Yeni Dini Hareketlerin mana ile imtihanı

. İnsan, hem mananın en içre kaynağı hem de onun bulucusudur. İnsan olmasa mana biraz yoktur çünkü mana gizli kalır, bilinemez.
. İnsan, hem mananın en içre kaynağı hem de onun bulucusudur. İnsan olmasa mana biraz yoktur çünkü mana gizli kalır, bilinemez.

İnsan mana üzere yaşar ama daha önemlisi bütün bir dünya mana ile kaimdir, onunla ayakta durur. Mana, yukarı ile aşağı ya da öte ile bura arasındaki irtibattır. İnsanın dünyadan emdiği baştan aşağı manadır.

Günlerden bir gün, seyr-i âlem içinde Bizim Yunus’un dilinden mana ile ilgili şu sözler dökülür:

  • Bir isen birliğe gel ikiyi bırak elden
  • Bütün mana bulasın sıdk u iman içinde

Bu yazının konusu yeni dinsel hareketlerin “metafizik zemini”ni mümkün kılan iki ayak olan fenomenoloji ve psikoloji. Böylesi bir konuya Yunus’la başlamak paradigmatik bir sapmadan ziyade asli olan bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Çünkü yeni dinsel hareketler terkibi “yapıbozum”a uğratıldığında görülecektir ki bu hareketleri mümkün kılan onların mana ile ilgili varsayımlarıdır. Başka bir deyişle, yeni dinsel hareketleri Yunus’la aynı yazı içinde zikretmenin en geçerli gerekçesi mana meselesi üzerine söz söylemeleri. Bir yanda her daim diri, derviş, Bizim Yunus, bir yanda eklektik, nevzuhur, kimin elinin kimin cebinde belli olmadığı, dün olmayan, belki yarında, anda olmayı, kendi varlığının sonluluğuyla işaretleyen, sakatlayan yeni dinsel hareketler. İşte meydan: Başlasın yokluk oyunu.

Dünya içi dolu manadır

İlkin şöyle diyelim o halde: İnsan mana üzere yaşar ama daha önemlisi bütün bir dünya mana ile kaimdir, onunla ayakta durur. Mana, yukarı ile aşağı ya da öte ile bura arasındaki irtibattır.

İnsan, mananın açığa çıkmasına aracılık eder; bakışıyla ve duyuşuyla onu sezerek saklılıktan açıklığa taşır.
İnsan, mananın açığa çıkmasına aracılık eder; bakışıyla ve duyuşuyla onu sezerek saklılıktan açıklığa taşır.

İnsanın dünyadan emdiği baştan aşağı manadır. Dünya kelimesi “aşağıda veya beri tarafta olan” anlamına geliyorsa bu bize, her dünya deyişimizin aslında -kendisinin dışında ve ötesinde- saklı bir dünya olmayana işaret ettiğini söyler. İşte mana, aşağı ile yukarı arasındaki bu garip ilişkiyi anlatır. Aşağıyı yukarıya bağlayan bağın adıdır mana. Denilebilir ki dünya, içi dolu manadır çünkü iş(ler)in bir ötesi vardır; ötesi olanın manası olur, mana öteden gelir, içe sızar, “olan”ı manalandırır; olanı, her neyse o yapar.

Yunus Emre’nin bizi birliğe çağırdığı ve iman içinde bulacağımızı salık verdiği mana ötenin, buranın ve bu ikisi arasındakilerin birbirine iliştiren bağın adıdır. mana, bütün olan bitenin ne demeye geldiğini söyler.

Yahu, nedir bu olan biten, birisi ne olur söylesin bize Allah aşkına neler olmakta burada, tam da şimdi, şu an?

sorusunda/feryadında dile gelen ve dahi tam da Yunus’un sıdk u iman içinde bulduğunu söylediği hakikattir.

