Acziyetin Tekniği, Emre Ergin

İsmail Özen
İsmail Özen

Kitaptaki birçok öyküyü okurken ne anlatılmaya çalışıldığını, nereye doğru yürüdüğümüzü bilmiyoruz. Bu durum, öykülerin karmaşıklığından ve “anlatılamaz”ın sınırlarında dolaşmasından kaynaklandığı kadar, yazarın asıl anlatmak istediğine dair ipuçları vermemesinden de kaynaklanıyor.

Acziyetin Tekniği, Emre Ergin, İz Yayıncılık
Acziyetin Tekniği, Emre Ergin, İz Yayıncılık

Öte yandan iyi işlenmiş ayrıntılar asıl söylenmek isteneni perdeleyebilir. İşte Acziyetin Tekniği’nde tam manasıyla böyle bir durum var sanki. İyi işlenmiş ayrıntılar ya da kurgusal gerçekliğin gerektirdiği ayrıntılar o kadar iyi işlenmiş ki bir parmağın bir hedef gösterip göstermediğini ya da gösteriyorsa nereyi gösterdiğini anlayamıyoruz. Bütün bunları Emre Ergin’in kurgusal gerçekliği ortaya koyma biçimine ilişkin söylüyorum. Gerçek hayatın yazınsal gerçekliğe yansıtılması bağlamında ise son derece abartılı, yer yer grotesk denilebilecek bir üslup var öykülerde. Basit denilebilecek zihinsel meselelerin görkemli kurgularla yansıtıldığını görüyoruz. Mesela “Ayakta Alkışlanacak Bir Performans” klasik müzik dolayımında insanın kusursuzluk arayışının son derece abartılı bir temsili, “O Bir Tövbekâr Değil” ise günah işleme konusunda kendi nefsine söz geçiremeyen insanı yansıtan grotesk bir örnek olarak okunabilir. Aynı şekilde “Hausa” da kara kıtanın kara yazgısını anlatan grotesk bir öykü.

Fakat her üç öyküde de ayrıntıların iyi işlenmesi ve irreel olanın reel ve soğukkanlı bir anlatımla yansıtılması, asıl söylenmek isteneni yüksek sesle duyurmuyor. Yaratılan gerçek dışı dünya, ayrıntıların iyi işlenmesi ve yargıların kesinliğiyle adeta gerçek bir dünyaya dönüşüyor. Evet, tam anlamıyla Kafkaesk bir anlatı dilinden bahsediyoruz. Dolayısıyla öykülerin işaret ettiği imgesel dünya üzerine uzun uzun konuşulabilir. Sözgelimi “Prenses” adlı öyküyü okurken Kafka’nın erken dönem eserlerinden olan “Tapınanla Konuşma” öyküsünü hatırladım. “Prenses”te de Kafka’nın söz konusu öyküsünde olduğu gibi konuşarak anlaşmanın, iletişimin imkansızlığı anlatılıyor. Hülasa edersek çağrışımlara açık, simgesel ve kapalı dil, gerçekdışının gerçekçi anlatımı, ayrıntıların iyi işlenmesi ve ele alınan felsefi (zihinsel) temalar bağlamında Emre Ergin öykülerini Kafka öykülerine benzetebiliriz.

Kapalı olmasına rağmen oldukça işlek, hareketli fakat zaman zaman duruluğunu yitiren bir dil kullanılmış öykülerde. Birçok öyküde parçalı bir anlatım var, dolayısıyla zaman düz bir çizgide akmıyor. Parçalı anlatım olayların, hikayelerin öykü denen mimari yapıya aktarılmasında başvurulan etkili bir yöntem fakat bu, öykülerin anlaşılmasını da zorlaştırıyor.

Öykülerin sıra dışı denilebilecek konuları da gerçekten yazarının zihin ve hayal dünyasının zenginliğini gösteriyor. Mekanın insan üzerindeki etkisini anlatan “İnsan Desenli Duvar Kağıdı”, birkaç nesil üzerinden siyah ata binme tutkusu dolayımından insanın anlamsız takıntılarını ve tutkularını anlatan “Atlar ve Atalar” ya da dünyevî olanın anlamsızlığı üzerine kurgulanmış “Malezya Eriği” bu tarz öykülerden. Ben en çok hem içerik hem de anlatım olarak klasik bir öykü olan “Lawrence”ı beğendim. Öyküyü okurken Emre Ergin’in kaç yaşında olduğuna bir kez daha baktım ve öyküde, yirmi beş yaşındaki bir erkek yazarın -yirmi beş yaşında yazıldığını farz ettim- sezgi ve algı dünyasını aşan bir zenginlik olduğunu düşündüm. Yukarıda sık sık ayrıntıların iyi işlendiğinden bahsetmiştim. İşte “Lawrence”tan dilin kurmaca gerçekliğin betiminden felsefeye doğru nasıl evrildiğini gösteren bir örnek: “Yağmur hızını artırıyor. İleriyi görmek güçleşiyor. İnsan içine dönüyor. Yalnızlar üretiyor yağmur. Yalnızların hepsi eşittir birbirine.” (s. 42) Sadece bu öyküyü okumuş olsaydım bile Emre Ergin’in bundan sonra yazacaklarını merak ederdim.

Lafı hiç eğip bükmeden, sarih bir biçimde şunu da ilave edeyim: Enteresan bir İslamcı genç kuşak yazar taifesi geliyor. Birikimli, Batı’yı ve Doğu’yu iyi okumuş; daha da önemlisi sola ve Batı’ya karşı hiçbir ezikliği ve müdanası olmayan, çılgın ve özgün bir kuşak. Ve umarım Türkiye’de on yıl içinde “bağzı kültürel şeyler” de değişecek. Hep birlikte bekleyelim ve görelim.

ABDULLAH HARMANCI:

Önce içimi dökeceğim: Eleştiri yazmaya başladığım günden beri, lafımı hiç sakınmadım. Ne düşündüysem onu yazdım. Ama muhataplarımı incitmemeye de çalıştım. Her eleştirmen gibi ben de söz konusu yazara ve esere haksızlık mı ediyorum, kuşkusunu hep içimde taşıdım. Kimsenin kimseyi doğru dürüst okumadığını, çoğunlukla insanların “idare ettiklerini” düşünmekteyim. 2013’te hacimli bir eleştiri kitabı çıkardım. Ondan sonra da epeyce eleştiri yazdım. Bazı yazarların eleştirilerimden dolayı bana hep mesafeli kaldıklarını, kendileriyle görüşmek istediğimde bana randevu vermediklerini gördüm.

Farklı yayın organlarında bu eleştirilerden dolayı aleyhimde yazılar yazıldı. Bunları neden yazıyorum? Bunları söylememi gerektirecek herhangi bir gelişme olmadı. Ancak giderek kitaplar hakkında yazılan yazılara itibar edilmediğini görüyor ve bu itibarsızlaşmanın baş müsebbibi olarak da bu tür yazıları yazan kişileri görüyorum. Sektörel yazılar giderek çoğalmakta. Hiçbir zaman “sektörel yazı” yazmadım. Ancak böyle bir ikazda bulunmazsak, hiçbir şeyi cidden okumayan kişilerin bizim de sektörel yazılar yazdığımızı düşünmeleri ihtimali var. İçimi döktüm, şimdi Acziyetin Tekniği’ni konuşmaya başlayabiliriz. Düşüncelerimi dört maddede toplayacağım:

1. Emre Ergin öykülerinin üstün tarafı, öyküsünü yerleştirdiği özgün bağlamdır. Özgün bağlam derken kastım, bilindik mekanlar, bilindik zamanlar, bilindik kişiler ve olaylar, olgular içerisine yerleştirilmiş öyküler okumuyoruz. İlk bakışta hemen akla gelemeyecek kimi özel bağlamların içine yerleştirilmiş metinler bunlar. Örneğin Çanakkale’de sesini ve başparmağını yitirmiş bir gaziden, onun bu kusurunu bilmeyenlerce, bir törende konuşma yapması istenir. O ise malul durumda olduğunu anlatmaya çalışır. Kitaba adını veren bu ilk öykü, sadece özgün bir bağlam içine yerleştirilmiş olmasıyla değil, bir Çanakkale gazisinin iç dünyasını bize açmasıyla da ön plana çıkar. Özgün bağlam derken neyi kast ettiğimi örneklemeye devam edeyim: kitabın çok başarılı bulduğum ikinci öyküsünde, ayakları olmayan siyah at tutkunu bir babanın gene ayakları olmayan bir siyah ata rastlaması anlatılır. İç burkucudur. Gene özgün bir bağlam içerir. Örneğin İkarus’un anlatıldığı öykü veya Afrika’da kabileler arasında geçen öykü, yazarın hayal gücünü, farklı bağlamlar yaratma başarısını gösterir.

2. Yazar, genelde, kendisine bir birinci tekil anlatıcı bulur. Bu anlatıcıyı konuşturur. Konuşturma işinde çok başarılıdır. Kesik kesik. Kısa kısa. Eksiltili. Doğal. İnandırıcı bir konuşma söz konusudur. Bırakılan boşluklar yazarın konuşturma işinde ne kadar iyi olduğunu gösterir. Öykü sanatında boşluk bırakarak yazmak ne kadar önemlidir, bilen bilir. Konuşma dili üslubu bu noktada sanki yazara yardımcı olur.

3. Konuşma dilinin ustaca kotarılması yazarın zaman zaman kaza yapmasına engel olmaz. Sait Faik’ten başlayarak pek çok öykücüde bu tür kazalara rastlarız. Abasıyanık’ın “İpekli Mendil” öyküsünü bir fabrika işçisi anlatır ama öyküdeki enfes, şairane cümleler Sait Faik’e aittir. Bu fabrika işçisinin nasıl bu kadar edebi yazabildiğini veya anlatabildiğini kimse kendisine sormaz. İfade etmeye çalıştığım “kaza”, doğal olarak entelektüel biri olan yazarla halktan biri olan anlatıcının bir araya gelmeleriyle ve yazarın kendi maharetini halktan olan anlatıcısına geçirmesiyle gerçekleşir. Tıpkı “Lawrence” öyküsündeki şoför gibi. Bu öyküde, taksi şoförü, çok gerçekçi çizilmiş bir tipken, zaman zaman “medeniyetler çatışması” gibi konulara o değilden giriş yapar veya çok usturuplu laflar eder. Bence taksi şoförünün artı bir birikiminin olduğu zikredilerek bu kaza ortadan kaldırılabilirdi. Zira hayat klişelerle yürümez. Elbette sıra dışı durumlar çoktur. Ancak metinde bu sıra dışılığın temellendirilmesi gerekir. Ki bu öykü gerçekçi olma iddiasındadır.

4. Dile hâkimiyet, kurgulama başarısı, özgün bağlamlar yaratma yeteneği gibi üstün vasıflarının yanı sıra, dünya edebiyatından ve Türk edebiyatından belli ki ciddi okumalar yapmış olduğu anlaşılan Emre Ergin’in bu ilk öykü kitabında, önceki paragrafta göstermeye çalıştığım sorundan daha büyük bir sorun var. O da öykülerin bir hayattan taşıp gelip ruhumuzu sarmadığı gerçeğidir. Öyküler metinsellikleriyle ön plandalar. İlk iki öyküde bu sorunun büyük oranda bertaraf edildiğini görürüz. Orada bize dokunan bir şeyler buluruz. Ancak kitabın büyük bir bölümünde, anlatmaya çalıştığım gibi, yoğun zihinsel performansın veya okumaların sonucu olarak, zihinde başlayıp zihinde biten metinler üretilmiş olduğunu düşünmekten kendimi alamadım. Ayrıca Ergin’in çok erken yaşta ustalaşmış olmasının da bu durumla alakalı olduğunu düşünüyorum. Bir kez daha “ayrıca”, bu metinsellik sorununu elbette ki son dönemlerde okuduğum eserlerde çok fazla gördüğümü söylemeliyim. Bu durumun yazarların seçimi olmaktan ziyade biraz da modern hayatın bize bir dayatması olduğunu düşünüyorum. Ama ne olursa olsun, bir öykü metninin içinden hayatın dipdiri canlılığı, sıcaklığı, neşesi ya da acısı fışkırmalı. Bunu mazur gösterecek bir edebiyat kuramından bahsedilemez.

MEHMET KAHRAMAN:

Acziyetin Tekniği Emre Ergin’in ilk öykü kitabı. Öykülerini Post Öykü, İtibar gibi dergilerden tanıdığımız yazarın bir de romanı var. Romanı buraya eklememin sebebi yazarın daha önceden anlatı diline yabancı olmaması ve kendini yazma anlamında geliştirmiş olmasıdır. Nitekim Acziyetin Tekniği’nde Ergin, dil ve kurgu olarak yetkin bir öykücü profili çiziyor.

Acziyetin Tekniği, genel itibariyle kurmaca ile hayat arasında gidip gelen ama her halükarda zihinde olup biten öykülerden oluşuyor. İnsan zihninin çaresiz kaldığı, bunaldığı, altta yatan anlam arayışlarının da olduğu fakat bir çıkış bulamadığı zaman dilimlerinin etrafında şekilleniyor öyküler. “Lawrance” adlı öyküde bir taksi şoförünün inancıyla sınanması, “Cumayı İkiye Bölmek” yine inanç ve günlük kalıpların çelişkisi, “Malezya Eriği” öyküsünde mananın peşinde olmak… insan olmanın acziyetini, çelişkilerini, bazen kendine bile yabancılaştığını gösteren öykülere evriliyor kitap. “Ezan başlıyor. Sezen Aksu’yu susturuyorum. Kadına da bakmıyorum.” (s.44) “Nerede bir tanrı bulsak önünde diz çökerdik” (s.48) “İnsanı bildikleri mutsuz eder.” (s.59) Alıntıladığım cümleler hayatta karşılığı olan ve kolayca çözümlenen öykülerden; bunun yanında fantastiğe yaklaşan ve atmosferine girmekte zorlandığım öyküler de var. “Hausa”, “İkarus”, “Prenses”, “O Bir Tövbekar Değil” gibi öyküler ise kendini kolaylıkla ele vermeyen öykülerden.

Ergin, elini attığı her konuyu öyküleştirebiliyor. Bu açıdan bakınca kitapta konu farklılığının çok olması anlaşılıyor. Geleneksel izlerden modernizme, mitolojik öğelerden yabancılaşmaya kadar her şey kendine yer bulabiliyor öykülerde. Öyküleri okurken yazar çok zeki diye bir düşünce geçti aklımdan. Hiç olmayacak konuyu öyküleştiriyor ama bunun o denli farkında ki bize kendini göstermek istiyor. Hayata değen, bizde karşılığı olan öykülerde bunu olumlu buluyorum. Öykü bittiğinde ne okudum hissi oluşuyor. Bu öykü bana ne söyledi? Bu nedenle “kurmaca” tarafı güçlü öyküler okuduğumuzu söylemeliyiz.

Bir kitabı değerlendirirken teknik ölçütlerin ötesinde bir de okurun kendisinin bile farkına varamadığı kıstaslar oluyor. Sevdim veya sevmedim derken bu kıstaslardan hareket ederek söylüyoruz aslında. Ergin’in öykülerini anlatım, kurgu ve konu zenginliği olarak beğenip keyifle okumama rağmen, duygusal bir iz bırakmadığı için de birkaç öykü dışında bende karşılıklarının olmadığını gördüm. Daha önce de vurgulamıştım, gerçeğe temas eden ve duygusal yoğunluk barından metinleri seviyorum. Bu cümle kitabın aleyhinde bir söz değil bunu belirtmek isterim. Acziyetin Tekniği de bu açıdan keyifle okuduğum ama bende derin iz bırakmayan bir kitap. Yazar dile ve kurguya hâkim olduğu için edebîlik anlamında sırıtan ve okuru zorlayan bir yanı yok.

Bilakis akıcı ve kendini okutan öyküler demeti. Fakat öykü bittikten sonra okur kendini yokladığında onda bir iz kalıyor mu? Ben bu sorunun okur için de önemli olduğunu düşünüyorum. Zira ilk iki öykü “Acziyetin Tekniği” ve “Atlar ve Atalar” öyküleri duygusal yoğunluğu da olan öyküler. Bu öyküler insana dokunuyor diye düşünüyorum. Özellikle “Atlar ve Atalar” öyküsü beni fazlasıyla etkilemiştir. Bireyin engellenen tarafı, yaşama arzusu, bir neslin ata ile bağlantı kurması öyküyü diğerlerinden farklı kılıyor. İlk öykü ise Çanakkale gazisinin günümüz insanına vereceği dolaylı mesajlarla önem kazanıyor. Bir tören için gaziden konuşma yapması isteniyor.

Fakat gazi konuşamıyor, çünkü savaş sırasında boğazına şarapnel saplanmış. Gazi durumunu söyleyince yazmasını istiyor teklif için yanına gelen kız. Gazi tamam diyerek yazmaya başlıyor ama yazdığı metin savaşı anlatmakla birlikte bir dönem eleştirisine dönüyor. Kendisi de farkında, o yüzden yazdığı metni verip vermemekte kararsız kalıyor ve sonunda “yazamadım” (ironik bir eleştiri) diyerek kağıdı vermiyor. Şu kısa alıntı öykünün temel dinamiği sayılabilir: “İçimde yaratılan acziyetin tekniği burada da uygulanmıştı. İşgale uğrayan vatanı hayallerin masallara dönmesiyle daha iyi hissetmiştik. İşgal ilk oradan başlamıştı algımızda.” (s.14)

Sonuç yerine: genç bir öykücünün bu denli konu çeşitliliği yakalayabilmesi ve bunun yanında kendi üslubunu da oturtmuş olması önemli. Fazlalıklardan arınmış bir dil, konu ve kurguya hâkimiyet yazarın öne çıkan tarafları.

