Yurt deneyimi: Gençlerin ilk ayrılıklarla büyüdüğü sıcak bir aile ortamı

Yurt: Kişinin doğup büyüdüğü yer, baba ocağı. Yatılı okullara “pansiyonlu” okul dense de -Fransızca kökenli “pansiyon” kelimesi bana küçükken yaz tatillerinde kaldığımız yerleri anımsattığından- sözlükteki karşılığıyla “kişinin doğup büyüdüğü, yaşadığı yer, baba ocağı” anlamına gelen “yurt” kelimesini kullanmayı daha çok seviyorum. Aslında tüm yatılı öğrenciler bilir ki “yurtta olan yurtta kalır” ama kız yurdunda nöbetçi belletici öğretmen olarak görev yaparken edindiğim tecrübelerden- yurdun bu yazılı olmayan kuralını çiğnemeden- genel olarak bahsetmek isterim.

Öncelikle, nöbet tuttuğum yurtlar, çalıştığım orta öğretim kurumlarına bağlı, Türkiye’nin dört bir yanından kız öğrencilerin kaldığı yurtlar. Ortaokuldan sonra sınava giren öğrenciler, bu okulları puanlarına göre tercih ediyor ve okulun pansiyon imkânından faydalanabiliyor. Bu çocukların neredeyse tamamı ailesinden ilk kez ayrılıyor, ilk kez ailesinden ayrı, başka bir şehirde kalıyor. Bunun gibi erkek öğrenciler için de yurtlar var. Erkek öğrenciler de, eğer varsa okullarına bağlı pansiyonlarda, yoksa çevre okulların pansiyonlarında kalabiliyorlar.
Başlangıçta biraz zor olsa da yurt, öğrenciyi büyüten bir yer. Ortalama on üç, on dört yaşında evinden ayrılan öğrenciler birbirinden çok şey öğrenerek, akran eğitiminin dibine vurarak, en sonunda da kendi ayakları üzerinde durarak mezun oluyorlar okuldan… Hiç unutmam, hazırlık sınıfında okuyan iki kızım, her akşam etütten sonra, dinlenme odasının bir köşesinde buluşur, evlerini özledikleri için “ağlama seansı” yapardı. Mezun olurken okullarından ve özellikle yurtlarından ayrıldıkları için yine en çok bu kızlar ağladılar. Bazen öyle oluyor ki, ailesinden daha önce hiç ayrı kalmamış bir çocuk, sadece tatillerde evine gidebiliyor. Hatta ve hatta, ailesini özlediği hâlde, tatilde bile yurdundan ayrılmak istemeyenler olabiliyor. Özellikle aynı odayı paylaşan öğrenciler arasında gerçekten bir kardeşlik ilişkisi olduğunu da gözlemliyorum. Birbirlerinin sırlarını biliyor, eşyalarını paylaşıyor, zor zamanlarında birbirlerine herkesten çok destek oluyorlar. Mezun olduktan sonra birbirlerinden kopmamaları da bu gözlemimi doğruluyor.
Yatılı öğrenciler aynı zamanda okulun bel kemiği bana göre. Onlar, okulunu herkesten çok sahipleniyor, çünkü pansiyonu olan okul, artık evdir. Dolayısıyla evi için, ailesi için elinden gelenin fazlasını yapıyor.

