Zor zamanda bir olmak

Depremin sebebiyet verdiği teknik ve sosyal sonuçlar herkes gibi edebiyatçıların da gündemine girmiş, eserlerine yansımıştır.
Depremin sebebiyet verdiği teknik ve sosyal sonuçlar herkes gibi edebiyatçıların da gündemine girmiş, eserlerine yansımıştır.

Ehl-i kalem ait olduğu toplumun yaşantısını, sıkıntısını, sevincini ifade etmeyi kendine vazife bilmiş, eserleriyle yaşananları kalıcı kılmak için ruhu diri tutan sözü vesile kılmıştır. Depremin sebebiyet verdiği teknik ve sosyal sonuçlar herkes gibi edebiyatçıların da gündemine girmiş, eserlerine yansımıştır.

Soğuğun en şiddetli hâlinin hissedildiği bir kış günü, seher vakti Kahramanmaraş, Adıyaman, Kilis, Şanlıurfa, Diyarbakır, Adana, Osmaniye, Gaziantep, Malatya ve Hatay’ı birden vuran; Suriye’den Lübnan’a Mısır’a ve Gürcistan’a kadar çok geniş bir coğrafyada hissedilen deprem maalesef ki ciddi can kaybına sebep oldu. Resmî ve sivil toplum kuruluşları ile yaşı, mesleği, memleketi, dini, milliyeti farklı; vicdan sahibi insanların gayretiyle yaralar sarılmaya çalışılıyor. Yaşanan acı hadise üzerine sebep sonuç ilişkisine dair birçok kanaat serdedilmiş ancak bunların bir kısmı yaşanan acıyı hafifletmek yerine katmerleştirmiş durumda. Böyle zamanlarda deprem mağdurlarından tutun da onlara el uzatan kişilere kadar hepsinin beklentisi ruh ve beden sağlığını olabildiğince muhafaza edecek atmosferin sağlanmasıdır. Bu günlerde yaşananlardan ders alıp bu ve benzer acıların yaşanmaması herkesin duası olmuştur.

İvo Andriç, Drina Köprüsü.
İvo Andriç, Drina Köprüsü.

İvo Andriç’in Drina Köprüsü’nde dediği gibi “Birlikte geçirilen bir felaket kadar insanları birbirine bağlayan hiçbir şey yoktur.” Bu bağ ile hareket eden hamiyetperver milletimiz belki canları geri getiremedi ama diri olan yardımlaşma ruhu ile birlik ve beraberlik içinde bu sıkıntılarından üstesinden gelecek dayanışmayı, feraseti ve basireti gösterdi. Milletimiz birliğini, azmini ve kararlılığını yıkmaya yönelik her türlü çabaya ve duyguya aldırmadan küllerinden yeniden dirilme misali bu badireden güçlü bir şekilde çıkmanın yollarını bulmuş, onu da uygulamaya başlamıştır. Yeni bir anlayış, yeni bir yol, artmış heyecan ile dünyanın bütün güzelliklerini Anadolu’nun bereketli topraklarında güzel insanlarla birlikte yaşamayı hedefleyen Türk insanı için yaptıkları bunun en güzel örneği olmuştur. Yaşanan acıları hafifletmek için gösterilen olağanüstü gayret takdire şayan iken bu afetten herkesin çıkaracağı dersler ve sorumluluklar olduğu da unutulmaması gerekmektedir.

Bir Whatsapp grubu: Edebiyatçıların deprem yardımlaşması

İnsanlığın, dostluğun zor zamanlarda ortaya çıktığı bir hakikattir. Herkes gibi yazarlar, şairler de bu depremde yaraları sarmak için karınca kararınca gayret gösterip eşref-i mahlukat olma vasfını hakkıyla ifa etmiştir.
İnsanlığın, dostluğun zor zamanlarda ortaya çıktığı bir hakikattir. Herkes gibi yazarlar, şairler de bu depremde yaraları sarmak için karınca kararınca gayret gösterip eşref-i mahlukat olma vasfını hakkıyla ifa etmiştir.

