Zihnimizdeki Afrika gönlümüzdeki Afrika’ya evrilmek zorunda

Fotoğraf: Erhan İdiz
Fotoğraf: Erhan İdiz

Açık yüreklilikle söylemek gerekirse kalem ve kağıtla kendi çapında haşır neşir olan bendenizin Afrika’ya vukufiyeti mahdut düzeydeydi. Kıtadaki 54 ülkeden bir ikisinin adı dışında fikri olmayan pek çoğumuz gibi benim de söyleyeceklerim nakıs cümlelerden öteye geçmeyecek kadar azdı. Fakat çeşitli vesilelerle peş peşe 11 ülkeye yaptığım seyahatler, Kara Kıta’ya ilişkin sınırlı ama derli toplu deneyim edinmeme vesile oldu. “Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi?” sorusuna sanırım hayatımda ilk kez ayne’l yakin cevap verebildim diyebilirim.

İnsanoğlu bilmediğinin cahilidir derler. Her türlü bilgiye kolayca ulaşabildiğimiz ve fakat bilmediklerimizin çok olduğu “enformasyon çağı”ndayız. Ne demek bu? Asırlar önce yaşayan ilim erbabı ve münevverler, imkânlarımızın binde biriyle bile nasiplenememişken bildiklerimizin daha doğrusu bildiğimizi zannettiklerimizin kat be kat fazlasına hem de ince detayına kadar vakıf oluyorlardı. İnternet ve sosyal medya yoktu. Bugünkü gibi, 2 günde binlerce kitap da basılamıyordu. Ama okuyarak, gezerek, sorumluluk duygusu içerisinde yalnızca bulundukları coğrafyayı değil dünyayı tanımaya ve anlamaya çalışıyorlardı. Günümüz insanı sosyal medya “mesaisi” ile, asosyalleştiğini, toplumuna ve dünyaya yabancılaştığını fark etmiyor.

Fotoğraf: Erhan İdiz
Fotoğraf: Erhan İdiz

İnsanlığın beşiği şeklinde tanımlanan dünyanın kadim medeniyetlerine ev sahipliği yapmış Afrika da, bizim için sadece açlık ve sefalet imgelerini çağrıştırıyor. Ekranlara yansıyan görüntülerin haricinde, kaç millet olduğuna, hangi dillerin konuşulduğuna, inanç sistemlerine ve dünyanın geleceği için ne anlam ifade ettiğine dair malumatımız yok. Sömürüldüklerini, acımasızca katledildiklerini, köleleştirildiklerini, kültürel ve dini deformasyona maruz bırakıldıklarını da yine “timeline”nımıza düşen birer dakikalık videolardan öğrenebiliyoruz. Oysa Afrika ile ilgili gerçekleri müşahede etmek için daha fazla gayret etmemiz, yüzümüzü Afrika’ya çevirmemiz şart. Öyle görünüyor ki, zihnimizdeki imajı değiştirmek için kat edeceğimiz hayli mesafe var.

Ortak inanç ve kültür

Açık yüreklilikle söylemek gerekirse kalem ve kağıtla kendi çapında haşır neşir olan bendenizin Afrika’ya vukufiyeti mahdut düzeydeydi. Kıtadaki 54 ülkeden bir ikisinin adı dışında fikri olmayan pek çoğumuz gibi benim de söyleyeceklerim nakıs cümlelerden öteye geçmeyecek kadar azdı. Fakat çeşitli vesilelerle peş peşe 11 ülkeye yaptığım seyahatler, Kara Kıta’ya ilişkin sınırlı ama derli toplu deneyim edinmeme vesile oldu.

  • “Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi?” sorusuna sanırım hayatımda ilk kez ayne’l yakin cevap verebildim diyebilirim. Zira Afrika, kitaplarda yazılanların yahut belgesellerde aktarılanların çok ötesinde anlamlar barındırıyor. Rüyanızda görseniz inanmakta güçlük çekeceğiniz hadiselerin şahidi olmak, maişet gailesinin unutturduğu hakikatleri tek tek yaşatarak hatırlatıyor.

İran’ın Simnan eyaleti içerisindeki Bistam köyünde dünyaya gelen Ebu’l Hasan Harakani hazretleri “Türkistan’dan Şam’a kadarki sahada parmaklara batan diken, parmaklarıma batmıştır. Ayaklara çarpan taş, ayaklarıma çarpmıştır. Acısını ben de duyarım. Kalplerde hüzün varsa, onlar benim kalbimdir.” cümleleriyle o günkü İslam coğrafyasında mü’minlerin çektiği ıstırabı hücrelerine kadar vurguluyor. Günümüz İslam dünyasının sınırlarını düşündüğümüzde Afrika’nın önemli yekünü teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla her şeyden önce din kardeşi olmaklığı bakımından Afrikalılar bizler için önemli. Ayrıca ekseriyetle kıtanın kuzeyindeki Libya, Tunus Cezayir ve Mısır gibi ülkelerin halklarıyla paylaştığımız dini ve kültürel ortak payda, her zaman gözümüz ve kulağımızın Afrika’da olması gerektiğini salık veriyor.

Batı’ya rağmen uzanan dost eli

Osmanlı Devleti’nin temel vasıflarındandı mazluma umut zalime korku olmak. Afrika’nın kuzeyi 1500’lü yılların ikinci yarısında İmparatorluğun hakimiyetine geçmişti. 1551'de Turgut Reis Trablusgarb’da Osmanlı egemenliğini sağladı. 1574’te Tunus bu kervana dahil edildi. Yine aynı dönemde Fas’ta başlayan saltanat mücadelesine Osmanlı müdahale etti ve ülkede ortaya çıkabilecek olası Portekiz tahakkümünü engelledi. 4 Ağustos 1578’deki Alkazar Savaşı’nda da Portekiz kralı öldürülerek Osmanlı’nın hamiliği başladı.

