Açılım

Anamın ölse ölse kocası ölecek, babası ölmeyecek ki demeyi akıl etsem... edemiyorum...
Anamın ölse ölse kocası ölecek, babası ölmeyecek ki demeyi akıl etsem... edemiyorum...

Ne diyordum, kaybolmak, hayatını kaybetmek... Hayatı kaybetmek deyince ölüm gelmiyor aklıma. Ne çok şey geliyor da ölüm gelmiyor. Zorluyorum kendimi ama ölüm gelmiyor. Ölmek... kaybolmak değil. Kaybolmak başka bir şey.

İnsan yolunu kaybettiği zaman bütün dikkatini toplar ve daha keskin gözlerle bakar etrafına. O zaman, daha kaybolmamışken görmediği şeyleri bile görmeye başlar. Ya bir ülke yolunu kaybettiği zaman ne yapar Lisa. Lisa Lisa, sad Lisa Lisa.

Alexandır İvanov

(İnsanlar Geride Kalanlar Da Ölsün Diye Ölüyor Değildir adlı romandan)

Adım Halim. Çocukken bir kere kaybolmuştum. Beni annem bulmuştu. Bulduğunda sırtında çuval, gözünde yaş vardı. “Neredeydin?” demişti. “Ekmek almaya gittim,” demiştim. Şaşırmamıştı. sarılmıştık annemle ve hayatımıza devam etmiştik. Annem çuvalı yakmıştı. Kaybolmuş olmaya rağmen, hayata devam etmek çok zevkliydi. Hayatını kaybetmeyen insanlar için devam ederdi hayat... Kaybolmak, hayatını kaybetmek... bundan ya da buna benzer bir şeyden bahsedeceğimi söylemiş miydim? Annem çuvalı yakmıştı. Neyse, ben aslında bunca zaman sonra geçmişe neden gittiğimi izah edeceğim ama onun da öncesinde söylemem gereken bir şey var. Anam Türkçeyi on yaşında ağabeyinden öğrenmiş, ama diyeceğim bu değil, şu; hayat çok acımasız, diyenler olmuştur belki size de. Aldırmayın onlara. Hayat, insanın yanında nedir ki?

Ağabeyimin arkadaşı Vida Veli mahallenin en yakışıklı delikanlısıydı. Öyle derlerdi. Bir sevgilisi vardı, tek bacağı hafiften kısaydı ama dediklerine göre afetti. Ben daha küçüktüm bu sebeple kendi yargılarımı işe karıştırmak istemiyorum. Afilli bir gençti, biraz da asiydi. Bir keresinde beni ve Serdar’ı caddede görünce “İki dakka takılın gençler, bir herifle papaz oldum, yengeniz gelecek, görüntü verin,” demişti. Galiba orta okul çağımdı. Takılmış ve görüntü vermiştik. Sonra yenge gelmiş, biz gitmiştik. Akşamında ağabeyime anlatınca olayı, “Manitasını görün diye öyle yapmış, sizin vereceğiniz görüntüden ne olacak,” demişti. Ben açıklamaya çalışmıştım, “Yok yav, herifin biriyle papaz olmuş,” filan diye carlamıştım. Hem niye yengeyi görelim istemiş olsun ki... ağabeyim, “Manitası güzel ya, size hava atmak için, niye olacak?” deyip kızmıştı. “Papaz olmak neymiş, sen ne bilirsin böyle şeyleri bacak kadar boyunla?” filan da cabası.

Neyse, mevzu bu değil zaten. Ben cidden papaz olmak filan neymiş ne anlarım, bacak kadar çocuğum işte ve özeniyorum. Vida Veli çok pis kafa atardı mesela. O yaşta arka mahallede bir velet neye özenir, atom mühendisliğine mi? Vida Veli elektrikçide çalışıyordu. Ama lakabı oradan değil. Doksan üçte askere gitti. Şırnak’a... Badisinin beyni Vida Veli’nin gözüne kaçmış çatışmada. Erken terhis oldu. Namaza başladı. Okuyuculara karışmış. Konuşmaz oldu. Namazı bıraktı sonra ama konuşmamayı bırakmadı. Son gördüğümde tren istasyonunun alt geçidinde çorap satıyordu. Bir gece gözüne tornavida sokmuş. Badisinin beyninin kaçtığı gözüne. “Çıkmıyoooooo!” diye bağırıp ağlıyormuş dediklerine göre.