Ehl-i kalem ait olduğu toplumun yaşantısını, sıkıntısını, sevincini ifade etmeyi kendine vazife bilmiş, eserleriyle yaşananları kalıcı kılmak için ruhu diri tutan sözü vesile kılmıştır. Depremin sebebiyet verdiği teknik ve sosyal sonuçlar herkes gibi edebiyatçılarında gündemine girmiş, eserlerine yansımıştır. Yaşananların farklı edebî formlarla halka sunulmasında dilin imkânlarını en iyi şekilde kullanarak duygu ve düşüncelerini en güçlü ve en etkili bir araç olan edebiyatla sunan kalem erbabı özelde insanları çok korkutan ve günlerce sokakta kalmalarına neden olan depremi genelde ise sosyal hayatı etkileyen, halkta derin izler bırakan olaylara, hissiyata tercüman olmuştur.

İnsanlığın, dostluğun zor zamanlarda ortaya çıktığı bir hakikattir. Herkes gibi yazarlar, şairler de bu depremde yaraları sarmak için karınca kararınca gayret gösterip eşref-i mahlukat olma vasfını hakkıyla ifa etmiştir. Afetin yaralarını sarmak için gösterilen çabalardan biri de depremin hemen ardından Tarık Tufan ve Aykut Ertuğrul’un öncülüğünde yapılmıştır. Onların düşüncesiyle hayata geçen, kısa zamanda yurt içi ve yurt dışından birçok kültür sanat insanının dahil olduğu Whatsapp grubu kurulmuştur. Bu grupta yer alan ilk mesajda toplanma gerekçesi şöyle açıklanmıştır: “Arkadaşlar bu grubu deprem bölgesindeki edebiyatçı kardeşlerimizin yanında olmak için bir süreliğine kurduk. Bu süre içinde deprem bölgesindeki arkadaşlarımızın acil ihtiyaçlarını gücümüz nispetinde karşılamak niyetindeyiz. Deprem bölgesindeki arkadaşlarımız bu minvalde doğan ihtiyaçları bize bildirsinler. Kardeşlik hukukumuz gereği yanlarında olacağız. Allah hepimizin yardımcısı olsun.” Bu vasıtayla anlamlı çağrıya koşan ehl-i kalem yardımda köprü vazifesi görmüş, dertlere çözüm üretmiş, küçük çabalarla büyük yaralara merhem olmuştur. Yüz yıl öncesinde Mehmet Akif’in mecmuası kanalıyla gösterdiği gayreti şimdi edebiyatçılar teknolojinin imkânlarını kullanarak daha kısa zamanda daha çok yarayı sarmıştır. Tarık Tufan, Aykut Ertuğrul ve bu minval üzere çabalayanlara gönülden medyun-ı şükran olmak insanî bir vecibedir. İnsan olmak erdemi, millet ve ümmet olma bilincinin en güzel örneklerinden biri olan bu ve buna benzer gayretler inanıyorum ki her zaman Hak ve halk katında takdirle anılacaktır.

Sırât-ı Müstakîm dergisinin Türkistan depremine yardımı

Mehmet Akif Ersoy.
Mehmet Akif Ersoy.

