: “Modern medeniyet bir otomobil medeniyetidir ve düzenin ana simgesi trafiktir. Trafikte düzeni sağlayamamış bir ülkenin, mesela siyasette düzen tutturması diye bir şey söz konusu olamaz.”

İstanbul sokaklarında ilk otomobil

Hayvanların kullanılmasıyla yapılan taşıma ve ulaşım yerini buharlı, petrolle çalışan makinalara bırakınca bu ihtiyaçların önemli bir kısmı trenler ve otomobiller ile karşılamıştır. Dünyada kullanılmaya başlanan lastik tekerlekli araçların yaygınlaşmasından Osmanlı da nasibini almıştır. Mustafa Yeni’nin “Osmanlı İmparatorluğu’nda Motorlu Kara Taşıtları (1890-1922)” başlıklı tezine göre Osmanlı coğrafyasına otomobilin ne zaman girdiği konusunda birçok iddia/efsane ortaya atılmıştır. Bir kısmı akla ve mantığa uygun gelmemesine rağmen tekrar edilegelmiştir. Bu iddialara göre ilk otomobil, İngiliz kralı tarafından Sultan Abdülaziz’e armağan edilmiş, ancak dinî otorite onu şeytan icadı kabul edince otomobil Sarayburnu’ndan denize atılmıştır. Bir başka iddia ise şöyledir: Sultan II. Abdülhamid’e Hotchkins ve Daimler marka otomobiller hediye edilmiş fakat evham sahibi padişah bu otomobilleri kullanmamıştır. Yine Sultan II. Abdülhamid, Sadrazam Avlonyalı Ferid Paşa’nın kendi şahsına bir otomobil getireceğini duyunca ona izin vermemiştir. Bir diğer iddia ise II. Meşrutiyet döneminde padişahtan özel izin alan Züheyrzâde Ahmet Paşa’nın ilk otomobili getirttiği yönündedir. Muzıka-i Hümayun’dan Kaymakam Stravolo’nun İtalya’dan ilk otomobili getiren kişi olduğu da iddialar arasındadır.

Kenar mahallelerde otomobilin manası

Türk kültür ve edebiyatına dair birçok malumatı kalıcı kılan gazeteci ve yazar Hikmet Feridun Es, yaşadıkları ve eserleriyle unutulmazlar arasına girmiştir. Kendini Türkiye’nin “ilkler” kuşağından sayan Es’e göre onlar kadar “ilk” gören ve “ilkler” yaşayan bir başka nesil olmamıştır. Çocukluğunda ilk otomobiller İstanbul sokaklarında dolaşmaya başlamıştır. Ama bir gün onun mahallesine bir otomobil girince yer yefrinden oynamış, mahallelinin gündemini meşgul etmiştir. İstanbul’da günde bir, haftada bir, hatta ve hatta ayda bir otomobilin girdiği mahallelerde otomobil, otomobil değildir de sedye gibi hastalık, ölüm kaza belâ anında kullanılan bir ambulanstır. Hikmet Feridun Es, Kaybolan İstanbul’dan Hatıralar’da yatıya gittiği Aksaray civarındaki bir mahallede gece yarısı, müthiş çığlıklarla, dışarıda kopan kızılca kıyametlerle gözünü açıp pencereye koşmuştur. Uyurken kapkaranlık olan sokağa giren otomobil sokağı şimdi gündüz gibi aydınlanmıştır. Bütün mahalleli ellerinde idare lambaları, sırtlarında gecelik, ayaklarında terlik, takunya dışarı fırlamış, otomobilli evin önünde bir kalabalık oluşturmuştur. Bazı pencereler açılmış, örtülü başlar dışarıya uzanmış, telâş kargaşa birbirine karışmış bir hâl içerisinde aşağıya inip, meseleyi sorup soruşturmuştur: “-Komşunun damadı eve otomobille gelmiş! -Eee ne çıkar bundan, dediler:

