Yolu Erzurum’dan geçip, kalbi Erzurum’da kalanlar

​Yolu Erzurum’dan geçip, kalbi Erzurum’da kalanlar
​Yolu Erzurum’dan geçip, kalbi Erzurum’da kalanlar

Yetmişli yılların başı. Erzurum’dayız. Bahçesinde ayçiçekleri açan tek katlı evden eşyalarımızı bir sonbahar günü kamyona yükleyerek şehrin “ilk gökdeleni”ne taşınıyoruz. Hatırlamadığım şeyler: O bahçeli ev, ayçiçekleri, evin karşısındaki saraçhane ve mahallece gidilen piknikler... Hatırladıklarım ise yeni evimizde ayaklarımın ucuna basarak pencere pervazından dışarıyı görme çabam, bu çabama gülümseyen sonsuz bulutlar, dinlediğim masallar, sıra dağlar ve evimizin arkasından geçen her trene el sallayışım.

Sonra okula gidecek yaşa gelince bu beton duvarların arasından sıyrılıp yavaş yavaş şehri keşfetmeye başladım. Gürül gürül akan çeşmelerinden getirdiğimiz sulardan demlediğimiz nefis çaylar, ramazan boyunca hizmet veren tel kadayıf dökülen küçük köhne dükkân, fırının önündeki pide kuyruğu, kimi Selçuklu kimi Osmanlı eseri irili ufaklı camiler, tarihî medreseler, Cumhuriyet’in simgesi Havuzbaşı Meydanı, akasya ağaçları, istasyon garı, Köşk Çay Bahçesi…

Erzurum Çifte Minare
Erzurum Çifte Minare

Her semt, her sokak, her köşebaşı tanıdık bir yüzle hafızamda capcanlı duruyor. En büyük ablamın Çifte Minare ve Üç Kümbetlerarasında oturduğu o eski taş konağın yerinde şu an gösterişli bir apartman yükselse de zihnim geçmişteki geniş ve aydınlık pencerelerine açılıyor o konağın.

Üç Kümbetler
Üç Kümbetler

Mutfağındaki merdivenle çıkılan toprak damını da unutamam. Her evin damı -tıpkı Puşkin’in Erzurum Yolculuğu kitabında anlattığı gibi- bir diğerine yaslanırdı…

Puşkin’in Erzurum Yolculuğu kitabı Rusça
Puşkin’in Erzurum Yolculuğu kitabı Rusça

Puşkin o damların yol olarak kullanıldığını hatta yükleriyle eşeklerin, insanların geçtiğini anlatsa da ben o damlarda semaver yakılıp çay içildiğini söyleyebilirim sadece. Tebrizkapı’dan, Gürcükapı’ya doğru hatıralar ışığında yolculuğumuza devam edersek babamın dükkânına yaklaştığımızı haber verebilirim. İş yerine her gittiğimizde gazoz ısmarlaması âdettendir mesela.

Taş Mağazaları’nda ise kuyumcu ve kumaşçı dükkânı yer alır ekseriyetle. Aynı zamanda şehrin en eski çarşılarından biridir. Karskapı daha çok Erzurum’da askerlik yapanların hatıralarında geçer. Erzincankapı bir anlamda Fatih’in Malta Çarşısı sayılır.

Kilisekapı ve Kavakkapı ise annemin ilk gençlik yılları olarak hafızamda kodlanmış nedense. Akraba, eş dost ziyaretleri bu kapılara kadar uzanır. Ama bana göre her şeyden öte iklimiyle öne çıkan bir şehirdir Erzurum. Çünkü zemheri kışların yuvasıdır burası. Fakat biz hep o zemherilerde güneşli günleri bekleyen çocuklardık.

Temmuz ayından sonra açan kısa süreli güneşle birlikte evlerde hummalı hazırlık yapılıp “aman semaveri unutmayın” tembihiyle kırlara açılırdık. Ya da ailece toplanıp çay bahçelerine gider ikindi sofraları kurardık mutlaka.

Ama o güneşe hiç güven olmazdı. Annemin pencereden bakıp “Bulutlar kıble tarafını kapatmış, bugün yağmur olur” dediğinde sahiden o gün hava yağmurlu olurdu. Açan güneş, yağan yağmur o kısacak haftalar içinde birbirini kovalarken, koca kış -öğleden sonra misafirliğe gitmiş anne gibi- fazla oyalanmadan “Ben geldim” diyerek kapımızı çalardı yeniden.