Yunus’un birliğin yegâne nişanesi olarak işaret ettiği mananın içinden bakmak ister bu yazı yeni dinsel hareketlere. Yeni dinsel hareketlerin ne türden bir zemin üzerine oturduğu bu anlamda bizi mana tartışmasına götürür çünkü bu hareketlerin kendisini “gelenek”ten kopartarak -kelimenin gerçek anlamıyla- bu hareketleri nev zuhur kılan, yani kendini bir geleneğin içinde gör(e)meyip varlığı bir insan ömrü bile bitmeden son bulan varsayımlar envanteri, onların mana ile ilgili kabullerinde saklıdır. Öte yandan bu türden (herhangi) bir hareketin mana üzerinden işleyen boyutunun içinde bulunduğu habitustan beslendiğini görmek, bu hareketlerin teorik kabullerinin nerelerden süzülüp geldiğini anlamamıza yardımcı olacaktır. Dolayısıyla yeni dinsel hareketlerin mana ile ilgili kabulleri bize bir yandan bu hareketlerin “teorik” zeminlerini gösterirken bir yandan da bu teorik varsayımların altında yatan ve onları açığa çıkartan “metafizik” temeli ve onun dolaylı varyasyonlarını da görmemizi sağlar. Bu dip zemin, yani yeni dinsel hareketlerin metafizik temeli, kabaca söylendiğinde, fenomenolojik ve psikolojik tutumdur.

Önce mana ile ilgili düşünmeye biraz daha devam edelim o halde. İnsan, hem mananın en içre kaynağı hem de onun bulucusudur. İnsan olmasa mana biraz yoktur çünkü mana gizli kalır, bilinemez. Daha doğrusu insan, mananın açığa çıkmasına aracılık eder; bakışıyla ve duyuşuyla onu sezerek saklılıktan açıklığa taşır. Mana o andan itiberen görünür olur ama bu mananın büsbütün insana bağlı bir süreç olduğunu söylemez. İnsanın yukarı ile aşağı arasındaki ikircikli ve paradoksal önemi de buradan gelir bir bakıma: mana, evet, insan bakınca belirir, sanki ondan önce yokmuş gibi; ama aynı zamanda insan, ancak yukarıdan emdiğiyle dünyasını manalandır; manadan pay alır, paylanır.

  • Mana, bütün bir dünyanın, dünya içre, gömülü olan insani durumunun -öteyle ilişkisini kurmak suretiyle- teminatıdır. İnsanlık manayla kaimdir ama aynı zamanda mana yukarının da habercesi, taşıyıcısı ve işaretidir. İnsan, mana doludur zira ancak böylece var olur, varlığı tam da budur.

Daha doğru bir ifadeyle, insanın varlığının yukarıyla olan irtibatı onu mana içre var kılar. Dünya insanın dünyasıysa ve dünya ötede olanın, yukarının aşağısında olanı anlatıyorsa bu, insanın ancak ve ancak bu öteden ve ondan gelen manadan payına düşeni aldığı oranda mümkün olur.

İnsan, yukarıyla aşağı arasındaki döngünün, alış verişin tam ortasındaki oluşun adıdır.
İnsan, yukarıyla aşağı arasındaki döngünün, alış verişin tam ortasındaki oluşun adıdır.

Bu anlamda insanın mana arayışı, bir yandan yukarıyla, kendi ötesinden haber verir bir yandan onun varoluşuna zemin olan bu dünyanın zeminini sesler bir yandan da kendi varlığını her an mümkün kılanın içinden kendine bakması anlamına gelir. İnsan, mananın izini sürer, yani yöneldiği, istediği budur; hatta denilebilir ki insanın bizatihi yönelimi tam olarak bu, yani manalılıktır. İnsan kendini, kendi için, kendisi işleme koyar. Bütün bunlar, hem bir manayla olur hem de aranılan yine mananın kendisidir. Mana ile başlayan süreç mana ile son bulur: İnsan, baştan aşağı mana olan bu sürecin arasındaki boşluk olarak, mananın kendi üzerinden akmasına izin veren imkânın adıdır. Öteden taşan ve buraya -dünyaya- akan manasına eşlik edebildiği oranda insan kendi manasını bulur; mananın harmonisine, ahengine, şarkısına eşlik eder.