-Oğlan bir kazaya mı uğradı da böyle otomobille geldi diye, meraka düşmüşler. Halbuki bir parça sarhoşmuş. Kenar mahallelerde hep böyledir. Maazallah damat bey yahut mahdum bey veyahut gelin hanım otomobille evine gelmesin! Hemen büyük hanım ‘Aman bizim çocuğu vurdular mı?’ diye düşüp bayılır. Hanımın, “Ay evladım tramvaylar altında mı kaldı?” diye fenalığı tutar. Büyük peder, “İşte çapkınlığın sonu budur”, diye bin bir mütalaa yürütür, tahminler yapar. Yani bu mahallelere otomobille gelmek hiç tekin değildir. Hele bilhassa gece olursa… Sanki damat beyin, mahdum beyin, gelin hanımın, kerime hanımın otomobil altında kalmadan, tramvay altında ezilmeden, kavga edip vurulmadan, yolda üzerine fenalık gelip düşerek bayılmadan otomobile binmesinin imkânı yokmuş!”

At’a mersiye

Türk edebiyatının farklı türlerinde kendine yer bulan “at”a dair usta şair Necip Fazıl Kısakürek’in Türkiye Jokey Kulübü’nün ısmarlamasıyla 1958’de kaleme aldığı At’a Senfoni adlı benzersiz eseri bu sahanın başucu kitabı olmuştur.
Türk edebiyatının farklı türlerinde kendine yer bulan “at”a dair usta şair Necip Fazıl Kısakürek’in Türkiye Jokey Kulübü’nün ısmarlamasıyla 1958’de kaleme aldığı At’a Senfoni adlı benzersiz eseri bu sahanın başucu kitabı olmuştur.

Fetih ve asalet sembolü olan at, insanın ehlileştirdiği ilk hayvan olarak insanla birlikte anılmaktadır.Tüm milletlerde olduğu gibi Türklerde de at, hayatın her safhasında yer almıştır. Türklerin göçebeliği döneminde nerdeyse aileden biri sayılan at için Türkçede onlarca kelime bulunmaktadır.Bu yönüyle Türkçenin, Türk kültürünün önemli bir parçası olan at, maddi olmasa da manevi olarak hâlâ hayatın içindedir. Türk edebiyatının farklı türlerinde kendine yer bulan “at”a dair usta şair Necip Fazıl Kısakürek’in Türkiye Jokey Kulübü’nün ısmarlamasıyla 1958’de kaleme aldığı At’a Senfoni adlı benzersiz eseri bu sahanın başucu kitabı olmuştur. Samim Kocagöz, Telli Kavak’ta “kız otomobille değil atla kaçırılır” dese de otomobilin yaygınlaşması ile hayattan çekilen ata dair görüşleri okumak isteyenler M. Kayahan Özgül’ün Ötüken Neşriyat’tan çıkan Bindik Bir Alamete kitabına müracaat edebilirler.

Otomobillerin yeni yeni çoğaldığı İstanbul’u yaşayan, aynı zamanda otomobille gezmek gibi bir zevki de olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, atların askeri anlamda hâlâ var olması gereğini Milliyet gazetesinin 4 Ekim 1928 tarihli sayısında yayımlanan “Motör mü, Hayvan mı?” başlıklı yazısında şöyle anlatmıştır: “Motör, benzin ile işler. Memleketimizde ise, şimdilik motörün gıdası yoktur. Yeryüzünde mevcut bütün motör gıdalarının tarlaları İngiliz, Amerikan ve sâire gibi kuvvetli milletlerin kontrolü altındadır. Binâenaleyh, milletimiz kendi harp kuvvetlerini yani düşmanlara tevcih edilecek ateşin hareketini motöre istinad ettirmek sûretiyle teşkîlâtını yaparsa, o halde süvarî ve piyadelerimizi taşıyacak, toplarımızı çekecek ve ağırlıklarımızı nakledecek olan bütün bu motörler, bu cansız hareket vasıtaları en hayatî ehemmiyeti hâiz bir dakîkada kötürüm ve işe yaramaz bir halde kalacaklardır. Bunun mânâsı da millî mevcûdiyetimizi müdafaadan ferâgattir. O halde, hayvan hayvan hayvan... Kendimiz gibi kahraman, mert ve sadık ve uysal beygirlerimize, kısraklarımıza sarılalım. Ecdadımızın ordularını Viyana kapılarına kadar sürükleyen ve kendi aziz evlâtlarımız kadar sevgili tuttuğumuz cesur dört ayaklı nesle sarılalım.”