Mehmet Akif arkadaşları ile ilk sayısını 27 Ağustos 1908’de yayınladığı Sırât-ı Müstakîm / Sebîlürreşâd sadece Osmanlı topraklarının sınırlarını hedef almamış, geniş bir coğrafyanın beklentilerini, dertlerini ve sevinçlerini sütunlarında paylaşıp bir haberleşme ağı oluşturmuştur. Tarihi kayıtlara göre 3 Ocak 1911’de Türkistan’da bölgede yaşanan en şiddetli deprem meydana gelmiştir. Afet sonrasında yerleşim yerleri harap olurken binlerce insan vefat etmiş, on binlerce insan da yaralanmıştır. Yaşananlar hem dünya basınında hem de Osmanlı basınında kendisine yer bulmuştur. Depreme geniş yer veren Sırât-ı Müstakîm, depremin mağdurlarının Müslüman ve Türk olduğunu vurgulamak için “Hareket-i arziyyeye uğrayan yerlerin sükkânı ekseriyetle Müslüman kardeşlerimiz” ifadelerini kullanmıştır. Bundan dolayı 125. sayıda yayınlanan “Türkistan’da Sefalet” başlıklı yazıda yaşanan felaketin büyüklüğüne ve Türkler diğer milletlerin de yardım için seferber olmalarına vurgu yapılmıştır. Bir kış gecesi meydana gelen depremden korkarak evlerine giremeyip, perişan olan “Türklerin en saf ve en mütedeyyin bir nesl-i azîmi” Kırgızlara yardımın dini bir kenara bırakın, insanlık vazifesi olduğu ifade edilmiştir. İslam dünyasına duyarlılığı malum olan Mehmet Akif, burada yaşanan acıları biraz olsun hafifletmek için mecmua kanalı ile Osmanlı kamuoyunu meseleye karşı duyarlı olmaya davet etmiştir. Depremzedeler için kendi imkânları ile bir yardım kampanyası başlatmış, katılımı artırmak için de çabalamıştır. Diğer taraftan Bab-ı Meşihat’te de bir iane komisyonu kurulmuş ve devlet eli ile de bir yardım kampanyası başlatılarak bölgenin gerekli ihtiyaçları karşılanmaya çalışılmıştır. Sırât-ı Müstakîm’in 126. sayısında yayınlanan “Asya-yı Vusta Felâketzedegânı” başlıklı yazıda Türkistan’daki Müslümanlara bir iane defteri açılması isteği şöyle ifade edilmiştir: “...Biz Sırât-ı Müstakîm namına bugünden itibaren bir defter açarak cem-i ianata başlıyoruz. Karilerimizin kemâl-i tehâlükle muavenete şitap edeceklerine emniyetimiz berkemâldir. Toplanan mebaliğin muhafazası için (emniyet sandığı) ile görüştük. Asya-yı Vusta Felâketzedegânı namına orada muhafaza edilecektir.” Derginin bu nüshasından itibaren depreme yardım edenlerin listesi yayınlanacağı ifade edilmiştir. Depreme yardım için küçük bir çocuğun kalpağı ile bir Gürcü asilzâdesinin Yusuf İzzettin Efendi’ye hediyesi olan saatin müzayede ile satılarak yardım sandığına katkı sağlandığı dergide yazılmıştır.

Kardaş kömeği

Türk dünyasında Anadolu Türklüğü ile en yakın alaka ve iletişimin olduğu Azerbaycan Türkleri her zaman bu topraklar için çalışmış, ilgisini esirgememiştir. Azerbaycan Türkleri, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele döneminde “Kardaş Kömeği / Kardeş Yardımı” adı altında en zengininden en fakirine seferber olmuş ve ellerinde ne var ne yoksa Türkiye’ye göndermiştir. Anadolu’nun haklı davasında onun yanında duran Azerbaycan Türkünün vefası, duyarlılığı Betül Aslan’ın I. Dünya Savaşı Esnasında Azerbaycan Türkleri’nin Anadolu Türkleri’ne Kardaş Kömeği (Yardımı) ve Bakü Müslüman Cemiyet-i Hayriyesi başlıklı kitabının konusu da olmuş, yapılan yardım bu kitapla hafızalara nakşedilmiştir.

Anadolu evladının yarasına merhem olmaya koşan Azerbaycan bugün de daha fazlasını yapıp kardeşlik hukukunu yaşatarak seferber olmuştur.
Anadolu evladının yarasına merhem olmaya koşan Azerbaycan bugün de daha fazlasını yapıp kardeşlik hukukunu yaşatarak seferber olmuştur.