Fotoğraf: Erhan İdiz
Fotoğraf: Erhan İdiz

Kıtanın içlerinde sürdürülmeye çalışılan sömürge düzenini yine Devlet-i Aliyye yerle bir etti. Şimdiki Mali, Çad, Nijerya ve Nijer topraklarında hayatta kalmaya çalışan Timbuktu, Songay ve Bornu gibi Müslüman hanedanlıkları Portekiz ve İspanyolların zulmünden kurtardı. Onlar da Payitaht’taki İslam halifesi Osmanlı Sultanına biat ettiler. Kızıldeniz’de bayrağını dalgalandırmaya başladıktan sonra Osmanlı, Portekizlileri Doğu Afrika’dan uzaklaştırdı. Habeşistan’a hükmettiğinde Kenya’ya kadarki alanı koruma altına aldı.

Osmanlı Devleti’nin mirasını omuzlarında taşıyan Türkiye, uzun süre temas kurmadığı Afrika ile özellikle 2006’dan sonra ilişkilerini hızlandırdı. Kıtada 2009’a kadar 12 büyükelçilik varken; 2011’de 15’e, 2012’de, 21’e, 2013’te 26’ya, 2014’te ise 32’ye ulaştı. 2019’da ise 42 oldu. Ülkemiz adına yurtdışında faaliyet gösteren kurumların icraatları, Afrika ile Türkiye arasındaki bağların her geçen gün daha da kuvvetlenmesine vesile oluyor. Sivil Toplum Kuruluşları fırsatları vazifeye dönüştürerek, suya hasret kalmış binlerce insana adeta ab-ı hayat sunuyorlar.

Hali hazırda İngiltere, Fransa, Belçika ve Portekiz gibi ülkelerin “post-modern” yöntemlerle sömürü düzenlerine muhatap olan yeryüzünün ikinci büyük karasının sakinleri de, Türkiye’nin tarihin içerisinden çıkıp gelen dost eline içtenlikle uzanmak istiyor. Son 14 yılda beklenilenin çok ötesinde ivme kazanan münasebetlerin ana eksenindeki tek kavram, samimiyet. Üstelik dünyanın en kanlı sahnelerini bizzat yazıp oynatmış Batı’nın örtülü ve açık, psikolojik ve fiili operasyonlarına rağmen.

İstanbul gibi mutlu olmak

Türkiye’nin Afrikalılar’ın gönlünde nasıl yer edindiğini yaşanmış, çarpıcı örneklerle aktararak yazımızı sonlandıralım: Cibuti kurucu büyükelçisi Dr. Hasan Yavuz görevine başladıktan kısa süre sonra halkın arasına karışarak köyleri ve kasabaları tek tek ziyaret ediyor. Evlere misafir oluyor.

Karşılarında bu kez elinde İncil, topraklarındaki altın ve elmaslara 'sulanan' beyaz adam değil; teni ak, gönlü onlarla aynı Türk sefirini gören Cibutililer şaşkınlıklarını gizleyemiyorlar. Büyükelçi Yavuz’a yemek ikram ediyorlar, çok uzaklardan gelen ve yıllarca görmedikleri eski dostu ağırlarcasına yakınlık gösteriyorlar.

Büyükelçi Yavuz da neye uğradığını şaşırıyor. Kendisini kucaklayan yaşlı kadın, ondan “İstanbul” istiyor. “İstanbul”un ne olduğunu soran Hasan Yavuz, ülkenin köylerinde Kur’an’a İstanbul denildiğini öğrenince duyduklarına inanamıyor. “Neden İstanbul?” sualine yaşlı kadın, “Dedeleriniz, bizi koruyup kolladı. Bize İslam’ı sevdirdi. Onlar sayesinde hür irademizle İslam’la şereflendik. Ve aziz ecdadınızı asla unutmadık. Sizleri de bunun için seviyoruz” cevabını alıyor. Ardından büyükelçi Yavuz, tam 10 bin Kur’an-ı Kerim’in Cibuti’de dağıtılmasını organize ediyor.

Fotoğraf: Erhan İdiz
Fotoğraf: Erhan İdiz

Köyden ayrılmadan düğüne de şahitlik ediyor Hasan Yavuz. Gelin hanımın ailesinin kızlarının arkasından söyledikleri şarkı ilgisini çekiyor. Şiirin hikayesini merak ettiğinde arka planında yine 100 yıl kadar önce yaşanan başka güzelliğin var olduğunu öğreniyor. Sultan II. Abdülhamid, Habeşistan’ın devlet ricalini davet ettiğinde heyetteki şair, Kız Kulesi’ni gördüğünde hayran oluyor ve “İstanbul Fanus” şiiri dökülüyor dizelere. O şiir bugün bile Cibuti’de düğünlerde okunuyor: “Git kızım kocanın evine, İstanbul gibi mutlu ol, İstanbul gibi huzurlu ol, İstanbul gibi sevgili ol…”

“Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşabilir…” diye hikmetli bir söz var malum. Afrika ile farklı lisanları konuşsak da tarihin derinliklerinden gelen aynı sevdanın mümessilleriyiz. Ve o sevda ortak geleceğimizi inşa edecek.