Dolayısıyla mana (insanın) kendisine öteden gelen seslenişle, kendisini kendisinde aramasıdır aslında. İşte söz konusu bu mana arayışının, hiç şüphesiz en büyük taşıyıcısı (hak) dinlerdir. Çünkü dinlerin mana ile ilgili formülasyonu yaygın ve geniş bir alana yayılır; yani ne var ise onu bir mana ile birlikte işaretlerler ve bu yüzden dinlerin iç tutarlılığı da bir o kadar yoğun ve yüklüdür. Yaygın ve geniştir çünkü dinlerin bize salık verdiği mana, tekrar edilecek olunursa, öteden gelir, dünya içre yol kateder ve insan üzerinden dolayımlanarak, onun her temasını manalandırır. İç tutarlıdır çünkü o tasarımını ikili bir yapı üzerine kurar ve bu “model” mananın anlaşılabilirliğinin teminatı olur. Yani öte ve burası üzerine kurulan ikili bir yapı vardır ve insan bu ikisi arasında, eğer becerebilirse, bir köprü olarak, birliği sağlar; mananın kesintisiz bir şekilde öteden buraya akmasına vesile olur, aracılık eder. Ve nihayet yüklüdür çünkü insanın dokunarak bir mana görmediği, bilmediği ve bulmadığı herhangi bir şeyin insana söyleyecek sözü yoktur. Dolayısıyla da yüklü olmak, insanın şeylerden aldığı, kendisinin kıldığı ve tekrar onlara iade ettiği bir hareketin adıdır. İnsan, yukarıyla aşağı arasındaki döngünün, alış verişin tam ortasındaki oluşun adıdır.

Fenomenoloji ve psikoloji

İşte yeni dinsel hareketler, dinsel olmaları hesabiyle, (hak) dinlerin varsaydığı bu manalılığın zengin mirası üzerinde kendilerini konumlandırırlar; yani dinsellik iddiaları bu hareketlere, dünya ve mana ilişkisiyle ilgili, oldukça da kullanışlı bir şekilde, mümbit bir imkân açar. Açılan bu imkân, mananın alanıdır. Daha doğru bir ifadeyle, dinselliğin manalandırma gücü burada yeni dinsel hareketler tarafından fazlasıyla sahiplenilir ve kullanılır. Ama öte yandan yeni dinsel hareketlerin dinsellik zemini üzerinden mana yüklü boyutla temaslarını belirleyen ve onları standart versiyonuyla dini olmaktan uzaklaştıran/farklılaştırın boyutu ise yeniliğiyle ilgilidir ve bu yeniliğin altında teorik kabullerin geleneksel olmayan iki kaynağı vardır: Fenomenoloji ve psikoloji.

Her ne kadar mananın en büyük taşıyıcısı din(ler) olsa da yegâne taşıyıcısı olmadığını da vurgulamak gerek. Daha doğru bir ifadeyle, son kertede bu dünyanın bir manaya sahip olduğuyla (iç tutarlılıkları gereği) ilgili yegâne açıklama şekli din, dolayısıyla Tanrı’nın varlığıdır evet, ama buna rağmen (hak) dinlerin dışında da dünyanın ne manaya geldiğiyle ilgili açıklama modellerinin olduğunu biliyoruz. Ama dünya ve onun gömülü olduğu boşlukta olan bitenin bir manasının olup olmadığıyla ilgili durum söz konusu olduğunda “gerçekçi” bir mana iddiası taşıyan herhangi bir açıklama dine yahut, bir alan modellemesi üzerinden söylediğinde, dinselliğe yaslanmaktadır, yaslanmalıdır. Başka bir ifadeyle, hak dinlerin işaret ettiği Tanrı’nın varlığına dayanan anlama ve açıklama formu dini ise, dinsellik içeren herhangi bir açıklama modeli (yani yeni dinsel hareketler) örtük olarak bir mananın bulunduğu kabulüne dayanır ve fakat paradoksal bir şekilde bunu insanla başlatıp insanla bitirir. Burada paradoksal olan bir mana üzere olmanın dini bir janr yahut form içinden türetilmesine rağmen, bu yeni formun (tıpkı yeni dinsel hareketlerde olduğu gibi) içeriğinin dinsel olduğunu ama dini olmadığıyla varsayımıyla ilgidir.