Buna karşın “Arabalara acıyorum, çünkü onlarla beraber atlar da ölecek.” diyen Cenap Şehabettin “otomobil ile on beş, yirmi gün seyahat et[miş]”, süratin verdiği garip bir sarhoşluk ve gurur olduğunu yazmıştır. Yazısının devamında “Zamanımızda yalnız harp zenginleri ile nazırlar otomobillerinde giderken beygirden bahsediyorlar: Kırk beş yahut altmış beygir kuvvetinde diyorlar... Vah biçare at, demek ki bundan sonra beygir kuvveti namıyla ancak ta’birat-ı mihanikiyye sırasında akla geleceksin!” diyerek at’a mersiye yazmıştır. Ata son bir şans vermek istemiştir: “Atlar da bilmem dikkat ediyor musunuz, öyle uslandılar ki ... Güya ma’ruz oldukları cereyan-ı inhitat onların sirkelerine su kattı: Şimdi hiç onların omuz başımızda şahlanması ihtimali bizi ürkütmüyor. Hiçbir kadını işitmiyorum ki çocuğuna: ‘Kenara çekil kızım at çiğneyecek!’ desin. Bir zaman bizi korkutan eski haşarılığını o kadar unuttu ki şimdiki hâliyle bize kendisini acındırıyor. O artık hiç kimseyi ezmek iddiasında değil, bilakis her an kendisinin dört ayağı, hissediyor ki, otomobilin dört tekerleği altında hurdahaş oluyor!”

Celâl Esat’ın korkudan binemediği otomobil

Manda arabaları, sokakları elektrikli tramvay ve otomobillerle paylaşırken zamanla otomobil sesleri artık İstanbul sokaklarını doldurmaya başlamıştır. Taha Toros Mazi Cenneti’ndeki bu yılların İstanbul sokaklarında ilk otomobilin 1901’de Celâl Esat Arseven tarafından kullanıldığını yazmıştır. Teknolojik yeniliklere ilgi duyan Celâl Esat’ın, özel izinle sipariş ettiği üç tekerlekli otomobil, devrinin alay ve korku konusu olmuştur. Celâl Esat’in ilk önce üstüne binemediği ve nasıl korktuğunu kahkahalarla anlattığı otomobili Nazım Hikmet’in “Nikbinlik” şiirinde yazdığı gibi saatte 160 kilometre değilde belki de 16 kilometre gidiyordu. Celal Esat, buna rağmen bu araca ilk defa Kadıköy’de yakın dostu Salah Cimcoz’la birlikte binmiştir. Kendi kendisine yol alan bu atsız arabanın çıkardığı gürültü üzerine halk yola toplanmıştır. Polislerle bekçiler bu araç karşısında şaşırmışlar ve üstündekilere bu aracı durdurmaları için avazları çıktığı kadar bağırmıştır. Bu aracı canavar olarak niteleyen İstanbulluların ahı tutmuş olacak ki, bir müddet sonra otomobil Salah Cimcoz’un evinin bahçesindeki bir tahta sundurmaya çarparak parçalanmıştır.

Namık İsmail’in arabası

Hikmet Feridun Es Kaybolan İstanbul’dan Hatıralar.
Hikmet Feridun Es Kaybolan İstanbul’dan Hatıralar.