Kış demek hazırlık demektir daha çok. Turşular kurulur, kavurmalar hazırlanırdı evlerde. Giyim kuşam için çıkılan alışverişin olmazsa olmaz sorusu şuydu: “Sıcak tutar mı?”

Yeni ayakkabı alırken önce ayakkabının tabanının tırtıklarına şöyle bir bakılır, sonra içi yün mü değil mi diye el gezdirilirdi. Böylece iyi ve kötü maldan anlayan müşteri olup olmadığın şıp diye anlaşılırdı.

Yün kazaklarımız, kaşkol ve eldivenlerimiz havalar soğumadan elde örülmeye başlanırdı bile. Örgülerde hangi renk, hangi motif olacağı hususu anne çocuk arasındaki ilk büyük zevk ve renk tartışması olarak kayıtlara geçerdi.

Bu kadar kış muhabbetinin üstüne itiraf edelim ki Erzurum denilince hepimizin aklına ilk önce Evliya Çelebi ’nin anlattığı damdan dama atlarken o kalın kürkünün içinde donan kedi gelir.

Doğal güzelliklerinin yanında şehrin sosyal kültürel kimliğini öne çıkaran Evliya Çelebi, gözleme dayalı olarak insanlarından, ikliminden, iktisadi hayatından uzun uzun bahsetmiştir oysa.

Ama sonuçta o da Erzurum’a 11 ay 29 gün yazın gelmediğini görünce dayanamayıp çekip gitmiş bu diyarlardan sıcak iklimlere. Bu arada Gürcükapı’da Gümrük Müdürlüğü yaptığı bilinen Evliya Çelebi’nin isminin bugün aynı semtteki ana caddeye verildiğini de hatırlatayım.

Matrakçı Nasuh' un Erzurum minyatürü
Matrakçı Nasuh' un Erzurum minyatürü

Elimdeki Erzurum’un ilk tasviri sayılan Matrakçı Nasuh’un yaptığı minyatüre bakarak şunu söyleyebilirim ki şehirde açan çiçekleri biz görmesek de 500 yıl önce görüp çizen birileri çıkmış işte.

O zamanlar başlayıp hâlâ düzenlenen cirit törenlerine katılıp, oradan bir atın sırtına atlayarak dörtnala Kanuni Sultan Süleyman’ın Irak Seferi için yola çıkan ordusuna yetişelim.

Kanuni ile birlikte sefere katılıp konakladıkları şehirlerin minyatürlerini yapan büyük sanatçı Matrakçı Nasuh’a selam verelim, sonra da hep birlikte kırları, çarşı pazarları gezelim. Öncelikle minyatürde dikkat çeken şehrin ortasından akan derenin bugün yerinde yeller esmesidir.

Çünkü dereye Cumhuriyet’ten sonra şehrin kanalizasyonu bağlanmış. Bu yüzden de pek çok hastalığa davetiye çıkaran derenin üzeri örtülüp, asfalt çalışmasıyla yol olarak hizmete açılmış.

Yani minyatürdeki bu dere bugün meşhur Çaykara Caddesi’nin altından akıyor. Yetmişli yıllarda bu derenin açık kalan son kısımlarının kapatılmaya çalışıldığını hatırlıyorum, bir de annemin şehir merkezindeki bostanlarda yetişen ürünleri hijyenik bulmadığı için satın almadığını.

Minyatürdeki şehri dolaşırken dört yanını kuşatan surların üzerinde kuleleri görüyoruz. Yine minyatürde Tebrizkapı tarafında bina ve camilerin, Erzincankapı tarafında ise iki katlı evlerin yoğun olduğunu fark ediyoruz.

Ayrıca yedi kurnasından gürül gürül su akan çeşme şehrin dillere destan sularının simgesi gibi. Üstelik şehir değişse de bu çeşmeler hâlâ ayakta diyebilirim. Yine minyatürde yer alan Ilıcay-ı Erzurum levhasının altındaki kaplıcaların çocukluğumda da şehrin önemli mesire yeri olduğunu söyleyebilirim.

