1 – 7 – 40

Artık nasıl kurtulacağını biliyordu. Düşünüp düşünüp silmeye başladı ilerleyen günlerde.
Artık nasıl kurtulacağını biliyordu. Düşünüp düşünüp silmeye başladı ilerleyen günlerde.

i. Göle çaldı silgiyi. Göl tek seferde kurudu. Ormana çaldı tek bir ağaç kalmayıncaya kadar. Ve gökyüzünü temizlemeye başladı bulutlardan, nihayet güneş çıkmıştı ortaya. Onu da sildi Zehra Teyze ve gün ışığının ardına gizlenmiş diğer tüm yıldızları. Zifiri karanlığa gömmüştü işte kendini.

Babaanneme...

Zehra Teyze’nin eşi öldüğünde başladı her şey. Tam kırk gün doğru düzgün bir şey yemedi, içmedi. Süte ekmek doğradı yakınları, zorla içirdiler. Onu da yarım yamalak içti ya Zehra Teyze. Kolay değil elli sene. Bir olmak için hayli uzun, kabullenmek için muhakkak kısa. Nihayetinde gitmişti işte. Biricik eşi artık yoktu. İlk gün pilavını yiyenler yedisinde de geldiler. Dualar okundu, hatıralar anıldı. Bu sefer yenen pideydi. Ne iyi adamdı rahmetli. Öyleydi, dedi Zehra Teyze. Bir damla yaş göz altındaki kırışıklıklardan birinde sıkışmış, düşmek için kendine yol arıyordu. İşte öyle, dedi başka biri. Öyleydi, dedi Zehra Teyze bir kez daha. Sanırım tek dediği buydu. Arada, yok veya istemem dediği de oluyordu. Yedisinde pidesini yiyenler, kırkında da oradaydı. Helva kavrulmuştu, fıstıklı.

Zehra Teyze’nin hiçbir şeye dokunmasına izin vermiyordu, oğlu, gelini, komşuları. Hiçbir şeye dokunmasına da izin verilmeyince ne yapacağını bilemiyordu Zehra Teyze. İnsanlar geliyor, gidiyor, elini öpüyorlar. Artık ağlamıyorlar. Hatta artık eşini bile konuşmuyor kimse. İlk gün ağlayanlar, yedisinde hâlini hatırını soranlar, şimdi işinden gücünden bahsediyorlardı. Ramazan’ın yaklaştığından, krizden, Dolar’a alıştık ama altından. Bir farkı yok beyefendiciler ve çok güzel bir elbise gördümcüler eve geliyor Zehra Teyze’nin elini öpüyor ve bir Fatiha bile okumadan gidiyordu. Öyleydi, bile diyemiyordu Zehra Teyze. Öyleydi, demeyi özlememişti zira. Fakat öyle olduğunu biliyordu. Çünkü her solukta buram buram hatıraları yaşıyordu. Hatıralarıyla vardı insan ve onlar elinden alınsa geriye ne kalırdı.

Derken içeri bir adam girdi ama ilk gün gelmemişti yoktu daha önce. Yedisinde de gelmemişti ki kimdi bu. Attığı adımla yeşilleniyordu zemin, Hızır gibiydi. Ya da değildi ama yüzünde büsbütün nur vardı. Diğerlerinden farklıydı işte. Karanlık gecede dolunay gibi doğmuştu odaya. Gündelik ne varsa aralarından sıyrılarak geçti ve geldi yanına. İlk defa belki de bir gelenin kim olduğunu böylesi merak etti Zehra Teyze. Kimin nesiydi ama sorsa ayıp olurdu. Elini uzattı ama öpmedi adam. Zehra Teyze’nin elini, iki elinin arasına aldı, sıktı. Nedense o an o adamın gencecik bedenin içinde, kendinden daha yaşlı biri olduğunu düşündü Zehra Teyze. Sonra, olur mu öyle şey, deyip geçiştirdi. Her ne oluyorsa birkaç saniye içinde olup bitiveriyordu ama o an Zehra Teyze için uzadıkça uzuyordu. Ona sorsanız, tüm günü elim iki elinin arasında geçirdim, diyebilirdi belki de.

