36' lar ve 40'lar

Usulca sırtına alıyor beni. Sanki kundaktaki bir bebeği taşıyor sırtında.
Usulca sırtına alıyor beni. Sanki kundaktaki bir bebeği taşıyor sırtında.

Kanlı ellerimle ejderhanın kızıl gövdesine dokunuyorum. Öfkeli bakışlarını üzerime dikiyor. Kanatlarını indiriyor binmemi ister gibi. Bu beklenmedik nezaket karşısında korkuyorum. Tutunmak istemiyorum; ama kim bu güzelliğe karşı koyabilir ki?

Kottbusser Tor yakınındaki Adalberstrasse 4'teki buluşma yerimizde oturuyorduk. Yunus aynanın karşısına geçmiş yeni yazdığı şarkı sözlerini tekrar ediyordu. Memo yine kum torbasının başındaydı. Hamza "36" armasını, yeni kaptığı ceketin sırtına dikiyordu. Herkes bir şeylerle iştigal ediyordu: dövmesini gösterenler, sakin sakin laflayanlar, kelebek bıçaklarıyla gösteri yapanlar, duvarlara şekiller çizenler, Türkçe kasetleri anlamadığım bir sıraya göre tasnif etmeye çalışanlar... Öyle ya da böyle arkadaşlar sessizliğin icabına bakıyorlardı. Tam o sırada geldi çocuk. Kapıyı sertçe çarparak açtı, "Hadi gidiyoruz," dedi. Bütün o savruk insanlar birden diriliverdi. Sanki Sur üfürülmüştü de herkes ayağa kalkmıştı. Çocuğun gözlerinden biri mavi diğeri ise elaydı. "Nereye gidiyoruz, n'oluyoruz, durum nedir?" diye soran olmamıştı. Herkes istasyona doğru yürümeye başladı.

Al Kapon

Hepimiz aynı duraktan binemezdik. Bu çok dikkat çekerdi. Zaten Kottbusser Tor'da polisi işkillendirecek kadar kalabalıktık. Diğer gruplara da haber verilmişti. Her duraktan azar azar binmişlerdi. U Bahn tren istasyonlarının her birinden on-on beş civarı elemanımız biniyordu. Hepsini tanıyamıyordum tabii. Önce Schlessisches Tor, sonra sırasıyla Görlitzer Bahnhof, Kottbusser Tor ve Tprinzensstrasse duraklarından binerlerdi. Vagondakiler bu olağanüstü kalabalıklaşmanın farkına varmışlardı. Özellikle yeni gelen yolcuların aynı tarz ceket giymeleri ve saç şekilleri onları hayli tedirgin etmişti. Biri polise haber verene kadar biz çoktan gitmiş olurduk. Mevzu sonunda anlaşılmış, fısıldaşmalar üzerinden bütün elemanlara yayılmıştı. Adını öğrenemediğimiz çetenin biri mekânımız olan Club Villa'yı çevrelemişti. Oraya zaten gidecektik; ama bizden önce davranıp diskonun önüne yığılmışlardı. Birer ikişer gelen 36'ları kıstırıp ıslatmışlardı. İçeride mahsur kalanlar vardı. Puştlar kapıyı zorluyorlardır şimdi. Yetişmemiz gerekir. İçeride her kim varsa kurtarmalıyız. Söylentiye göre mahsur kalanlardan biri Norman'dı. Bu isim vagonlarda bir uğultu gibi havada asılı kaldı.

O gün yine kafam kıyaktı. Kreuzberg'in iflah olmaz manzaralarına dalmıştım. İnsanın elinde kelimelerden başka bir şeyi olmayınca daha da öfkeleniyor. Çünkü sözcüklerim bana asla yetmedi. Önce dazlak olduğu dikkatimi çekti. Duvara bir şeyler çiziktiriyordu. Çok da yaratıcı şeyler yazmasını beklemiyordum. Aslında gamalı haçtan başka bir şey yapamazdı bu dazlaklar. "Turken Rau" kısmı bitmişti yazının. Bir "s" ekleyip bitirecekti. Öfkeme hâkim olamayacağımı biliyordum. Aslında rahatsız olduğum kısım, bunu yazması değildi. Babamın bana attığı kazıktı. Yumruklarımı sıktım. Ne zaman bir şey istesem "Nasıl olsa döneceğiz, kalabalık yapma," diye sustururdu beni. "Gideceğiz," deyince içimde bir kıpırtı olurdu. Buradan gitmenin hayalini kurardım. Türkiye diye bir kara parçası vardı. Arkadaşlar yaz tatilinde giderdi. Ben hiç görememiştim. Her şeyi gizem doluydu benim için. Arkadaşlardan Orhan Gencebay kasetleri isterdim. Yalvarırdım bana da getirsinler diye. Çoğu zaman getirmezlerdi.