Türk dünyasının “aksakallı”sı Bahtiyar Vahabzade, “Türklük dünyasının payitahtı” Türkiye ile Türk cumhuriyetleri arasında ciddi, çok boyutlu bir iş birliğinin olmasını istemiştir. Türkiye ile Azerbaycan halkları arasındaki kardeşliği içtikçe susatan “tuzlu su”ya benzeten usta şaire göre Türkiye ile Azerbaycan iki devlet bir millet olup bir kalbin iki yarısıdır. Her zaman Türkiye’nin yanında yer alan acıda, tasada, sevinçte duygudaş olan Bahtiyar Vahapzade 1999’da yaşanan depremde Azerbaycan halkının yardıma koşması için çırpınmıştır. Her derdinin, kederinin ortağı, can kardeşi, kan kardeşi Türkiye’nin yaşadığı deprem acılarını paylaşmış ve hislerini “Deprem” adlı şiirinde ifade etmiştir. O gün duasıyla, şiiriyle, kısıtlı maddî imkânlarıyla sıkıntı içindeki Anadolu evladının yarasına merhem olmaya koşan Azerbaycan bugün de daha fazlasını yapıp kardeşlik hukukunu yaşatarak seferber olmuştur. Yaşanan felakete nerdeyse her milletin çorbada tuz kabilinden yardımıyla yaralar kısa zamanda sarılmaya başlanmış, acılar hafiflemiştir.

Mazhar Osmanlık bir hadise

Ruh ve sinir hastalıkları uzmanı ve Türkiye’de ilk modern ruh sağlığı hastanesini kuran Yusuf Mazhar Osman (1884-1951) babasının tayini dolayısıyla on yaşında iken Üsküdar’a yerleşmiştir. Sirkeci Garı’nda inip kayıklarla Üsküdar’a geçen ailenin fertleri denizin yosun kokusu, dalgaların çalkantısı ve rüzgârın uğultusuyla maceralı bir yolculuk yapmış ve denkleri tuttukları eve bin bir zahmetle çıkarmıştır. Aile ilk oturdukları evden sıcak ve bunaltıcı bir yaz gününün öğle vakti çıkıp daha güzel bir eve taşınmıştır. Eve yerleşip, sofra kurulduğu sırada birden yerin altından korkunç bir uğultu yükselmiş ve büyük bir gürültü, bir çatırtı kopmuştur. Herkesten “İmdat zelzele oluyor, imdat!” feryatları yükselmiştir. Anne Atiye Hanım’la oğlu telaş içinde küçük kızları kucaklayarak bahçeye çıkmıştır. Liz Behmoaras, Mazhar Osman: Kapalı Kutudaki Fırtına’da onun bu yolculuğunu ve Üsküdar’a taşınması ile yaşadığı zelzeleyi şöyle anlatmıştır. “Yusuf Mazhar’ın taşıdığı Cazibe, çocuğun zayıf kollarına göre çok ağır olduğundan, ikisi birden giriş kapısındaki on basamaktan aşağıya, birkaç takla atarak yuvarlandılar. Bereket, her ikisi de gayriihtiyari elleriyle başlarını korumuşlardı. Nihayet kendilerini komşu evle paylaştıkları küçük bahçeye atabildiler.

Mahzar Osman.
Mahzar Osman.

Sarsıntılar aralıklarla devam ediyordu. Üsküdar sokaklarını dolduran sivri kulaklı, sarı sokak köpeklerinin güpegündüz ulumaları insanların tüylerini diken diken ediyordu. Nihayet sarsıntılar durdu. O geceyi hep birlikte bahçede geçirmeye karar verdiler. Yusuf, Cazibe ve Pakize için, ilk geçirdikleri korkudan sonra, olay eğlenceli bir macera hâlini almıştı. Hatta Pakize el çırpıyor, ‘Keşke hep zelzele olsa, hiç yataklarımıza yatmasak, hep böyle bahçede komşu çocuklarla oynasak!’ diye neşeleniyordu.

Nitekim çocuğun istediği oldu. Komşularla birlikte keçelerden, kilimlerden çadırlar kuruldu ve bir hafta boyunca mahalleden hiç kimse evine girmeye cesaret edemedi. Yusuf da, kendini bu ‘zelzele oyununa’ kaptırmakla birlikte, tedbiri elden bırakmıyordu. (…) Zelzeleden en çok etkilenenlerden biri Atiye Hanım’dı. Yüzü hep bembeyazdı, solgun dudaklarından da sürekli şu kelimeler dökülüyordu: ‘İstanbul bize uğur getirmedi! Başımıza bir felaket daha gelecek.’