Adam eğilip Zehra Teyze’nin kulağına ilk defa konuştuğunda diğer tüm sesler gitmişti işte, yoktu. Ormanda yağmur sonrasında, evet, o sabahta -hepiniz işitmişsinizdir- kuşların cıvıltısı gibi geliyordu sesler. En ufak bir rahatsızlık vermiyordu. Sonra bıçak gibi kesti adamın sesi bütün kuş cıvıltılarını. Çünkü çok ciddiydi, en ufak bir tereddüt bile barındırmıyordu, titremiyordu bile. Çünkü şüphe yoktu sesinde. Çünkü çok derin ve durgundu, akıl almaz derecede gerçekti çünkü ve mümkündü. Bunu biliyordu Zehra Teyze. Ama nasıl?

Evet, dedi Zehra Teyze adamın sorusuna. Evet, böyle yaşayamıyorum. Ve yüzü, eşinin vefatından sonra şimdi ilk defa gülümsüyordu. Çünkü lambayı ovuşturmuş Alâeddin gibiydi onun karşısında. Adamın sorduğu ne miydi? Aslında çok basit bir soruydu. Her insan evladının aklı erdiği günden aklının gideceği güne kadar belki de birçok kez eşine, dostuna, arkadaşına, kardeşine sorabileceği bir soruydu. Ona kavuşmak ister misin, demişti adam. Sadece bu. Fazlası yok.

Evet, lütfen, diye yeniledi Zehra Teyze. Ve adam tek eliyle hemen Zehra Teyze’nin yanı başındaki sehpada duran bulmaca kupürünün üzerindeki silgiye uzandı. Silgi yeşildi. Ortasından beyaz bir şerit geçiyor, üzerinde Pelikan yazıyordu. Hepiniz zaten biliyorsunuz. Ahir ömrünüzde mutlaka onunla bir şeyler silmişsinizdir.

Silgiyi Zehra Teyze’nin eline yerleştirip kapattı avcunu adam. Sıktı olabildiğince ama canını acıtmıyordu. Anlamadı Zehra Teyze, bununla mı diye soracak oldu. Utandı, soramadı. Adam anlamıştı. Meziyet, dedi adam, silgide değil. Silgiyi kullananda da değil. Meziyet silgiyi kullandıranda. Peki nasıl, dedi Zehra Teyze. İnsan hatıralarıyla var, dedi adam ve Zehra Teyze’nin kapalı elini öpüp ayrıldı oradan. O gittiğinde her şey geldiğinde nasılsa öyleydi. Yine aynı sesler kulağına çalınınca bir an şüphe eti Zehra Teyze. Silgiyi elinde hissetmesine rağmen açıp avcunu kontrol etti. İşte oradaydı silgi. Peki, ama nasıl?

Kırkında gelenler, bayramda bir daha geldi. Hepsi değil belki ama çoğu geldi. Yine aynı sesler, yine aynı günlük telaşe. Çok bekledi o adamı Zehra Teyze. O gelmedi. Bayram bitince anladı ki bir daha gelmeyecek. Yine aynı seslerin ardından yine aynı yalnızlık çaldı kapıyı. Yalnızlık, tek gelmez geldiği zaman. Yanında, derin düşüncelerle ve çoğu zaman anılarla gelir.

Ve evet, göl kenarındaydılar. Gençtiler, nasıl da gençtiler. Çadırda yatabilecek kadar gençtiler. Yağmurda ıslanabilecek kadar gençtiler. Hayal kurabilecek kadar gençtiler. Gençtiler işte başka nasıl anlatılır gençlikleri bilmiyorum. Ve aynı zamanda beraberdiler. Tüm bunlara rağmen mutlu değildi Zehra Teyze. Eşini her görüşünde onun aslında ölmüş olduğu geliyordu aklına. Beraberlikleri can yakıcı bir düşten ibaretti. Eşi yanından ilk uzaklaştığında tekrar silgiyi hissetti avcunda. Ve idrak etti o an, tuhaf adamın dediklerini. Göle çaldı silgiyi. Göl tek seferde kurudu. Ormana çaldı tek bir ağaç kalmayıncaya kadar. Ve gökyüzünü temizlemeye başladı bulutlardan, nihayet güneş çıkmıştı ortaya. Onu da sildi Zehra Teyze ve gün ışığının ardına gizlenmiş diğer tüm yıldızları. Zifiri karanlığa gömmüştü işte kendini.