Şimdi de hep birlikte takvimlerin 1829 yılının temmuz ayını gösterdiği yaz günlerine uzanalım. Erzurum’un Rus işgaline uğradığı o hüzünlü günlere…

Çarşı pazarda bu sefer Rus ordusuyla birlikte Erzurum’a gelmiş bir şair geziyor. Kafkasya ordusuna sürgün gönderilen arkadaşlarını görme umuduyla orduya yazılan şair Puşkin, Erzurum’daki izlenimlerinden notları aslında yıllar sonra kitap yapmış.

Dünyaca ünlü şairin anlattığı pek çok şey benim çocukluğumun geçtiği yetmişli ve seksenli yılların Erzurum’una çok benziyor. Şehrin dört bir yanındaki çeşmeler ve çeşmelere bir zincirle bağlı bulunan bakır taslar, bu bakır taslardan su içen insanların sessizce ettiği dualar, toprak damlı evler, konaklar nasıl da tanıdık.

Puşkin on bin nüfuslu bu şehri “Asya Türklerinin başkenti” olarak ansa da şehirde kol gezen hastalık ve yoksulluk karşısında yaşadığı hayal kırıklığını da saklamamış. Peki, son yıllarda özellikle gençler arasında itibar gören Doğu Ekspresi’nin yolcularından birinin de vakti zamanında Tanpınar olduğunu söylesem?

Ahmet Hamdi Tanpınar
Ahmet Hamdi Tanpınar

İkinci Dünya Savaşı’nın son yıllarında trenin yataklı vagonlarının birinde yolculuk yapan Ahmet Hamdi Tanpınar “Erzurum’a üçüncü gidişim” diyor ve bu tren yolculuğundan şu izlenimlerini bizimle paylaşıyor: “Yataklı vagonla yolculuk şüphesiz çok rahat bir şey.

Fakat insanı garip bir surette etrafından ayırıyor; âdeta eski manasında yolculuğu öldürüyor. Bir mermi gibi sağla solla temas etmek fırsatını bulmadan, gideceğiniz yere sadece yanınızda götürdüğünüz şeylerle varıyorsunuz.

Fakat istasyondan üzülerek veya sevinerek biniyorsunuz, bir başkasında esneyerek iniyorsunuz. İkisinin arasına, kitaplarınızın, her günkü endişelerinizin içinden, ancak şöyle bir göz atılabilen bir iki manzara girebiliyor. Asıl yolculuğu galiba üçüncü mevki vagonlarda aramak lazım. Gerçek hayatı halk arasında aramak lazım geldiği gibi…”

Tanpınar’ın anlattığı trenle uzun yolculuklar yapmasam da çocukluğumun en güzel anıları arasında İstasyon Garı da var. Bugün oldukça hareketli olan demir yolları yetmişli yıllarda da gözde ulaşım aracıydı.

Özellikle kalabalık aileler İstanbul’a gideceği vakit yataklı tren yolculuklarını tercih ederdi. Yine İstanbul, İzmir gibi şehirlerde yaşayan yakın akrabalar “Burada günler kısa, daha rahat oruç tutuluyor” diye yaz aylarına denk gelen ramazanları Erzurum’da geçirmeyi tercih ederdi.

Ayrıca meşhur İzmir Fuarı döneminde akrabalarına, İzmir’e giden arkadaşlarımızı da bu gardan yolcu ederdik. Kısa tren yolculuklarımızın adresi ise Erzurum’un yakın ilçelerinden biri olan Hasankale’ydi. Tabiatı ve kaplıcalarıyla meşhur olan ilçeye bir saatlik tren yolculuğuyla varılır, geçirilen güzel bir günün ardından akşam tekrar trenle evlere dönülürdü.

Erzurum şehrini İstanbul’a geldikten sonra çocukluk anılarının ötesinde kültürü ve tarihiyle yeniden okumaya başladım. Bu alanda çalışma yapan her tanıştığım insan, her okuduğum kitap, yazı, not, görsel beni heyecanlandırıyor.

Cemalettin Server Revnakoğlu
Cemalettin Server Revnakoğlu

En büyük heyecanlarımdan biri Cemalettin Server Revnakoğlu. Hayatını evrak toplamaya adayan Revnakoğlu’nu Erzurumlular çok iyi tanıyor. Kimi evinde ağırlamış kimi kahvede uzun uzun sohbet etmiş onunla.