Hikmet Feridun Es Kaybolan İstanbul’dan Hatıralar’da çocukluğunda İstanbul sokaklarında çoktan dolaşmaya başlayan ilk otomobillerin yaşadığı mahalleye geldiğinde mahallelinin kıyamet kopmuş gibi davrandığını yazmıştır. Otomobilin peşinde, çığlıklar atarak koşan çocukların yanında mahalleli pencereye çıkmış otomobil almıştır. Kaleme aldığı Üç Katlı Ev romanında toplumda yaşanan sosyal, ekonomik, siyasi sorunların sebebini üniversite sistemine bağlamıştır. Bu tespite göre eğitimsiz insanların iş hayatına atılmasıyla eğitim-öğretim görmemiş bu insanlar zenginleşmiştir. Roman kahramanı İbrahim’in ifadesiyle sokaklarda yayalara dahi yer bırakmayacak kadar çoğalan “şu caddeler dolusu otomobillere bak, yayalara yer kalmadı be!” Otomobili herkese layık görmeyen, şartlarını zorlayarak bir otomobil alan Yusuf Ziya Bey, 16 Şubat 1926’da, saat on yedi buçukta refikası Güzide Hanım’la Arnavutköy’e gitmek üzere aracına binerek Sirkeci’den yola revan olmuştur. Otomobil Karaköy’de Abdullah Efendi Lokantası’nın önüne geldiği sırada karşısına çıkan tramvaya yol vermek üzere direksiyonu kırmaya mecbur olmuştur. Bu esnada gelmekte olan Ortaköy - Aksaray hattında Vatman İzzet’in idaresindeki tramvay birdenbire Yusuf Ziya Bey’in kullandığı otomobile çarpmıştır. Sadmenin tesiriyle otomobilin ön dingili ile çamurlukları tamamen parçalanmış, arka kısmı da çökmüştür. Yusuf Ziya Bey’in geçirdiği tehlikeli otomobil kazası hakkında 17 Şubat 1926 tarihli Milliyet gazetesinde çıkan “Tehlikeli Bir Kaza” başlıklı imzasız yazıda kazanın sebebi şöyle açıklanmıştır: “Vatman İzzet, zabıtaca isticvab edilmiş ifadesinde: Tramvayın frenlerinde bozukluk olduğunu kumpanyaya daha evvel ihtar eylediğini ancak buna rağmen aynı arabayı cere mecbur olduğunu söylemiştir. Kazazedelere lehülhamd bir şey olmamıştır. Yusuf Ziya Bey’e geçmiş olsun.”

Dolmuş ve otobüs yüzü görmeyen İstanbul yazarı

İstanbul’un özellikle Boğaziçi’nin tabii ve tarihî güzelliklerini anlattığı eserleriyle tanınan; roman, hikâye, anı, eleştiri, şiir gibi farklı edebi türlerde eserler kaleme alan Abdülhak Şinasi Hisar nev-i şahsına münhasır bir kalemdir. Eşi benzeri bulunmaz bir temizlik hastası olan Hisar, temizlik ve titizlik tutkusunu, benliğini saran bir virüs gibi ölünceye dek taşımıştır. Hassasiyetlerinden ve takıntılarından dolayı bazı ruhi sıkıntılar yaşamış, bir otobüs veya dolmuşa binmemiş, kalabalık bir kaldırımda yürüyememiştir. Vehimli, titiz Abdülhak Şinasi’nin kişilerin hürriyetini sınırlandıran, mikrop yuvası otobüse, dolmuşa binmediği hep taksiyi tercih ettiği uzun süre yanında bulunan Taha Toros’un Mazi Cenneti’nde nakledilmiştir.

Şeytan arabasında curcuna

1890 ile 4 Kasım 1968 arasında yaşamış, gazeteci ve eleştirmen kimliği ile ön plana çıkan Refi Cevat Ulunay, roman, anı, gezi yazısı, inceleme-eleştiri türünde yazdığı eserlerle ve yaptığı çevirilerle de tanınmıştır. Refi Cevat’ın Milliyet gazetesinin 17 Mart 1957 tarihli sayısında yayınladığı “Araba Sevdası” başlıklı yazısında, “Fazla muhafazakâr olduğumdan mıdır, nedir, hiçbir zaman bir otomobilim olsun istemedim. (…) Ah nerede, o gençliğimizdeki İngiliz kısrakları koşulmuş Bato arabalar? İnsan gezmenin, hava almanın sefasını çıkarıyordu. Şimdi kaplumbağa gibi; kapanık, daracık, bir kabuğun içine tıkılıyoruz. Yarım saatte gideceğimiz yere on dakikada varıyoruz. Ve gene kasvetli kutu ile işimize koşuyoruz” demiştir. Arı müstearıyla Gıdık dergisinin 16 Aralık 1910 tarihli sayısında “Otobüste” başlıklı yazısında “şu şeytan arabasına ben de bineyim” diyerek geliniyle birlikte hayatında ilk defa otobüse binen bir kadının yol boyunca durmadan yüksek sesle konuşarak yolcuları rahatsız etmesine yer verilmiştir. Aracın sallanmasından tutunda, rahat hareket edemediği için her şeyden şikâyet eden kadının Çemberlitaş’ta otobüsten inmesiyle yolcular rahat bir nefes almıştır. Refi Cevat “otobüs patlamasa da birazdan ben patlayacaktım” diyerek, kadından illallah edişini de kaydetmiştir. Yeni Sabah gazetesinin 26 Kasım 1944 tarihli sayısında yer alan “Bayram Sefası” başlıklı yazısında trenle evine dönmekte olan yazarın bindiği vagona bir grup çingene de binmiştir. Müzik aletleri yanlarında olan çingeneler çalıp oynamaya başlayınca diğer kompartımandaki insanlar da çingenelerin olduğu kompartımana gelerek bu eğlenceyi büyük bir zevkle izlemiştir.