Artık nasıl kurtulacağını biliyordu. Düşünüp düşünüp silmeye başladı ilerleyen günlerde. Ne geliyorsa aklına siliyordu. Yazın gittikleri o oteli sildi. İlk yedikleri yemeği, ziyaretine gittikleri uzak akrabaları ve uzak arkadaşlarını. Beraber ne yaptıysa eşiyle bir bir sildi. Ama asla onu silmiyordu. Silgi, eşinin çevresini turluyordu her seferinde. Değdiğini hiç var olmamış kılıyordu ama ona asla dokunmuyordu.

Her seferinde sildiğini hatırlıyor ama sildiği için neyi sildiğini hatırlayamıyordu. Bir süre sonra silmeyi unutmayacak şekilde eski silişlerini de silmeye karar verdi. Çünkü bu anıları silmek eşine ihanet ediyormuş hissi uyandırıyordu yüreğinde.

Birkaç gün sonra aklında, daha önce nasıl düşünemedim, diye dizlerini döveceği bir fikir filizlendi. Neden eşiyle yaşadıklarını siliyordu ki eşinin ölümünü silmek varken. Çok kızdı kendine. Onlarca anıyı yok yere sildim, diye tüm gün dövündü durdu. Oysa sildiği anılar yüzlerceydi.

Ertesi gün tüm gücünü topladı ve bir türlü yüzleşmeye cesaret edemediği o güne gitti. Doktoru, hastaneyi, taburcu olduktan sonra hastaneden eve dönüşlerini, hiç bitmeyen o geceyi, tedavilerle geçen önceki altı ayı ve sesli sessiz ağlamalarla dolu sonraki kırk günü. Hepsini. Ne olup bittiyse hepsini siliverdi Zehra Teyze. Kırkıncı gün gelip ona silgiyi veren adam haricinde ne varsa zihninde yoktu artık.

Hatta arada yakın bazı günleri de siliyordu. Tek sildiği geçmiş değildi Zehra Teyze’nin. Gelininin, geçen hafta komşuya kendisini kastederek, unutmaya başladı yavaş yavaş dediğini mesela, duyduktan on beş dakika sonra sildi. Bunadığından şüphelenen oğlunun şüphesini silemeyince sinirlenip oğlunu sildi Zehra Teyze. Ona Demans başlangıcı teşhisi koyan doktoru ve ertesi hafta Alzheimer teşhisi koyan bir başka doktoru da sildi.

O kadar çok silmişti ki kısa zamanda, neyi silip neyi silmemesi gerektiği hakkında bir fikri de yoktu. Bu kararsızlığını sevmedi ve onu da sildi. Şimdi küçücük bir çocuktu. Yukarda yaz güneşi tüm sıcaklığıyla vuruyordu ve Zehra annesini özlüyordu. Bu özlem öyle bir hâl aldı ki en sonunda annesini de silmeye karar verdi ama ona ulaşamıyordu. Ne yaparsa yapsın yüzünü bir türlü aklına getiremiyordu. Yoksa onu çoktan silmiş miydi? Emin olamıyordu. Bu korku, çok kısa bir sürede dayanılmaz bir arzuya dönüştü Zehra için. Annesini son bir kez görmeliydi. Nerede oturduğunu biliyordu. Akşam olmadan eve varmalıydı, yoksa annesi babasına ne derdi. Susamıştı, özlemişti, yorulmuştu. Özlemekten vaz geçmedi ama önce nasıl susadığını düşünüp susadığını, sonra nasıl yorulduğunu düşünüp yorulduğunu sildi.