  • Dinsellik, dini olanın alanından fazlasıyla nasiplenir, onun bulunduğu alanda ortaya çıkar, beslendiği imkân (şöyle der dinsel hareketler: Galiba maddemizin/bedenimizin dışında bir şeyler de var dünya da -mana tam olarak burada dile gelir-) bu alana yaslanır ama sadece bu kadar: Dinsellik, dini olandan çıkar ama onu oldukça manipülatif bir şekilde eğip büker, dönüştürür, kelimenin gerçek anlamıyla, araçsal bir kullanıma tabi tutar.

Dolayısıyla yeni dinsel hareketler dini olanın formunu, yani manayı dinden (yeni dinsel hareketlerin “dini olan kısmıdır bu); yeniliğini, bu formun içeriğini, yani maddesini ise tamamen insanla başlatıp insanla tamamlanan bir açıklamadan alan, metafizik zeminini buraya dayandıran açıklama modelleridir.

Yeni dinsel hareketlerin, insanda başlayıp yine onda biten arayışları bu fenomenolojik tutumla birlikte mümkün olmaktadır her şeyden önce.
Yeni dinsel hareketlerin, insanda başlayıp yine onda biten arayışları bu fenomenolojik tutumla birlikte mümkün olmaktadır her şeyden önce.

İşte, fenomenoloji ve psikoloji, yeni dinsel hareketlerin dinselliği dışındaki formunu oluşturan “yeniliğin metafizik zemin olarak” tam da bu noktada devreye girerler. Bu noktada, fenomenolojik tutum, denilebilir ki, yeni dinsel hareketlerin derinlikle ilgili mevcudiyetini oluşturmaktadır. Fenomenoloji mananın derinlikle ilgili kısmını oluşturmaktadır çünkü fenomenolojik bakışın asıl muhatabı pozitivizme yaslanan maddi açıklama (yeni söyleyişle bilimsellik) şeklidir ve tam da bu yüzden, fenomenolojik bakış, bir yandan maddenin numen yani (maddenin) özüyle ilgili bilinemezliğine gönderme yapar; ama aynı zamanda bilinemezliğin örtük kabulüyle, bilinebilir olan bir “şey”in olduğunu da söyler. Böylece bilinebilir olan, yani manalılılık insanla madde arasında yapılan keskin ayrımı aşarak mümkün hale gelir. Buna göre, fenomenolojik tutumun temel muhatabı, bu anlamıyla pozitivist/bilimsel olandır çünkü söz konusu bu modelde insanın giderilemeyen/tüketilemeyen içselliğini, şu kapanmaz farkı hesaba katmayan nüveye doğru bir hareket söz konusudur. Çünkü bilimsel düşünümün aksine burada, dünyada yaşar olmanın mekanizmasını açıklamaktan ziyade (onun) ne manaya geldiğiyle ilgili soruya dünyayla insan arasındaki (sahte) ayrımı birleştirerek bir cevap vermeye çalışılır. Fenomenolojik tutum, Tanrı’nın olmadığı bir modelde, yeni dinsel hareketlere, “iç”in imkanını sunar. Örneğin bu andan itibaren yolculuk (çünkü her yolculuk içe doğru olur) yahut bireyin kendini keşfetmesi tam da bu içe yolculukla birlikte mümkün hale gelir.