Memleketine gönderdiler. Evlendirmişler orada sol bacağı olmayan bir kızla. Eski Vida Veli olsa, asi adamdı, muzip adamdı, fırlamanın tillahıydı ya, “N’abayım sol bacağı yoksa benim de sağ gözüm yok, karşı karşıya gelince solunu görmüyorum ki hatunun,” filan derdi muhakkak. Ama “Çıkmıyooooo,” dedikten sonra ağzından tek kelime çıkmamış bir daha.

Çıkmamış.

Ne diyordum, kaybolmak, hayatını kaybetmek... Hayatı kaybetmek deyince ölüm gelmiyor aklıma. Ne çok şey geliyor da ölüm gelmiyor. Zorluyorum kendimi ama ölüm gelmiyor. Ölmek... kaybolmak değil. Kaybolmak başka bir şey. Ondan belki. Babam öldü benim ve hep ölü kaldı. Annem beni bulduktan sonraydı. Annem beni bulduktan sonra babamı kaybetti diyeceğim şimdi, zaten öbür diyeceklerim de bundan sonra dilime takılacak. Çünkü babam öldü. Yirmi gün sürdü ölmesi. Karaciğeri bitmiş. Hastaneye kaldırdık. Bahçede bekledim genelde. Nemrut bir adam vardı, bekçi desen değil, hastabakıcı desen değil, o zamanlar öyle özel güvenlik zırvaları zaten yok. Da, adam bekliyor işte kapıda. Almıyor içeri. “Anan yokarda ya,” diyor.

Anamın ölse ölse kocası ölecek, babası ölmeyecek ki demeyi akıl etsem... edemiyorum... çünkü babamın hastanede yirmi gün yattıktan sonra öleceğini bilmiyorum. Ha çıktı ha çıkacak derken ben, sonunda bir gece yarısı bütün akrabalarla gittik hastaneye. Aldık babamı, koyduk toprağa. Annem kocasını kaybetti desem işte şimdi... yok, öyle olmadı. Annem dayımı kaybetti, babamı kaybetmedi. Aslında dayımı annem de kaybetmedi, kim kaybettiyse o kaybetti ve nasıl kaybettiyse de buldu getirdi. Bildiğim büyük bir dayım varmış benim. Ben görmedim, gördüysem de hatırlamam. Annem bu yüzden her bayram gider mezarlığa. Kayıp yok. Ama konu babamın ölümü değil. Ben daha küçükken ve babam zaten genç öldü de daha da gençken olan o şey. Bir polis gelmiş eve. Benim kayıp yıllarım mı, ben bilmiyorum. Ama kayıp yıllarım olamaz, seksenlerden sonraydı benim kayboluşum.

Bu, daha başları. Annem açmış kapıyı, adamı görür görmez benzi gitmiş. Kendi ifadesi. Benzi gitmiş. Çok korkmuş yani. Kapıyı çarpıp içeri kaçmak isteyecek kadar. Ama nasıl yapsın, bu daha da korkunç şeylere sebep olur. Falan filan. Öyleymiş yani. Ben tabi, çok anlamıyorum, yakın tarih bilmiyorum, bana hepsi uzak tarih. Adam annemin adını söylemiş. Babam da o sıra gelmiş kapıya, annemin yanına. Garibim korkmuş da korkmamış görünmüş, annem korkmasın diye. Bu da annemin ifadesi, ben ne diye babama garibim diyeyim.

Adam babama demiş karakola gel, bir şey vereceğiz sana. Babam gitmiş, bir çuval vermişler babama. Babam çuvalı eve getirmiş. Ben çuvalı da hatırlamıyorum. Sonra... annem bu hikayeyi bana beş bin kere filan anlattı. Ama bundan sonrasını anlatmayı hiç beceremedi. Hıçkırıklara gömülüp kaçtı her seferinde. Ben de sevmedim böyle şeyleri hiç. Başka bir zaman punduna getirip sormadım bile. Annem, babamın mezarına babamı daha koymadan önce, bu çuval olayının akabinde gitmeye başlamış. Bunun hiç görmediğim dayımla ne alakası var derseniz. Hiç alakası yok. Babam karakolda kağıt imzalamış, dayımdan kalanları teslim almış, hiç alakası yok.

Şimdi bunları bir dergiye göndersem, bunlar gerçek mi derler.

Gerçek dersem yaşadın mı derler.

Yaşadım dersem, anı yazısı bu, öykü değil, yayınlayamayız derler.

Yaşamadım, kıçımdan uydurdum dersem... güzel ülkemin canı yanar.

Yanmaz mı? Ülke, insanın yanında nedir ki?