- Örneğin, etkinlikler için herkes evine gittikten sonra bile yatılı öğrenciler çoğu zaman saatlerce okulu için çalışıyor. Sorumluluk almayı, öz bakım becerilerini geliştirmeyi ve hatta kişisel gelişimi için çabalamayı yaşıtlarından daha çabuk öğreniyorlar. Sonuç olarak akranlarından daha önce olgunlaşıyorlar.
Dikkatimi çeken başka bir şey ise okulun en başarılı öğrencilerinin genelde yatılı öğrenciler arasından çıkmasıdır. Aslında bu şaşılacak bir durum olmamalı; her günü düğün evi gibi olan bir evde okuyacağıma, öğretmenlerime okuldan sonra da ulaşabildiğim, kendime özel bir çalışma alanımın, belli etüt saatlerimin ve düzenimin olduğu bir yerde okumayı ben de isteyebilirdim.
Yurt yaşamı deyince, gündüzlü öğrencilerle yatılı öğrenciler arasındaki tatlı çekişmenin yanı sıra, en güzel çekişmelerden biri “kız yatılı” ve “erkek yatılı” arasında olmaktadır. Mesela sınıfa bir ikram geldiğinde, kalan güzel yiyecekleri kız yatılının mı erkek yatılının mı yiyeceği hep bir tartışma konusudur.
Bence yurt, öğretmeni de büyüten bir yer; mesleğini severek yapan her eğitimci için bir şans hatta. Okulda dersine girmediğimiz, adını bile bilmediğimiz öğrenciler, yurtta hiç beklemediğimiz anlarda içlerini dökmeye başlayabiliyorlar. Elbette her öğrenci birbirinden farklı; kimisi kendini ifade etme ihtiyacı duysa da bunu doğrudan yapamıyor, o yüzden bazen çocuğun derdini gözünden okuyabilmek için. gözünün ta içine bakmak gerekiyor. Öyle anlarda kâh ağlayıp kâh gülüyorlar ve şundan eminim ki yurtta öğretmenlerinin de olduğunu bilmeleri onlara büyük bir güven veriyor, öğretmen-öğrenci arasındaki samimiyeti pekiştiriyor. Öğretmenini ev hâliyle görmekten kaynaklanıyor olsa gerek, bu samimiyet okula da taşınıyor ve yurtta kalan öğrenciler, okulun neresinde karşılaşırsanız karşılaşın selamını eksik etmiyor. Sonuç olarak, nöbet tutan öğretmen de okulunu daha çabuk sahipleniyor. Özellikle lise öğrencileri, boyları ne kadar uzasa da benim ve hatta devletin gözünde hâlâ birer çocuk ve yurttaki sorumlulukları biz yetişkinlere ait. Bu yüzden kendi adıma konuşacak olursam, evladıma nasıl davranılmasını istiyorsam, onlara da aynı hassasiyetle yaklaşmaya özen gösteriyorum.
Benim için de yurtta geçirdiğim zamanlar en başından beri çok kıymetli… O yıl okulların açıldığı ilk hafta, yurt nöbetim vardı (Eylül, 2017) çünkü yeni okulum “pansiyonlu” bir okuldu ve kadın öğretmenler, geçerli bir özel durumları yoksa kız yurdunda ayda birkaç kez nöbetçi belletici öğretmen olarak görev yapmak zorundaydı. Cep telefonundaki öğretmen grubuna nöbetçi belletici öğretmen listesi düştüğünde küçük çaplı bir şok yaşamıştım çünkü okulun kız yurdu olduğunun farkında olsam da yatılı nöbet tutmam gerektiğini bilmiyordum, bilsem de bu nöbetin bana ilk haftadan verileceğini tahmin etmezdim. Liseyi ve üniversiteyi ailesinin yanında okuyan biri olarak “öğrenci yurdu” kavramını sınıf arkadaşlarımdan ve Cevizlibağ’daki istasyon anonsundan biliyordum ama sonuçta o kadar tecrübeli öğretmen varken sıra bana gelene kadar akşam olurdu…

Öyle olmadı. Yani ilk nöbetim akşam değil, sabahın erken saatlerinde başlayıp, ertesi sabah sona eren bir hafta sonu nöbetiydi.
Nöbet öncesi hayli gergindim. İkinci bir çocuk sahibi olmayı düşünemeyen ben, yüz küsur kızın sorumluluğunu alacaktım. Mide krampları ve kaygı atakları eşliğinde -bir günlük nöbet için- bir haftalık kampa gidercesine bir çanta (çanta mı diyeyim yoksa sen mi gerçek adını açıklamak istersin valiz!) hazırlayıp, evimin iki km ötesindeki okuluma gittim.
Sonraları yüzlerce anı biriktireceğim kız yurdu bana ilk şakasını yapıyordu. O ara okulda bir dönem dizisi çekiliyordu. Yurdun ilk katı dizi gereği, güya erkek yatakhanelerinden oluşuyordu ve duvarları binanın geri kalanından farklı olarak mavi renge boyanmıştı. Yatakhaneler de diğer katlardan farklı olarak o dönemin mobilyalarıyla döşenmişti. Yurt nöbetine dair fikri olmayan benim için bu kasvetli görüntü, endişeli ruhuma tuz biber olmuştu… Derken diğer nöbetçi arkadaşlar geldi. Bir hafta sonu ne kadar uzun olabilirse, o gün o kadar uzundu. Çaylar, kahveler ve bilumum gazlı-gazsız içecek içildi, öğretmenler odasında asla paylaşılmayacak kişisel bilgiler verildi, yoklamalar alındı, nöbet nasıl tutulur öğrenildi ve olaysız dağınıldı...
Sonraki nöbetlerde kız yurdunu iyice benimsemiştim; yatılı nöbet tutmayı külfet gören bazı arkadaşlarımın aksine (severek yapan birçoğunu tenzih ediyorum dikkat ederseniz), yurt nöbetleri benim için bir dinlenme molası, bir günlük tatil gibiydi. Çocuğum henüz çok küçük olduğu için evdeki sorumluluklarımdan bir günlüğüne de olsa uzaklaşıyordum, bir nevi hava değişimi oluyordu benim için de. Ayrıca öğrencilerle zaman geçirmeyi de seviyor, onları yurtta daha iyi tanıyordum. Birkaç nöbet sonra kızlara “Bu akşam dinlenme molasında çekirdek partisi yapalım mı?” diye sordum. 12. sınıflardan bir öğrenci “Hocam emin misiniz? Burada hiçbir öğretmen kendi isteğiyle böyle bir şey yapmaz.” dediğinde çok üzülmüştüm.
- Ondan sonraki her nöbetimde elimden geldiğince öğrencilere zaman ayırmaya, onları dinlemeye ve anlamaya çalıştım çünkü bu dünyada insanın anlaşılmaktan daha büyük bir ihtiyacı yoktu.