Lüsyen Hanım’ın Şair-i Azam’a hediyesi

Maceralı bir hayatın kahramanı olan Abdülhak Hamit Tarhan’ın dördüncü eşi Lüsyen Hanım’dır. “Makber” şairi Abdülhak Hâmid, kendisinden kırk yaş küçük olan Belçika-Fransız melezi Lüsyen Hanım’la çıkan dedikodulara kulak tıkayarak evlenmiştir. Otomobil kelimesi ile sahiplerinin adlarının yan yana gelmesinin zor olduğu yıllarda Şair-i Azam Abdülhak Hâmid Tarhan’a Lüsyen Hanım tarafından bir hediye takdim edilmiştir. Edebiyatımızın en ilginç mizaçlardan biri olan çocuk ruhlu Abdülhak Hâmid Tarhan bu hediye ile coştukça coşmuştur. M. Kayahan Özgül’ün Bindik Bir Alamete kitabına göre Lüsyen Hanım, biricik eşi Abdülhak Hâmid’in otomobilsiz kalmasına dayanamamış da 1937’de kendi parasıyla bir otomobil alıp ona hediye etmiştir. Bu sayede, Hamid’i akşamları Cercle d’Orient’ın şöminesi başında, bir koltuğa gömülmüş otururken görmek kolaylaşmıştır.

Rızkını yollarda arayan romancı

Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım.
Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım.

Edebî kişiliğini toplumcu gerçekçi bir tarzda ortaya koyan yazar ve şair Sabahattin Ali gerek romanları gerekse hikâyeleri ile Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatını etkilemiştir. Farklı süreli yayınlarda eserleri neşredilen Sabahattin Ali, Mehmet Ali Aybar’ın çıkardığı Zincirli Hürriyet’teki bir yazısından dolayı kovuşturmaya uğramıştır. Bundan dolayı cezaevine girince işini kaybeden yazar tahliye olunca bir kamyon ile yük taşımacılığına başlamıştır. Zekeriya Sertel’in Hatırladıklarım’da ifade ettiği üzere “Bir kamyon alarak lstanbul’la Anadolu arasında nakliyat işlerinde çalışır görünecekti. Mademki, yazarlık yapamıyordu, şoförlük yaparak hayatını kazanacaktı.” Arkadaşlarından avukat Mehmet Ali Cimcoz’un vesilesiyle ressam Melek Celal Sofu’nun kamyonunu işletmiştir. Melek Celal Sofu, adı solcuya çıkmış Sabahattin Ali’yle iş tutmaktan çekindiği için kamyonun ruhsatı Adalet Cimcoz’un üstüne yaptırmıştır. Asım Bezirci’nin Sabahattin Ali kitabına göre “Sabahattin Ali cezaevinden tanıdığı şoför Salim’i de yanına almıştı. Adana ve Urfa’ya onunla iki sefer yapmıştı. Gelgelelim, yolda -Bolu ile Gerede arasında- arabanın makası kırıldığından eline pek az para geçmişti. Başında kasketi, ayağında lastik çizmeleri, sırtında kamyoncu gocuğuyla dolaştığı yerlerden fotoğraflar çekmiş, ailesine postalamıştı.” Ali, kamyon şoförlüğü sırasında Kırklareli’nden yurtdışına çıkmak isterken Ali Ertekin adında bir kişi tarafından öldürülmüştür. Kamyon onun eserlerine de girmiştir.