Oysa kimsenin burnu bile kanamamıştı. Ne Osman Efendi’nin ailesinin ne de diğer komşuların, kırılırsa yerine başkası konamayacak değerde herhangi bir eşyası vardı. Evleri ahşap olduğundan, çok sarsılmakla birlikte, resmî kâgir binaların gördüğü hasarı görmemişti.”

Mustafa Kemal ile Tanpınar’ı tanıştıran deprem

Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir.

13 Eylül 1924’te Erzurum’da meydana gelen deprem devlet erkanının yanında kalem erbabını da gündemine girmiştir. Hakkı Süha Gezgin, 29 Eylül 1924 tarihli Vakit gazetesinde yayınlanan “Zavallı Erzurum” başlıklı yazısında şark hududumuzun yalçın sınırı, tarihimizin siyasî ve edebî şehri Erzurum’da kış gecesi meydana gelen meşum depremi ve neticelerini irdelemiş, halkın ve devletin el birliği ile bu yarayı da saracağını ifade etmiştir. Bu depremden bir süre önce 1923 yılında Erzurum Lisesi’ne atanan Tanpınar, depremin tesirlerini yerinde görmek için Erzurum’a gelen Mustafa Kemal Paşa ile tanışmıştır. Tanpınar’ın Abdullah Efendinin Rüyaları’ndaki “Erzurumlu Tahsin” hikâyesi de kısmen bu depremin tezahürüdür. Yaz sonunda bir ikindi vakti lisede otururken duyulan boğuk bir gürültü üzerine yerinden fırlayan Tanpınar depremi ve bu vesile ile Mustafa Kemal’in okullarını ziyaretini Beş Şehir’in “Erzurum” bölümünde şöyle anlatmıştır: “Her şey sallanıyordu. Öyle ki kapıya kadar zor gidebildik. Şehir bu rüzgârsız havada toz içinde idi. Daha kapıya varmadan bu birinci sarsıntıyı o tarifi güç gürültü ile ikinci ve üçüncü sarsıntı takip etti. Fakat bu sefer halkın çığlığını işitiyorduk. Aramızdaki kısa fasılaları çehre tiklerine benzeyen hafif sarsıntılar dolduruyordu. Yollar insanla doluydu. İlk önce şehrin yıkıldığını zannettik. Fakat öyle değildi. Hele hiç nüfus kaybı yoktu. Fakat daha o akşam kazalardan feci haberler gelmeye başladı. Birçok yerlerde toprak çatlamış, köyler olduğu gibi yıkılmıştı. Hemen her gün yeni nüfus kayıpları öğreniyorduk. Şehir daha o akşam manzarasını değiştirdi ve çok eski göç ordularının karargâhına benzedi. Bu zelzele bir ay kadar sürdü. Kazalarda o kadar büyük ve devamlı tahribat yapmıştı ki, hafif ürpermelerden başka şey kalmamasına rağmen halk bir türlü evlerine girmek istemiyordu. Bu korkuya o sıralarda Erzurum’a gelen Atatürk son verdi. Kalması için vilâyet konağında ve müstahkem mevki kumandanlığında iki yer hazırlanmıştı. Fakat hemen hemen herkes ne olur ne olmaz diye çadırda kalmasını tavsiye ediyordu. Atatürk, birkaç yerinden çatlamış hükümet konağında yatmakta ısrar etti. Atatürk’ü ilk defa Erzurum’da gördüm. Onunla tek konuşmam da Erzurum Lisesi’nde oldu. İki gün evvel Kars Kapısı’nda bütün şehir halkı ile beraber karşıladığımız adam, liseye gelir gelmez beraberindeki ‘huzuru mutad zevatın’ ardından âdeta sıyrılarak aramıza girdi. Sakin, kibar, daima dikkatli ve her şeye alakalıydı. O günü, Erzurum Lisesi’ndeki hocalara, talebelere, orada rastlayacaklarına vermişti. Ne pahasına olursa olsun sözünü tutacaktı. Yemeğe kalmayacaktı, fakat ikindi çayı içmeğe razı oldu. Yarım saatte gidecekti. Üç buçuk saat bizimle kaldı. Kendisine söylenenleri son derecede rahat bir dinleyiş tarzı vardı. Bununla beraber araya garip bir mesafe koymasını da biliyordu. Bu mesafe, yalnız yaptığı işlerden veya mevkiinden gelmiyordu, Mustafa Kemal’liğinden geliyordu.”