Nitekim kızlar da benim ne zaman nöbetçi olacağımı sorar olmuştu. Sonraki nöbetlerimde idareden izin alarak çekirdek, patlamış mısır vb. gibi insanlık için küçük fakat bizim için çok büyük anlamlar içeren şeylerle kendi aramızda eğleniyorduk. Yine böyle bir nöbet günümde kızların canı uzun zamandır kısır istediği için aşçının gözetiminde, Hafize Ana moduna geçerek yemekhanenin devcileyin ekipmanlarıyla kısır yapmışlığım bile oldu. Hâlâ vaktim olduğunca öğrencileri etütten sonra bir araya toplar, bazen yemekhanede patlatılmış koca bir tencere mısır eşliğinde film izler, bazen arkadaşlık bileklikleri yapar, bazen de örgü vb. el becerilerini birbirlerine öğretebilmeleri için alan açarım. Çünkü yurttaki ortak yaşam öğrencilerin yeteneklerini geliştirmeleri, yeni bir şey öğrenmeleri ve boş zamanlarını nasıl değerlendirebileceklerini keşfetmeleri için harika bir ortam. Nitekim yıllar sonra “Bunu da yurtta kalırken bir öğretmenimden, bir arkadaşımdan öğrenmiştim.” diye anacakları yeni bir becerileri, dönüp baktıklarında gülümseyerek hatırlayacakları yurt anıları olsun isterim.
Bir öğretmen olarak yurtta kalmanın güzel olduğu kadar zorlu yanları da var tabii… Öncelikle zaman zaman da olsa evinizden ve ailenizden ayrı kalıyorsunuz. Yurtta nöbet tutmaya başladığımda oğlum henüz üç yaşında bile değildi. Ondan ayrı kalmanın tesellisini yine evlat bildiğim kızlarda buluyordum. Oğlum şimdi biraz daha büyük ama hâlâ onu bırakıp nöbete gidince içim biraz burulur. Böyle zamanlarda yine koca bebeklerimle keyfim yerine gelir.
Oğlumun henüz daha küçük olduğu bir nöbet günü, onu emanet edebileceğim kimseyi bulamamış, nöbete onunla gitmek zorunda kalmıştım. O gün hayattaki şansım tecelli etmiş, oğlum aniden ateşlenmişti. Önce doktora, oradan da okula, yani yurda geçmiştik. Doktorda beklediğimiz bir buçuk saatin üzerine reçeteye yazılan, evdeki buzdolabımızın olmazsa olmazı, her çocuklu evin demirbaşı ağrı kesici ateş düşürücü şurup bir işe yaramamış, akşam saatlerinde ateşi iyice yükselmişti. Kızlardan biri koşa koşa elinde bozacıdan alınmış bir şişe sirkeyle gelmiş, biri yatağının baş ucundaki ayıcığını, diğeri ise en sevdiği bebeklik battaniyesini getirip oğluma ablalık yapmışlardı. Bazı nöbet günlerimde hastalık zamanları gerekli önlemleri aldıktan sonra ben de öğrencilerimin başında sabahlar, onların iyileştiğini görünce derin bir oh çekerek nöbeti devrederim. Çünkü aile olmak bunu gerektirir. Yurt nöbetlerine dair, çok da mutlu sonla bitmeyen başka bir hatıramsa en yakın arkadaşımın eşini bir nöbetin sabahında kaybetmesiydi. Arkadaşım o sabah, veda eder gibi arayan eşinin telefonuyla hemen yola çıkmış, maalesef eşinin son nefesine yetişememişti. Hatta olayın sıcağıyla bir daha nöbet tutmayacağına dair kendine söz vermişti fakat yas süreci sona erer ermez tekrar nöbet almaya başlamıştı.

Başta da söylediğim gibi “yurt”, yatılı öğrenciler için bir ev, bir ana, bir baba ocağıdır. Öğrencisi, öğretmeni, idaresi, aşçısı, hizmetlisi ve tüm emeği geçenlerle birlikte kocaman bir ailedir. Fakat maalesef her zaman yurtta olan yurtta kalmıyor; zamanı gelen mezun olup bu aileye veda ediyor… Güzel haber! Eylül ayında yeni aile bireyleri bavulunu kapıp geliyor.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.