Boşlukta gibiydi, yol kenarında yürüyordu Zehra. Nereye yürüdüğünü çok iyi biliyordu. Alnından akan ter damlası göz çukurlarından süzülüp göz altındaki kırışıklıklardan birine sıkışmış düşmek için kendine yol arıyordu. Derken bir araba yanaştı yanına. İçinden bir adam çıktı ve koşarak yanına geldi. Anne, dedi, burada ne arıyorsun? Adamın neden ona anne dediğini bilmiyordu Zehra ama tüm masumluğuyla cevap verdi. Çünkü çok endişeli görünüyordu adam ve onun bu endişesi karşısında içten içe üzülmüştü. Eve gidiyorum, dedi Zehra, annem merak eder. Adam ona sarıldı. Yürüyerek zor gidersin anne, dedi, gel ben seni arabayla götüreyim.

Zehra avcuna silgiyi alıp birden adama çaldı ama adam yok olmadı. Bir kez daha denedi Zehra. Sonra bir kez daha. İşe yaramayacağını anladığında utanıp başını yere eğdi. Kimdi arabayı süren, nereye gidiyorlardı.

Çok yorulmuşum, dedi adama, oturunca fark ettim. Utanıp başını eğdi arabada, gözlerini kapattı. Sahi ne için düşmüştü yollara. Evine vardıkları zaman Zehra Teyze’nin, hemen tanıdı. Teşekkür ederim, ben evime gideyim, eşim bekler, dedi. Adam onu evine kadar götürdü, kapıyı bir kadın açtı. Anne, dedi adam. Bak, bu senin gelinin. Peki, sen kimsin, dedi Zehra Teyze. Yoksa benim eşim sen misin? Hayır, dedi adam. Ben senin oğlunum anne. Aa, öyle mi? Peki, eşim nerede? Babam vefat etti anne. Üç sene oldu onu kaybedeli.

Bu düşünceyi hiç sevmedi Zehra Teyze ve sevmediği düşüncelerine ne yaptıysa bu düşünceye de onu yaptı. Sildi. Ona her hatırlattıklarında, defalarca. O gün Zehra Teyze evin içinde eşini aradı durdu ama bulamadı. Onun da artık ne yüzünü ne nasıl biri olduğunu hatırlıyordu. Adım atacak hâli kalmadı nihayetinde. Koltuğa boylu boyunca sırt üstü uzandı. Avcundaki silgiyi iyice sıktı, gözlerini kapattı. Tek bir anı vardı zihninde. Hayal meyal bir adam hatırlıyordu, o biricik silgisini ona o adam vermişti. Ne de iyi adamdı, öyleydi. Gözlerini açtı ve şimdi o güzel adam karşısındaydı. Hadi, dedi ona. Vakit geldi. Sen nasıl senden öncekileri beklediysen, senden sonrakiler de seni bekliyor. Zehra Teyze gülümsedi adama, acaba eşi o muydu, bir an olsun bu soruyu ona sormayı düşündü fakat vazgeçti. Değilse ayıp olurdu. Adam tek eliyle Zehra Teyze’nin silgi tutan avcunu kapattı, tek eliyle de gözlerini. İhtiyar bir kadın vardı karşısında şimdi Zehra Teyze’nin. Sevemedi kadını, görmeye tahammül edemedi bir türlü. Ve silgiyi çaldı yüzüne.

Bu onun son silişiydi. Ertesi gün gelenler, yedisinde de oradaydı, kırkında da.

  • Bu ve sırasıyla gelecek iki öykü İstop öykü atölyesinin mahsulüdür. Öyküleri okurken hemen aşağıda belirttiğimiz üç kuralı dikkate almanıza gerek yok. Lakin yazarlar, bu kurallar dairesinde yazdılar ki o halde bunu bilsin okurlar!
  • 1. Bir silgi var ve yazarın dilediği her şeyi silebilir.
  • 2. Bu silgi Pelikan, yeşil silgi evet, ortasından beyaz şerit geçen hani. Hepiniz biliyorsunuz.
  • 3. Öykü, asıl karakterin kendini de silmesiyle nihayete erer. (A.A)