Denilebilir ki fenomenolojik tutum, insanın bizatihi varlığını ya da varoluşunu denklemini içine katarak söz konusu yarığı kapatmaya çalışır. Dünya, insanın dünyasıdır; ondan bağımsız bir dünya tasarımı mümkün değildir. Bilimselliğinyegâne taşıyıcı aracı olan nesnellik, insanin varoluşunu ıskalar. Tersinden söyleyecek olursak, giderilemeyen fark yani insanın varoluşu, denkleme katılmak zorundadır; çünkü bilimsel söylem Tanrı’nın öldüğü bir zeminde dünyayla insan arasındaki ilişkiyi her ikisinin de maddi bir tözü olduğuyla kapatmaya çalışır ve insanın varoluşunu görmezden gelir. Dolayısıyla ele avuca gelmez şu insan varoluşunun maddi bir tözle anlatılamayan farkı, fenomenolojinin üzerinden yuvalandığı insan ve onun dünyasına bir derinlik katan bakışın/tutumun adıdır.

Dolayısıyla yeni dinsel hareketlerin, insanda başlayıp yine onda biten arayışları (insanın Tanrısız bir zeminde kendini, içi keşfidir) bu fenomenolojik tutumla birlikte mümkün olmaktadır her şeyden önce. Yeni dinsel hareketlerin yeniliğinin iki boyutundan birisi olan derinlik, yani insanın mana yüklü bir boyuta sahip olduğu kabulü, dini olanın metafizik zemini üzerinde ortaya çıkan ve dinden fazlasıyla pay alan “yaratıcı bir güc”e, “arayış”a, “bulma”ya gönderme yapan hattı oluşturur. Burada yenilik, dinin mana yüklü dinsel alan teorisinin maniple edilerek başka türlü bir formülasyon içinde ortaya konulmasını anlatır. Buna göre, kavramsal şebekesini dinde bulan manalılılığın teorik araçları (yolculuk, arayış, keşf vb.) yeni dinsel hareketlerin dinsellik zemini oluştururken; fenemonolojik tutum, bu yeni hareket için insana derinlik katan bir form olarak kullanılır. Fenomenoloji bu anlamda, “mana” meselesini (her ne kadar bu, geniş bir spektrumda var olsa da) insanın dünya ile arasındaki ikiliği, insanla dünya arasındaki bağı anlamlılık üzerinden yeniden formülüze ederek (ki bunun en muteber versiyonu Heidegger’in Varlık ve Zaman’ınnda kendini gösterir) yeni dinsel hareketlerin örtük payandası olur. Dünya ve insanın maddi bir töze sahip olduğu iki boyutlu yapı yerine şimdi artık derinliğini fenemonolojik tutumdan alan üç boyutlu bir modelleme vardır karşımızda. Derinlik, insanın manalı olmasının yeni dinsel hareketlerin modern kavrayışlarında yani yeniliğinde dile gelen yapı unsurudur.

Bu anlamda yeni dinsel hareketler, insanın kendi içine yaptığı yolculuktan bahis açarlar. İnsan, kendi kendisini keşfetmek suretiyle kendi manalılığını yani derinliğini bulur. Tanrı’nın olmadığı ve hakikat hiyerarşisinin yıkıldığı bir düzenek içinde, insanın kendi kendisinin Tanrı’sı olması kaçınılmazdır. Daha doğru bir ifadeyle insan, kölesi olduğu dünyasının ve kendisini sahte tanrısallıklardan bu içe yolculukla çıkarak kendi özünü bulur. Burada öz, insanın hem metafizik olarak ön-hakikatini hem süreç içindeki kavramsal araçlarını hem de nihayet kendisini, yani özünü bulma ameliyesini anlatır. Kabaca süreç şöyle işler: İnsan, öyle bir mana yüklüdür ki o, doğru bir yolculukla (seyirle) bu içselliği, derinliği bulmak için keşfe çıkar. Son derece dinsellik yüklü bu söylemi ve bir manalılık metafiziğini mümkün kılan ve Tanrı’nın olmadığı ama insanın yine de bir mana arayışının sürdüğü bir zeminde fenomenoloji bu dinselliğe yeniliğini, derinlik üzerinden temin eder.