1943 yılında bir askerlik meselesi için ilk kez Erzurum’a gelen ve bu sırada şehir ahalisiyle sıkı bir dostluk kuran Revnakoğlu’nun Erzurum kültür ve tarihi üzerine neredeyse ev ev gezip belge topladığı anlatılıyor. Erzurumlu ne olduğunu bilmese de büyüklere ait kitapları, notları yıllarca sandıklarında saklar. Birisi gelip o sandıktaki belgelere, notlara ilgi gösterince sevinmişler, geçmişimizle ilgili bir şeyler öğreniriz heyecanıyla paylaşmışlar Revnakoğlu’yla.

Bu yüzden de Erzurum’a sık sık gelip giden hatta köylerindeki ahbaplarında haftalarca kalan Revnakoğlu’nun Erzurum’u Erzurumlulardan daha iyi bildiği söylenir. “Güzel bir kader beni bu mübarek şehrin hak-i pakine yüz sürmek bahtiyarlığına eriştirmişti. Bu sebeple öz vatanım İstanbul’dan ayrılıyor, iç vatanım Erzurum’a kavuşuyorum” diyen Revnakoğlu’nun Erzurum’dan 40- 50 sandık belge götürdüğü tahmin ediliyor. Şu an Süleymaniye Kütüphanesi’nde henüz tasnif edilmemiş olarak bekleyen bu belgeler arasında Erzurum’un şehir kültürüyle ilgili ne hazineler saklı kim bilir?

Abdürrahim Şerif Beygu
Abdürrahim Şerif Beygu

Burada Revnakoğlu’nun Erzurum arşivi kadar kıymetli Erzurumlu tarihçi Abdürrahim Şerif Beygu’nun arşivinden de bahsetmeliyim. Ailesi tarafından Erzurum Teknik Üniversitesi’ne bağışlanan Beygu’nun arşivi sayesinde üç yıllık bir çalışmanın sonucunda üniversitenin bünyesinde Erzurum Şehir Arşivi (ERŞA) kuruldu ve bu belgeler Prof. Dr. Murat Küçükuğurlu’nun önderliğinde dijitale aktarıldı.

Bu arşivin kurulmasına ön ayak olan araştırmacı yazar Alparslan Kotan ile tanışmam ise memleketim Erzurum ile ilgili yaptığım araştırmalara ayrı bir zenginlik kattı. Kotan’ın asıl hedefi Abdürrahim Şerif Beygu adına tarih müzesi kurmak. Ancak her görüşmemizde yetkililerden bu konuda henüz destek görmediklerini üzülerek dile getiriyor.

Ahlat Kitabeleri
Ahlat Kitabeleri

Geçtiğimiz yıllar Üsküdar Sahaf Festivali’ni gezerken görüp aldığım 1932 yılında basılmış Ahlat Kitabeleri sayesinde Abdürrahim Şerif Beygu’nun önemini bir kez daha anladım. Aslen Erzurumlu olan bu zat Bitlis’te öğretmenlik yaparken Ahlat Kitabeleri’ni fark ediyor ve bu alanda çalışmaya başlıyor. “Bu kitap için dört defa İstanbul’a gittim” diyen Beygu kütüphaneleri gezerek kitabeyle ilgili belge toplamaya başlıyor.

Bir yandan da fotoğraflamak için Erzurum’dan Ahlat’a zorlu bir yolculuk yapıyor. Otomobille çıkılan yolculuk, at ve eşek sırtında günlerce devam ediyor.

Ahlat Kitabeleri’nin önemine dikkat çeken ilk Türk tarihçi olduğunu da buraya not düşelim. Ama asıl acıyı Erzurum Tarihi adlı kitabını hazırlarken yaşamış. Anlatılanlara göre Beygu, büyük emekle hazırladığı bu kitabını bastırmak için İstanbul’a gittiğinde evinden bir mektup alır ve küçük oğlu İnanç’ın hasta olduğu haberi gelir.

Oğluyla eseri arasında tereddüt yaşayan Beygu İstanbul’da kalıp kitabı bastırmaya karar verir. Döndüğünde ise büyük üzüntü içinde oğlunun vefat ettiğini öğrenir. Bu acı hikâyenin üstüne daha ne yazılabilir ki! Böyle insanların varlığından bizi haberdar eden Palandöken Belediyesi bünyesinde çıkan Beyazşehir Palandöken Dergisi’ne, araştırmacı yazar Alparslan Kotan’a, N. Arzu Keteci’ye ve yolu, kalbi Erzurum’dan geçen herkese selam olsun.