Otobüsü bir türlü yakalayamayan şair

Her İstanbullu gibi şehri dolaşmayı seven Behçet Necatigil, Cağaloğlu’na gideceği günler Beşiktaş’ta Dikilitaş’tan kalkıp Eminönü’ne giden otobüse binmek istediğinden bu otobüsün hareket saatlerini bir kenara hep not etmiştir. Ancak bütün bu çabasına rağmen otobüsün hareket saatini tutturamamıştır. Behçet Necatigil, Doğan Hızlan’la yaptığı bir TV konuşmasında da aynı konuya şu cümlelerle değinmiştir: “Kent dolaşmaları çok sevdiğim bir uğraş, yan uğraş. Çok da yararlı. Ama gitgide dolaşmalar zorlaşıyor. Çünkü benim dolaşmasını sevdiğim semtlere gidebilmem için taşıtlara binmem gerek. Ya da uzun bir süre kaldırımlarda yürümem gerek. Kaldırımlarda arabalar dolu, yayalara geçit yok. Taşıtlar adam almıyor. Belli bir otobüsü bir durakta bekliyorum. Önce kaç kere not etmişimdir. Bu otobüs terminalden şu saatte hareket eder, şu dakikada buradan geçmesi gerekir. Emin ol, bazen bir saat otobüs beklediğim oluyor.” Necatigil’in, İETT’ye yazdığı 28 Haziran 1977 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanan mektubunda büyük şehir trafiğinin düzensizliği hususundaki serzenişlerini yansıtmasının yanı sıra şairin toplumsal duyarlılığını göstermesi bakımından da ilgi çekici bir metin olarak karşımızda durmaktadır. Edebiyat arkeoloğu, velud bir kalem, iyi bir araştırmacı olan Dr. Necati Tonga, iğne ile kuyu kazmak misaliyle bu mektubu gün yüzüne çıkarmıştır. Necati Tonga’nın Nihayet dergisinde neşrettiği “Behçet Necatigil’in Unutulmuş Bir Mektubu” başlıklı yazısında Necatigil’in külliyatına girmemiş, bahsimize konu “Milliyet’e Mektup: Nereye Hangi Araç Gider Bilen Yok” başlıklı açık mektubu aşağıda dikkatlere sunulmuştur:

“İstanbul büyüyor, nüfusları artan yeni yerleşim bölgelerine zaman zaman yeni otobüs-troleybüs seferleri konması gerekiyor. Belediyemiz bu ulaşım ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyor. Otobüs levhalarında adlarını gördüğümüz uzakça semtleri çoğumuz bilmiyor, işimiz düşer de gitmemiz gerekirse, otobüsü ne zaman, nerelerden geçer, sormak araştırmak zorunda kalıyoruz.

Bırakın bu yeni siteleri, İstanbul’un kıdemli bölgelerinde bile otobüs-troleybüs kaç dakikada nereden geçer, ilk ve son seferler saat kaçtadır? Oralara sürekli gidip gelmiyorsak bunların bile cahiliyiz. Biletçilere de her zaman sorulmuyor, işleri başlarından aşkın. Terminallerde çeşitli otobüslerin sefer saatlerini belirten listelerden vatandaş yararlanamaz. Ben sadece Beyazıt’ta bu listelerin, isteyenin not alabileceği şekilde, görünürde olduğunu gördüm. Örneğin Eminönü’nde o kadar terminal ve planktonluk vardır, görevliler ancak ısrarla sorarsanız ve sabırlıysalar söylerler size hareket ve sefer saatlerini.

Ben şunu öneriyorum: Denizcilik Bankası’nın Şehir Hatları İşletmesi’nin yaptığı gibi, İETT İdaresi de, yaz-kış farkı olmadığına göre, yılda bir kere olsun, bütün otobüs ve troleybüslerin gidiş-dönüş yollarını, ilk ve son sefer saatlerini, diğer seferlerin kaç dakikada bir yapıldığını ayrıntılarıyla gösteren bir tarife bastırmalı, isteyen vatandaş bunu vapur tarifelerinin iskelelerde satışı gibi, ilk duraklardaki görevlilerden parasıyla satın alabilmelidir. Böyle bir İstanbul Belediye Otobüs ve Troleybüsleri Tarifesi, masrafını haydi haydi çıkardıktan başka, idareye az çok bir gelir de sağlar. Geliri düşünülmesin, vatandaşa gerçekten bir hizmettir.

Behçet Necatigil/Beşiktaş.”