Hümanizm, fenomenolojinin de yardımıyla, Tanrısallığı, derinlikle birlikte insana aktarılması pratiğinin adı olur.
Hümanizm, fenomenolojinin de yardımıyla, Tanrısallığı, derinlikle birlikte insana aktarılması pratiğinin adı olur.

Bununla birlikte, fenomenolojik tutumun sağladığı imkan olarak derinlikle birlikte, yeni dinsel hareketlerin keşfine çıktığı “öz”, yani yolculuğun amacı, sadece ve sadece kendisidir, teknik olarak konuşacak olursak keşfe çıkanın bireyselliğidir. Dolayısıyla derinlikle mümkün hale gelen yolculuk, bir manası olması gereken insan tekilliğidir. Tekillik ontolojisi olarak adlandırılabilecek bu düzenekte, manalılık keşfi, keşif de tekilliği yol alır. Fenomenolojinik tutumun uç verdiği varoluşçu felsefede (Sartre, Camus, Kafka gibi) bütün bu olan bitenin bir anlamının olmadığı, muhataplarını “absürd”e ulaştıran durumun tersine yeni dinsel hareketler dinlerin mana geleneksel formunu kendilerine dayanak olarak alırlar ama, tekrar edecek olursak, bunu insanın bir manalılık taşıdığına dair çerçevinin içinde şekillendirirler.

Kanıtlanabilir bir hakikat

Mekanizma, kabaca şöyle işler: Fenomenoloji, şeylerin numen boyutunu bilemediğimiz için karanlıkta kalan “öz”üne karşın fenomeninin kendisini izhar ettiği görünürlük zeminini ikili bir hamleyle, hem görünmez/bilinemez olanı varsayar ve onu sadece düzenleyici bir işlev olarak işaretler hem de görünür olanın yani şeyin kendisinin mana yüklü olmasını da garanti altına alır. Başka bir söyleyişle, fenomenoloji, insanın Tanrı olması için gerekli koşulları yürürlüğe koyar. Buna göre, Tanrı’yı bilemeyiz ama inanabiliriz der Kant; sadece inanabiliriz. Bu şu demektir: Tanrı’nın bu dünyayla olan temasına dair kuracağımız herhangi bir mana yüklü ifadenin “kanıtlanabilir” bir hakikati olmadığı için, Tanrı’ya olsa olsa inanabiliriz ama bu inanç bize şeylerin özüyle ilgili bir açıklık sağlamaz. Teknik olarak konuşacak olursak bu durum sentetik yani bize epistemolojik açıdan bir katkı sağlamaz. Şeylerin özü karanlıktır, karanlıktadır; tıpkı Tanrı’nın hakikatinin karanlık yani bilinemez olduğu gibi. Yeni dinsel hareketler söz konusu olduğunda bu, insanın tıpkı eski zamanlardaki gibi dokunduğu her şeyi anlamlı kılmasını sağlarken, onu öteyle olan bağlantısından kopartarak, kelimenin en gerçek anlamıyla, insanda başlayıp yine insanda biten bir hikaye anlamında hümanist bir öze indirger ve böylece sınırlandırır.

  • Hümanizm, fenomenolojinin de yardımıyla, Tanrısallığı, derinlikle birlikte insana aktarılması pratiğinin adı olur. Derinlik, Tanrı’dan kalan manalılığın insana aktarılmasını sağlar ve fenomenoloji tam olarak bu manayı bu derinlik içinde var kılan metafizik zemini oluşturur.