Ben de banda çekerdim; ama aynı tadı vermezdi. "Artık gitmiyoruz," dedi babam. Duvarları yumruklamak istedim. Yabancılar sınıfında okumanın, aptal muamelesi görmenin ne büyük bir çile olduğunu bilmiyordu. Babam gitmeyeceğiz diyordu, dazlaksa "raus...". Beni kovmak istemesi umurumda değil. Bir dazlakla aynı şeyi diliyor olmam çok rahatsız ediciydi. Küfürler savurmaya başladım. Ardı arkası kesilmeyen, öfkenin verdiği tutukluluk ve yaratıcılıkla her iki dilin karışımından küfürler uyduruyordum. O da geri kalmadı. Bilmediğim sözcüklerle, gür sesiyle beni bastırıyordu. Kavgaya karışmak istemiyordum. Daha yeni atlatmıştım bir davayı; ama elindeki boya kutusunu suratıma fırlatınca işler değişti. Üzerine saldırmışım. Kelebeği ciğerine kondurdum. Allah'tan çocuk ölmedi. Yaşım küçük diye hapse girmedim. Onun yerine sosyal hizmet cezası verdiler. Ne fayda. Bir sonraki sene artık çocuk değildim. Kodesi boyladım. Arkanı sağlama almazsan mahpusu sana dar ederler.

Fare gibi yaşarsın. Norman geldi ziyaretime. "Kafanı kullan," dedi. "Zeki çocuksun. Kelimelerin demir gibi. Müziği de seviyorsun," dedi. "Ne olmuş yani?" diye sordum. "Rap yap," dedi. Aslında güzel fikirdi; ama belli etmek istemedim: "Dazlaklar yumruk atıyor, bıçak sallıyor, onu ne yapacaz?" diye sordum. "Kelimeler," dedi; "öldürmez ama iz bırakır, suç aleti sayılmaz ama delik deşik eder," "zehirdir; ama derdine ilaç olur." Deli zırvası diye aldırış etmedim, fakat hücrede düşünecek çok vakti oluyor insanın. Daha bu genç yaşımda her türlü suça karışmıştım. Böyle giderse erkenden dört kolluya binecektim. Mahkûm arkadaşlar da hip hop'a sarmıştı. Derde kedere iyi geliyordu aslında. Zencilerle dost olmuştum, çünkü düşmanımız aynıydı. Onların arasında düşe kalka öğrendim rap yapmayı. Kendimi müziğe verdikçe öfkem azalıyordu. Mutlu değildim ama daha sakindim. İçimdeki gidememenin acısını silmek için ilk kez kalemi elime aldım. Evet, müzik beni kurtardı. Norman'a bir hayat borcum vardı.

Soner

36'lar belayı mıknatıs gibi çekmeye başladı. Bir şekilde yolun sonuna geldiğimizin farkındaydım. Vikinglerin yaptığı baskın da bunun ispatıydı. Herkes bizden öç almak, bizi devirerek en büyük olduklarını ispatlamak istiyordu. Bazen hayvanlardan farkımız yok, diyordum kendi kendime. En güçlü bizdik belki; ama arkamızı kollamadan sokakta yürüyemez olmuştuk. Her köşe başında bir dosta rast gelme ümidiyle sokakları arşınlardık. Bizi baba dayağı, yabancılık, alamancılık bu hâle getirmedi. Doğuştan garezimiz vardı. En başından diş biledik dünyaya. Bunu ilk, okulda fark ettim. Türk çocuklarına göre çok daha zekiydim. Onlar Almancayı sökememişken ben Alman sınıfına girmeyi başarmıştım; ama kanımda bir bozukluk vardı. O zaman bu hissin ne olduğunu bilemiyordum. Sadece bütün sarı çocukların canını yakmak istiyordum. Sınıfta hocamız o resmi gösterdi. Eğri büğrü bir maymunun giderek dikleşip, insanların kılsızlaştığı figürler ardı ardına sıralanmıştı. Elindeki cetvelle nereden geldiğimizi gösteriyordu hoca. İçerledim.