Zelzeleye hamamda yakalanan şair

Ahmet Rasim.
Ahmet Rasim.

Yazar, gazeteci, tarihçi, besteci Ahmet Rasim çağını, tanıklıklarını kayda alan uzun yazı hayatında her zaman okurun dikkatini çeken farklı edebi türlerde ve çok sayıda eser veren önemli yazarlarımızdan biridir. Ekim 1926’da önce Ermenistan’da daha sonra Doğu Anadolu’nun bazı şehirleri ile 21 Aralık 1926’da İstanbul’da deprem meydana gelmiştir. Bu depremler dönemin matbuatına, dolaysıyla Ahmet Rasim’in yazısına girmiştir. Ahmed Râsim Hakimiyet-i Milliye gazetesinin 13 Aralık 1926 tarihli sayısında yayınlanan “Fırtına, Rüzgâr, Kış mı?” başlıklı yazısında olağanüstü hava şartlarından şikâyet edip aklına depremi getirmiştir: “Bugün üçüncü gündür ki poyraz mı yıldız mı hangi rüzgâr ise kışı ihtâr için getirdiği yağmur durmak bilmiyor. İstanbul âdeta sırsıklam, sucuk kesildi. Şu aralık kar ile dönecek olursa diz boyu kara gömülmemiz muhakkaktır.” Olumsuz hava şartlarının çevremizde yaşanan depremin neticesi olduğunu yazan Ahmet Rasim’in bir diğer kaygısı da tarihi eserlerin kaybolmasıdır. Bu kaygısını şu cümlelerle ifade etmiştir: “Kapalıçarşı’nın inhidâma meyletmesi, Şark’ın en cesîm, en sanatkârane bir eserinin daha bakımsızlıktan dolayı zıyâya mahkûmiyetini haber veriyor. Rivâyâta göre İstanbul’da şu yakın zamânda yıkılmak tehlikesi gösterenlerin adedi artıyor. Vezîr Hanı, Çemberlitaş, düşmez kalkmaz bir Allah, bir Galata Kulesi der gülüşürdük, bu Ceneviz yadigârı başlıcalarından ma’dûddur. Bir Ayasofya kubbesi (bereket versin ki tamîrâtına ikdâm ediliyor) ile, Yeni Camii, Eminönü için de böyle kara haberler çıktı idi. Su Kemerleri ne hâlde acaba? Heman Cenâb-ı Hak zelzeleden emîn eylesin?... Bu kaygıyı dile getiren Ahmet Râsim, o kasavetli günlerde depremin ürküten havası içinde tebessüm ettirecek bir hatırayı da nakletmiştir. Şair Müstecâbîzâde İsmet, Sultan Abdülhamid döneminde yaşanan büyük zelzeleye Hocapaşa Hamamı’nda yakalanmıştır. O sırada “içeride iyice sabunlandığı zamânda musîbet de başlamış. Gözler sabunlu açamamış, el atmış, tası bulamamış. Hamamın kubbesi gümbür etmiş! Bîçâre az kaldı çıldıracakmış! Gerçi çıldırmadı idi ama günlerce de sersem sersem gezdi idi. Andelîb, meşreb-i lâubâlîyânesi muktezâsı:

‘Seng-i kubbe altında, hatta üstünde bulunmak ne ki! İşte Allah insanı böyle te’dîb eder!’ diye kızdırırdı!”

1. Yardım.