Öte yandan yeni dinsel hareketlerin yeniliğini mümkün hale getiren bir diğer zemin ise psikolojik tutum üzerinden kendini gösterir. Denilebilir ki burada manayı yenilik formunda üretirken dolaşıma sokulan, insanın duygusal boyutudur. Psikolojinin dili insanın varoluşsal bir boyutu olduğu fakat bunun duygusal bir tonatite üzerinden aktive edildiğini bize söyler. Bu anlamda çağın bir yandan fenomenoloji bir yandan duygu çağı olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. İşte psikoloji (devamında psikanaliz) insanın manalılığın tam da sahip olduğu duygusal yükleriyle ilgili olduğunu salık verir ve bu kısma odaklanır. Psikolojik tutum, insanı duygusal bir canlı olarak görür, onu bu kayıt altında analiz eder. Terapi, tam da bu bağlamda, mana yüklü bir canlı olarak insanın düğüm düğüm olmuş, felce uğramış, tatmin edilememiş, daha doğrusu bir türlü tam olarak kavranamayan halinin tamir edilmesi yahut sağaltılması anlamına gelir. Tanrısızlığın ağırlığıyla varoluşunun altında ezilen yeni Tanrı-insan, dinin bu dünya ve ötesiyle ilgili izharlarını kapı dışarı etmesine paralel olarak mana yüklü olmaya çalışır ve mananın bu (yeni) kaderi, hikayenin bu güncellenmiş Tanrı-insanı bir türlü selamete ulaştıramaz. Ulaştıramaz çünkü burada mana, varoluşun hakikatinden kopartılarak alımlanır ve insan, dünyaya geldiği ilk andan itibaren potansiyel bir hasta olarak hayatını sürdürür. Psikolojik açıklama modeli, insanın öteden, yani Tanrı’dan boşalan mana yokluğunu, yani otantik varoluşunu, duygusal bir zeminde insana boca eder: Sonuç, her an tedaviye muhtaç, yalnız, sahte anlamların yedeğinde yaşamak zorunda olan, bundan kurtarılması gereken tekinsiz bir varoluşdur.

Yeni dinsel hareketlerin mana yüklü insanın içsel derinliğinin terapik bir süreç yahut formla birlikte açığa çıkmasını umut ettiğini hatırladığımızda, dinsel alanın yeniliğinin yani yenilenen formunun psikolojik boyutunu kavramak daha kolay olacaktır. Terapi, bu anlamda, mananın duygusal ketlenmeler ve travmalarla oluşan insani semptomlarının doğru bir hatta kanalize edilmesini anlatır. Denilebilir ki terapinin psikolojik tutumdaki travma giderici boyutu yeni dinsel hareketler içinde insanın anlamlılığının oluşturduğu sarhoşluk yahut bunalımının bu yolculuğu başta başa kat etmesini anlatır. Başka bir ifadeyle söyleyecek olursak terapi, insanın (kendi) manalılığına olan yolculuğunun yeni formudur. Ancak terapik boyutla birliktedir ki insan kendiliğini kölelikten kurtarır. Yeni dinsel hareketlerin var kıldığı yeni insan, duyguların kölesi değil efendisi olur, (Tanırısız ve ötesiz) hakikat(in)e ulaşır, anlamını bulur. Terapi, yeni dinsel hareketlerin dinsel alan metafiziğini ayinsel boyutunu oluşturur; her bir seans insanın içselliğini (tekrar tekrar) varsayar ve ona doğru hareketini anlatır. Denilebilir ki psikoloji, yeni dinsel hareketlerin, Tanrı’yı unutan ama yine de bir manası olduğu varsayılan insanın omuzlarına yüklenen bu ağırlığın giderilmesini hikaye eder. Burada artık karşımıza çıkan yeni insan tasarımının manalılığına psikolojik tutum an be an eşlik eder ve bu, tam olarak, ancak mananın altında ezilen bir insanın sahip olabileceği bir anlamlılığı anlatır. Başka bir ifadeyle, bu yeni mana, daha en başından sakatlanmış bir manadır. Aciz değil ama hasta bir manaya sahip olan yeni insan psikolojisi bozuk olarak dünyaya gelir ve dünyadan emdiği ve dünya verdiği hep bu hastalıklı haldir. Hastalık, yeni varoluşun mütemmim cüzüdür.