Evin avlusuna derme çatma bir mescit yapmıştı babamlar. Kuran okumasını, abdest almasını, ilmihali öğrendiğimiz bir yerdi. Maymundan gelmek çok kanıma dokunmadı da babamı bir yalancı olarak düşünmek acıtmıştı. Sövmekten beter konuşmuştu hoca. Kalkıp bozuk aksanımla itiraz ettim. İlkin hoca çok da ciddiye almadı; ama ısrarlarımı sürdürünce, kızarıp morarmaya başladı. Faşist sesiyle azarlıyordu beni. Alman hocalar vurmazdı. Keşke el kaldırsa diye dualar ediyordum. Üstüne atlayacaktım. Bütün Almanlar gibi o da faşistti. Sarışınsan faşistsindir. Dazlaksan neo-Nazi. Bütün Almanya bu ikisi arasında bir yerdeydi. Geri adım atmadım. Ceza vermişlerdi bana. Bir şeyleri kaba kuvvete başvurmadan anlatamayacaksam ve sadece sözlerimden ötürü ceza alıyorsam bunun adil bir açıklamasını bulamadım çocuk kafamda. Sadece şiddetin bir çözüm olabileceğine daha da inanıyordum. Ya susup köle olacak ya da her ne şekilde olursa olsun hakkımı savunacaktım. Sokağa attım kendimi. Zekâmın keskinliği beni zehirliyordu.

Okumak istiyordum ama okulda değil. Birilerine günlerini göstermek istiyordum; fakat kime olduğu belli değil. Mecmua, çizgi roman, takvim yaprakları... Elime ne geçerse biriktirip vaktimi bunlarla geçiriyordum. Okuduğum eski bir şehir rehberinde şöyle yazıyordu: "Proletarya, Türkler ve Ucubeler, Kreuzberg'te yoğun bir şekilde birlikte yaşıyor." Buna benzer bir sürü cümleyi okuyarak, duyarak, yaşayarak tecrübe ettiğim için vazgeçmiştim: Bir faşisti yok etmek için okumanın ya da eğitimin bir faydası yoktu. Bu noktada sokağın ortasından gelmiş birinin, Norman'ın itidalli duruşu beni şaşırtmıştı. O her zaman sağduyuluydu. Bana birtakım kitaplar önerdi. Komik buldum onu; ama kitapları bitirdiğimin ertesi günü yanında almıştım soluğu. "Senin gibi bir adam niçin sokakta?" diye sormuştum. Cevap bekledim. O sadece gülümsedi. Tatmin olmadım; ama verilebilecek en iyi cevaptı tebessümü. Şimdi hiç istemediği bir şiddetin içinde kaldığını söylüyorlar. Bence bu gece bütün Kreuzberg helak olacak. Ya da biz Norman'ı kurtaracağız.

Kafamın içi arı kovanı gibi vızıldarken diskoya iyice yaklaştığımızı fark ettim. Bir çocuk geldi yanıma. "Bunu düşürmüşsün," deyip bir bıçak uzattı. Çocukta heterokromi vardı. Bıçağı aldım. "Vazgeçsen iyi edersin; ama dinlemeyeceğini biliyorum," dedi. Arkalara doğru ilerleyip kalabalığın arasında yitip gitti. Bir bıçak taşımıyordum ki düşüreyim.