Otobüste roman mevzusu çıkaran yazar

Uzun süre Cumhuriyet gazetesinde “Evet/Hayır” adlı köşenin yazarlığını yapan gazeteci yazar Oktay Akbal dört cilt halinde yayınlanan günlükleriyle iç alemini, yaşadıklarını kayda geçirmiştir. Otobüsle Çemberlitaş’a giderken en büyük zevklerinden biri olan ve kendisine malzeme çıkaran otobüs âlemini ve dışarıdan gördüklerini seyre dalmıştır. İyi bir gözlemci olan Oktay Akbal Geçmişin Günleri’nde otobüs penceresinden görünenleri şöyle anlatmıştır: “Otobüs, troleybüs öyle ağır ilerliyor ki, pencerenin dışında ne görüyorsam ezberliyorum tek tek. Sabahın sekizi işe koşanlar, dolmuş bekleyenler, arabalarda, otobüslerde gidenler. Hep yüzler, yüzler. Değişik değişik, öylesine de birbirinin eşi insan yüzleri. A. Oktay ‘Her yüz bir öykü yazar’, demişti şiirinde. Romanlar yazılı bu yüzlerde. Hiç de iç açıcı değil bu romanlar. Bir gülen olsa, şöyle mutlu bir yüz görebilsem! Sanki bu sabah, insanlarımız topluca bir cenaze törenine çağrılmışlar. Böylesine çatık kaşlar, kapkara bakışlar görülmemiştir. Çocuklar, gençler, kızlar, kadınlar, hepsi öyle. Beşiktaş’tan Sirkeci’ye dek yüzlercesini teker teker seyrettim. Bir tanesi gülüverse bir kahkaha atıverse, yanındakine sevgiyle, duyarlıkla bakıverse, şöyle tatlı bir şaka yapıverse... Büyü çözülecek sanki. Olmadı, sabah insanları katran gibi bir sıvının içinde batmışlar, ancak kolları, parmakları kalmış o batağın dışında. Bir de acılı yüzleri... Belki de suç, bu ağır ağır geçen otobüsün...”

Akbal, Yeryüzü Korkusu’nda Montaigne’i otobüste okumaya başladığını ve notlar aldığını söyler. Bu sırada otobüste gördüğü yolcuları günlüğüne şöyle not etmiştir: “Birden gözüm takıldı kanepenin yanında ayakta duran kara kuru çocuğa. Virgül demeli buna, kapkara bir virgül. Kir pas içinde. Çengelli iğneyle tutturulmuş paltomsu ceketi. Ellerinde kına izleri. Denizi gördü birden. Gözlerinin içi aydınlandı. Sevindi, bir şeyler söyledi. Boyacı, çırak, hergele, hırsız, her şey, her şey olabilir. (…) Güldü birden. Babası yer buldu oturdu. Bıyıklı, kasketli, sakallı bir adam. Virgül yanında, omzuna dayanmış. Gidiyorlar bir yere. Hepimizin gittiği gibi, onlar da gidiyorlar her sabahki yaşam yollarına.”

Oktay Akbal; Yaşar Nabi Nayır, Cevat Orhan Tütengil, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Necati Cumalı, Nurer Uğurlu, Sami Karaören, Tahir Alangu gibi dostlarıyla otobüsle Abant’a ardından Ankara’ya devam eden bir yolculuk yapmıştır. Akbal o seyahati Geçmişin Kuşları’na şöyle kaydetmiştir: “Cumalı öykülerini anlattı. Yazdıkları, yazacakları. Ne tatlı dinlenir Cumalı’nın konuşmaları! İçi saydam bir kişi! Hep Necati Cumalı’lığını korumuş, kişiliğini bozmamış yaşam gürültülerinde. Dağlarca, Alangu’yla yan yana. Takılıyoruz Alangu’ya ‘Ben de Yanıldım’ diye yazacaksın bir gün diyorum. Tatlı kahkahaları çınlıyor taşıtta. Bir mutluluk var bu dostluk havasında. Yaşamın güzel bir günündeyiz. Sevilen, aynı dili konuşan kişiler bir arada olunca böyledir. Abant’ta yemek, çamlıkta gezinti, resimler. Gene otobüs. Akşamın ilk saatlerinde Ankara, otel. Yenişehir’de yemek. Kurultay yarın başlayacak. Bir soğuk rüzgâr. Bu nasıl temmuz rüzgârı!”

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım