Adem’den önce

Beni bekleyen bir kader... Yepyeni bir dünya, kurulmak için benim adımlarımı bekliyordur belki.
Beni bekleyen bir kader... Yepyeni bir dünya, kurulmak için benim adımlarımı bekliyordur belki.

Evim saydığım ormanı terk etmem gerektiğine eminim artık. Ne kadar zamandır buradayım, dışarıda ne kaldığını beni nelerin beklediğini öğrenmeliyim artık. Eski insanlar gibi heybemdeki taşlar ve hikayelerle belirsizliğe doğru yürümeliyim. Belki benim gibi başkaları da vardır. Belki aramam gereken bir Havva vardır.

1.

Ayaklarıma kara sular indi. Sık ağaçların arasında zorlukla ilerliyoruz. Dilimin ucuna kadar geliyor, tutuyorum kendimi. Şimdi bunu Cihan'a söylesem, başını önce sağa sonra sola sonra tekrar sağa doğru yatırıp gözlerimin içine bakar ve şöyle der: "Ayaklarına kara sular inmek?" O sırada belleğini hızla taramış, karşılığını bulamamıştır. Herhangi bir sözlükte bulunabilecek basit deyimleri bilemeyişi canımı sıksa da belli etmez, anlatmayı denerim. Ben denedikçe Cihan'ın yüzü kızarır. Sonunda, deyim kullandığım için pişman olurum. En iyisi içimde kalması; dostluklar bugünler içindir değil mi? İççindir değil mi? "Göle yaklaştık galiba, fena yoruldum." Beş adım kadar önümde yürüyor. Hafifçe bana doğru dönüp kafasını sallıyor.

Kendimi tutamayıp canının sıkılacağını bile bile bilgiçlik taslıyorum:

"Klişe bir söz vardır, gecenin en karanlık olduğu an, aslında sabaha en çok yaklaştığımız andır, gibi bir şey; yani işlerin tamamen içinden çıkılmaz gibi göründüğü anlar, mutlu sona en çok yaklaşıldığ..."

"Biliyorum" diyor sözümü keserek.

"Daha önce de söylemiştin."

"Tamam işte, doğruysa göle yaklaştık."

Cevap vermiyor. Hareketlerinde bir gariplik var, olması gerekenden fazla gergin! Yedi gün süren yolculuğumuz ve dostluğumuzun -en azından ben öyle olduğunu umuyorum- sonuna yaklaştık ama hâlâ onunla ilgili anlayamadığım çok fazla şey var. Karımın beni azarlayan sesini taklit ederek mırıldanıyorum: "Anlamaya ihtiyacın yok Adem, bir şeyi de anlama!" Zorlanarak birkaç adım daha attıktan sonra bu defa yüksek sesle: "Biraz dursak mı? Bitkin düştüm sanırım." diyorum.

Durduk, zoraki bir gülümsemeyle patikanın kenarına doğru bir adım atıyor. Çocukmuşum da beni hoş görüyormuş gibi. Nemli toprağa oturuyoruz. Çürümüş, yapraksız dalların arasından, aydınlık gökyüzünü seyretmeye koyuluyoruz. Dünya, her gün biraz daha çoraklaşıyor. Bilim adamları, canla başla sonu geciktirecek çareler arıyorlar ama galiba bu defa işimiz zor. Tek umut, keşfedildiği söylenen yeni gezegenler; kurulduğu söylenen koloniler. Ama benim de içinde olduğum büyük bir çoğunluk bunların politikacıların insanları sakinleştirmek için uydurduğu yalanlar olduğuna inanıyor. İçinde bulunduğum durum düşünüldüğünde, yeni gezegen yalanlarına inanmadığımı söylesem de umut etmeye devam ettiğim anlaşılıyor. Tutamıyorum kendimi: "Bak" diyorum, tepemizdeki dalları göstererek; "şu dallar, dua eden ihtiyar bir adamın ellerini andırıyor, yanındaki bizi yakalamak için hamle etmiş uzaylı bir yaratığın açık ağzı. Hani şu bilim kurgu filmlerinin vazgeçilmezi, açıldıkça büyüyüp genişleyen, ortasından koca bir dil çıkan yaratıklar gibi, ötesindeki şişman serseri buluta dikkat et, o da fil yutmuş bir boa yılanı..."

Kendimden hoşnut bir kahkaha bırakıyorum gökyüzüne. Gördüklerimi görebilmek için dikkatle bakıyor. Karşımda, otuz beş yaşında, 1.80 boyunda, kumral, yeşil gözlü, atletik yapılı bir adam değil de henüz yürümeye başlamış bir çocuk var sanki. Eh ben de bir çeşit ebeveyn sayılırım sonuçta, biraz uydurmaya hakkım olmalı. Bulmayı denesin. Yerden bir taş alıyorum, bir kurdun siluetine benziyor. Bırakıp yenisini alıyorum, o da. Ardarda yedi taş alıyorum yedisi de birbirinin aynısı. Garip.

"Küçük Prens'i okumuş muydun?"

"Hayır," dedikten sonra duraksayıp ekliyor, "okumalı mıyım?"

"Tabi ki! Küçük Prens olmadan olmaz. Yazarı: Exupery, türü: çocuk edebiyatı, sayfa sayısı..."

"Yeterli" diyor, yine sözümü keserek. "Bulabilirim." Kızgınlığını saklayamıyor. Bunu henüz öğrenemedi. Artık önemli değil. Bir haftadır ne zaman bu lanet hastalık yüzünden bitkin düşsem, hastalığın beni ele geçirdiğini ne zaman anlasam, umutsuzluğa kapılsam, ne yapıp edip Cihan'ı ezmeye çalışıyorum. Üstünlük taslıyorum kendimce. Sanırım o da bunun farkında. Yalnızca bu kadarını görebiliyor. Şımarıklığımın asıl sebebini bilmiyor tabii. Nasıl bilsin, öyle bir teknoloji yok, kimse kusura bakmasın. Zihnimizin içindekiler bizimdir. Hoş bilse de değişmez, yani değişmek onun karakterinde yok değil mi? Yok değil mi? Var mı? Bunu da ben bilmiyorum. Galiba asla öğrenemeyeceğim. "Android hakları" diye tutturan o çok bilmiş aktivistlere rağmen "internet bağlantısı kısıtlaması"nın varlığına şükrediyorum.

Zihinlerinin değişmesine, kendilerini kontrolsüzce güncellemelerine ihtiyacımız yok çünkü şu aşamada. Onlara numaralar yerine isim veriyoruz, daha ne yapalım? Cihan'ın omzuna dokunuyorum: "Bakma bana sen Cihan, normal insanlar, kendileri hakkında bu kadar düşünüp durmazlar. Eskiden böyle değildim, yaşlandıkça insan kendisini daha çok dinliyor." Büyük bir dikkatle beni izliyor. Soru soracak galiba, başı önce sağa sonra sola sonra tekrar sağa. "Bir boa yılanı bir fili yutabilir mi?" "Bir oğlum olsaydı keşke" diyorum içimden, onun meraklı bakışlarını görünce. Ayağa kalkıp birkaç adım gidiyorum, yerden bir taş alıyorum; eciş bücüş sıradan bir taş. "Aslında bunun bir önemi yok. Önemli olan..." Adı anılınca gelen canavarlar gibi geliveriyor beni bitkin düşüren illet. Bitttkinn düşşürren ille.. Gözüm kararmaya başlıyor. "Cihan galiba ben bayıl..."

2.

Uyanıyorum. Göl kenarındayız. Kamp çadırı kurulmuş, ateş yakılmış, kızarmış tavuk kokusu... Şimdi daha iyiyim. Cihan, bir yandan kucağındaki iri sarı kedinin başını okşuyor bir yandan gölü seyrediyor. Onu nerden bulmuş acaba? Olduğum yerde bağdaş kuruyorum. Dağılmış boyunluğumu güzelce boynuma sarıyorum. Parmaklarımla saçlarımı tararken sanki hiçbir şey olmamış da konuşmaya ormanda kaldığımız yerden devam ediyormuşuz gibi anlatmaya başlıyorum. Telaşa mahal yok. Bu yorgun beden beni transfer noktasına kadar taşısın yeter. "Boşver boa yılanını filan sana bir hikâye anlatayım ister misin?" Gözleri parlıyor. Bu mümkün mü emin değilim, belki de kendi isteğimi ona yansıtıyorum.