Branko

Adamlarla aramızda yirmi-otuz metre kalınca koşmaya başladık. Onlar da kısa süreli bir toparlanma yaşayıp bize doğru yöneldiler. Alabildiğince bağırıyorduk ki içeridekiler takviye desteğin geldiğini anlasın. Sol yanımda koşturan çılgın, döner bıçağını çıkarmış rastgele savuruyordu. Biraz yana çekileyim derken sağımdaki ela gözlü çocuğu gördüm. Altı yedi yaşında bir velet bizimle buralara kadar nasıl gelmişti diye afallarken, bir yerlerden sert bir darbe yedim. Yere düştüm. Üzerimden bir sürü ayak geçti. Yerimden kıpırdayamıyordum. Göğsümde tuhaf bir sancı vardı. Yaralanmıştım. Elimi sancıyan yere koydum. Daha da acıdı. Parmak uçlarıma baktığımda damlayan kanı gördüm. En sevdiğim renk kırmızıydı. Önce sevdiğim rengi, sonra bu rengin kanımdan yansıdığını fark ettim. O sene duvarı yıkmışlardı. Grafiti yapacak yer bulmak zorlaşmıştı. Duvar yıkılınca Ost'un çocukları da bize bulaşmaya başladı.

Yıllarca sırtımızı duvara dayamış, kendimizi öyle savunmuştuk. Ne duvar kaldı ne de resim. Ertesi sene Sado'nun babasını vurdular. Annesine ne oldu bilmiyorum; ama Sado Türkiye'ye döndü. Benim dönecek bir kapım yoktu. Yugoslavya karışıktı. Sırplarla takılmak istemiyordum. Sürekli kızılları konuşup duruyorlardı. Bir boya kutusuna bakıp duruyordum bütün gün. Onu harcamaya kıyamıyordum. Norman beni öyle görünce "Gel," dedi. "Sana bir şey göstereceğim." Duvarın doğu yakasına geçtik. Evlerin seyrekleştiği yere kadar çizgi boyunca ilerledik. Norman ıslık çalıyordu, ben tedirgindim. Buranın polisi Batı'dakiler gibi değildi; kodese girerdin ve kimse seni çıkaramazdı. Bir yandan da korkuyla karışık heyecanlandım. Duvarın bu bölgesi hiç boyanmamıştı. Yürürken buralara çizebileceğim şekilleri, yazabileceğim kelimeleri düşünüyordum.

Norman eliyle işaret etti, "Bak işte orada." dedi. Gösterdiği duvara baktım. Bu görüp görebileceğim en mükemmel şeydi. Ona bakar bakmaz içimi tarif edilmez bir şey kapladı. Ilık bir havuzdaymışım gibi gevşedim. Bir tramplenin üzerindeydim sanki. Yerçekimi hafifledi. Birkaç hissi aynı anda yaşıyordum. Figürün kıvrımlarına baktım. Sanki gerçekti. Derinin üzerindeki pullar bile seçiliyordu. Dokunsam öfkelenecek, dehşet saçan gözleriyle beni tehdit edecekti. Bir dokunsam ağzından alevler saçacaktı. Yüzümdeki şapşal ifadeden olsa gerek bana bakıp güldü. "Beğendin değil mi?" dedi. Beğenmek de laf mıydı. Bu ejderha figürü ömrümde gördüğüm en iyi çizimdi. Canlanmasından korkuyordum.

"Senin elin sanata yatkın. Kavgayı dövüşü tamamen bırakıp böyle şeyler çizsen ne güzel olur. Hiç kavga etme demiyorum; ama bir düşün, eline, gözüne ya da başka bir yerine zarar gelirse ne olacak? Dilediğin gibi çizemezsen ne hissedersin? Sana boya tedarik ederim. Bizim çocuklara da öğret. Ne dersin?" Ne diyeyim Norman? Bilmezmiş gibi konuşuyorsun. Sokak bizim için bir tercih değildi. Bir kaderdi. Dövüşmeden grafiti çizdirirler mi adama? Ama anladım ne demek istediğini. Ejderhanın gövdesinden, kanatlarından alamıyordum gözlerimi. Başkaları da bir kadına ya da erkeğe âşık olduğunda tıpkı böyle hissediyordu herhalde. Sonra tekrar kanlı ellerimi gördüm. Canım acıyordu. Öyle fiziksel bir şey değildi. Zamanında çocuklar otu bırakmam için bir iki kez ikaz etmişti beni. Kulak asmadığımı görünce de sağlamına ıslatmışlardı. Biliyorum iyiliğimi istediler; ama o dayak içime oturmuştu. İnceden sızlatmıştı burnumu. İşte yine böyle hissediyorum.