Yeni dinsel hareketler, şişede durduğu gibi durmayan insan ruhunun kaçıverdiği o delikten sonra, bu ruha yeni bir form çizmesinin hikayesidir.
Yeni dinsel hareketler, şişede durduğu gibi durmayan insan ruhunun kaçıverdiği o delikten sonra, bu ruha yeni bir form çizmesinin hikayesidir.

O halde sorulması gereken soru şudur: Yeni dinsel hareketler, hangi hakla dünyanın bir manası olduğunu iddia edebilmektedirler? Çünkü bir şeyin manasının olması için elimizde (bu dünya içinde kalarak) geçerli hiçbir dayanağımız yoktur. Yeni dinsel hareketler, mananın “örgütlü/kurumsal” dinlerin tekelinde olmadığını söylerken “haklı” olabilirler; bu, en basit ifadeyle, savunulabilir bir pozisyondur. Başka bir ifadeyle, katı pozitivist (yeni formuyla bilimsel) tavrın (eskimiş olmasına karşın) savunduğu pozisyon bu anlamda daha tutarlıdır. Ama yeni dinsel hareketler, pozitivist/bilimsel varsayımın tıkandığı insan ruhunu yeniden aktive ederek insanı yeniden mananın alanına gönderirler. Kant’ın yıllar önce insanı her türlü metafiziğin merkezine yerleştirerek sorduğu “Hangi hakla?” sorusunun muhatabı şimdi tam olarak yeni dinsel hareketlerin kendisidir. Dini bir jargonla konuşacak olursak, dinin hak ile batıl arasında çektiği sınır, büsbütün bir iman meselesidir. Ama yeni dinsel hareketler, şişede durduğu gibi durmayan insan ruhunun kaçıverdiği o delikten sonra, bu ruha yeni bir form çizmesinin hikayesidir ve tekrar edecek olursak, fenomenoloji ve psikoloji, derinlik ve duygusal yük olarak öteyle ilişkisinin kopartılarak mananın bu dünya içre (hümanizm tam olarak budur) sınırlandırılmasını anlatır bizlere.

Bizim Yunus, yukarıdaki “hakikat içre sözü”nü şöyle bitirir:

  • Yunus senün sözlerün manadur bilenlere
  • Söyleniser sözlürün der-i zaman içinde.

Yeni dinsel hareketlerin köksüz, yani insan ömrüyle sınırlı ve eklektik doğasıyla devr-i zaman içinde söylenegelen ve ana sızan (en azından iç tutarlılığı maksizime edilmiş) sözü arasındaki fark, yeni dinsel hareketlerin oturduğu zeminin kayganlığının ifadesidir. O kadar ki zatına hoşça bakması salık verilen, bundan mülhem kainatın gözbebiği ve okunması gereken yegâne kitabı olan insan, bu yeni mana içinde daha en başından sahtelikler içinde gömülmüş olarak okuyacağı bir kitap bile bulamaz.

Şöyle der Ataullah el-İskendirî Hazretleri:

Ne ki senden alınmıştır o, senin hayrındır.

Şöyle der yeni dinsel hareketlerin içinde süzülüp gelen söz ise: Kayıpla baş etmek için ihtiyacımız olan ilk şey, yapma bir içsellik ve 100 dolardır. Eski bir reklam da söylendiği gibi aradaki fark, biraz da fiyatta saklı galiba.