ALİ GÜNEY:

Emre Ergin’in ilk kitabı Dördüncü Dilek’i değerli bir arkadaşımın tavsiyesiyle okumuştum. Öykü kitabını görür görmez de meraklanmıştım. Kaçıramazdım. Yazı dünyamızda ilk romanı ile ilgili belli bir eleştiri, yazı vb. rastlamasam da (gözden kaçırdı isem affola) bence “iyi” kitaptı. Yazarın ilk kitabının da hakkını verdikten sonra öykülerine geçelim.

Acziyetin Tekniği’nde on altı öykü yer alıyor. Öykülerde yarım kalmışlık, eksik olmak, kazanamamak gibi izlekler işleniyor. Kitabın ilk öyküsü olan “Acziyetin Tekniği”nde bir gazinin kendisine teklif edilen bir konuşmadan önce yaşadıklarını ve kaybettiği sesi ile sevdiği arasında kurduğu bağı görüyoruz. Öyle ki kitabın ikinci öyküsü olan “Atlar ve Atalar” da babasının hayalini gerçekleştirmek isteyen gencin “atalarının” hikayesini öğreniyoruz. Ayağı kesik baba ile bir aile geleneği olduğuna inanarak siyah ata binmek için verilen uğraşın sonunda topal bir siyah atla karşılaşılması anı… Emre Ergin somut kaybedilenle onun altında yer alan hissi, kırık hevesi öykülerinde işliyor.

Bence kitabın en iyi öykülerinden olan “Cumayı İkiye Bölmek” isimli öyküsünde kız arkadaşıyla buluşacak üniversiteli gencin Cuma namazı imtihanını anlatıyor. Bir telaşa, bir hayale, hayatın debdebesine sıkıştırılan bir Cuma namazını samimi bir dille işlediği bu öyküdeki final sahnesi de bir harika. Modern hayatın insanını, yaşantısını nasıl yaşanıldığına dair sorgulayan yazar, bir puan yarışı olarak gördüğümüz hayata, incelikli bir dokunuş yapıyor. Finalde güldürürken-düşündürürken hüzünlendiriyor.

Beş oğlunun içerisinde birinin başarısızlığı ile kahrolan babanın diliyle anlatılan “Hayvan Oteli” isimli öyküde de hayvanat bahçesi kurma hayali ile tuhaf işler yapan oğlunu anlatan babayı dinliyoruz. Oğlunun normal bir iş yapmasına sıcak bakamaz baba. Diğer çocukları üst düzeydedir. Bu da öyle olmalı? Ama kabul edemez. Oğlu ise belgeseller izleyip halı üzerinde yatmaktadır. Heveslenir bir işe ama bu işte özellikle (benim de öyküden öğrendiğim) tarpak hayvanları ve baba için üzücü bir sonla biter.

Emre Ergin’in öykülerinde anlattığı konular, karakterleri eğer doğru kelimeyi kullanıyorsam, ilginç. Olmamışlık, başarısızlık, kırık hikayeler anlatan Emre Ergin, metnin içindeki sorgulamaları ve konu ile ilgili en trajik noktayı görmeyi hedefliyor. Fizyolojik bir eksiklikten daha başka bir acıyla yüzleştiriyor okuru. Marguerite Yourcenar’ın dediği gibi, hayat, olası bütün tanımlarından daha karmaşıktır.

Öykülerde gördüğüm bir diğer husus da metinlerin teknik olarak güçlü olmaları. Birkaç yerde noktalama ile ilgili sıkıntılar var ama bu editörü de ilgilendiren bir husus. Öykülerdeki akış, metnin aldığı yol çok güzel. Tekniği önemseyen, cümleler arası ilişkinin kopmamasını isteyen bir yazarla karşı karşıyayız. Özgeçmişinden öğrendiğimize göre sayılarla çok uğraşmış: Matematik ve iktisat okumuş. Bunun da bir etkisi olmalı elbette. Ama bence öyküyü hatırlanır kılacak bir şey daha var: Samimiyet. “Öykülerin birkaçı samimiyetsiz” gibi bencil bir cümle kurmak değil niyetim. Ki bu haksızlık olur. Öykülerin birkaçı fazla teknik. İkarus gibi, Prenses gibi. Çünkü yine Yourcenar’dan alıntılayalım: “Her şeyi tam olarak aktarmaya çalıştığımızda anlaşılır olmaktan uzaklaşırız daima.”

İnsanın çıkmazlarını ve insanı çıkmaza götüren durumları anlatan Emre Ergin’in yeni öykülerini merakla beklediğimi belirterek, yazı yolculuğunun bereketli olmasını dileyerek bitireyim.