Kanlı ellerimle ejderhanın kızıl gövdesine dokunuyorum. Öfkeli bakışlarını üzerime dikiyor. Kanatlarını indiriyor binmemi ister gibi. Bu beklenmedik nezaket karşısında korkuyorum. Tutunmak istemiyorum; ama kim bu güzelliğe karşı koyabilir ki? Usulca sırtına alıyor beni. Sanki kundaktaki bir bebeği taşıyor sırtında. Öyle latif ki kanatları, yükseldiğimi bile anlamıyorum. Kuşbakışı görüyorum dövüş alanını. Herkes birbirine girmiş. Kanlı, çetin bir dövüş. Bu hengâmdan kimse galip çıkamaz. Hemen Norman ve diğerleri geliyor aklıma. Ejderha diskonun kapısından içeri doğru süzülüyor. Gözlerim onu arıyor. Bulamıyorum. Bir kez daha turluyoruz, yine bulamıyorum. Çıldıracağım. Defalarca dönüp duruyor, köşe bucak arıyorum, yok. Arka kapı aklıma geliyor anîden. Oraya uçuyoruz.

Eski dergilerin, kitapların, mecmuaların depolandığı izbe koridorun sonunda birkaç kişiyi görüyorum. Hepsi yere çökmüş. Örtmüşler üzerini. Gazete kâğıtlarıyla, dergilerle... Hayır, bu Norman değildir. Başucuna geçiyorum. Yüzüne örttükleri paçavrayı kaldırmak istediğimden emin değilim. Buradan öte gitmek, her şeyi değiştirecek. Bu çizgiyi geçmek istemiyorum. Yüzündeki kâğıt parçasına takılıyor gözlerim. Ufak bir çocuğun resmine kenetleniyor bakışlarım. Bu, yanı başımda biten çocuk. Siyah beyaz fotoğraftan ne renk olduğu anlaşılmasa da gözlerinin farklı tonlarda olduğu belli. Kıvır kıvır saçları var. Fotoğrafın altında şöyle yazıyor: "Grenzer sahen zu, wie ein Junge (6) ertrank." Elimi uzatıyorum. Bir ses geliyor, "Hiç bakmasan daha iyi olur, zaten göremeyeceksin." Norman sen misin? "Sonunda kavuştuk," diyor. Geç kaldık kusura bakma. "Mert size haber vermedi mi?" O kim? Çocuğu mu diyorsun? Evet, o söyledi baskını.

Gülüyor. Ya da ben öyle hissediyorum. "Yanlış haberi duymuşsunuz. Baskını değil, öldüğümü haber edecekti." Ama biz seni kurtaracaktık. "Ama ben sizi kurtaracaktım." Ejderha homurdanır gibi sesler çıkarıyor. "Hadi bu kez olsun dinleyin beni." Al Kapon çıkageliyor. Ardından Multikulti, Soner ve tanımadığım biri daha... "Hepinize söylüyorum, buradan kanatlanıp gitmek kolay; fakat arada kalmışlığı tadan sizlerin arafta durması gerek. İki dilde, iki bedende, iki dünyada, iki doğruda, iki yanlışta, iki doğuda ve iki batıda yaşayanların işi zor. Çocuk zeki. O kalmayı tercih etti. Adama ihtiyacı var. Onun peşine takılmanızı istiyorum. İsterseniz ejderhanıza binip gidebilirsiniz ya da kalıp savaşabilirsiniz. Söyleyeceklerim bu kadar," diyor. Kimse kanatlanmıyor; ama o an, kimimiz 36'lara, kimimiz 40'lara karışıyor.

  • * Bir zamanlar Kreuzberg sokaklarında yaşam mücadelesi vermiş "36'lar" çetesinden ve Zor İsimli Çocuklar adlı eserde anlatılan olaylar, yerler ve kişilerden esinlenilmiştir. Serhat Güney'e teşekkürler.