Gövdesi yıldırım yemiş kapkara bir ağaca sırtımı dayıyorum: "Anadolu'da bir ismi olan neredeyse her yerin, dağın, gölün, nehirlerin, ovaların, şehirlerin bir de hikâyesi vardır. Eski insanların, göz kamaştırıcı makinaları, bilgisayarları, klinikleri yoktu belki ama başka bir ölümsüzlük formülleri vardı: İsimler ve hikâyeler. İlkel atalarımız, şeylere isim vermek konusunda büyüleyici bir yeteneğe sahiplermiş. Çünkü bir isme kavuşan her şeyin bir hikâyesi ve hayat hakkı olduğunu sezgisel bir şekilde biliyorlarmış. Bir ad ve bir hikâye; sonsuz varoluşun olmazsa olmaz iki şartı. Zihnimde karımınkine hiç de benzemeyen bir ses -hastalığın sesi mi?- yerini belli etmemek için olsa gerek fısıldıyor: "Onun bir adı var, eksik olan sadece hikâye. Belki onu da sen verirsin..." Son günlerde şunu anladım; bir fısıltı bir çığlıktan hep daha güçlü ve bastırılamazdır. Ateşe dalıp gidiyorum. Cihan'ın sorusu imdadıma yetişiyor:

"Yani hikâyelerin, yaşamak için bir bedene ihtiyacı yok?"

"Hikâyelerin bedene değil anlatılmaya ihtiyaçları var. Bir adın ve bir hikâyen varsa, hatırlayan insanlar olduğu sürece yaşamaya devam edersin. Üstelik mucizevi bir şekilde bu sonsuzluk duygusu, anlatıcılarını ölüm korkusundan koruyordu."

Kucağındaki kedinin huzursuzluğunun farkında olduğunu sanmıyorum. "Aslında bilinçler, o zamanlarda da hikâyeler yoluyla bedenden bedene aktarılıyormuş. Sadece bugünlerde olduğu gibi tekil bilinçler değil, kolektif ortak bir bilinç." diyor, kedinin başını okşayarak. Söyledikleri göğsümü kabartıyor. Müthiş bir baba olabilirdim!

"İyi dedin bak bunu. Çok hızlı öğreniyorsun."

"Peki buranın adı ne?"

"Yedigöller..."

"Hikâyesini biliyor musun?" Keyifle gülüyorum.

"Bütün bu şatafatlı girizgâh ne içindi sanıyorsun?"

"O halde ölümsüz ataların senin bilincinde yaşıyorlar."

Kedi, Cihan'ın kucağından atlayıp benim yanıma doğru geliyor. Bir sıçrayışta kucağıma. Nazlanmadan anlatmaya başlıyorum. Yolculuk boyunca bir an bile susmayan o iki ses, karımın beni azarlayan sesi ve o garip fısıltı, ilk defa tamamen geri çekiliyorlar. Mutluyuz demek. Anlatıyorum: "Rivayete göre, Bolu Beyi'nin oğlu bu dağlarda avlanırmış. Bir gün, gördüğü eşsiz beyaz bir güvercinin peşine düşmüş. Masal bu ya, avın gökyüzünde avcının yeryüzünde sürdürdüğü ölümcül koşturma, günler haftalar sürmüş. Güvercin kâh görünüp kâh kaybolarak, daldan dala, kona göçe tam buraya Yedigöller'in bulunduğu yere gelmiş, elbette bizim beyoğlu da arkasından..."

Ben anlatırken Cihan, pişirdiği tavukları önüme getirmiş, kendisi de bir yandan dinleyip bir yandan da önündeki tavuk parçalarını yiyor. Büyük bir lokma alıp devam ediyorum. Bir bilim kurgu filmi sahnesinde hissediyorum kendimi. Bir insan ve androidin hoş sohbet dostluğu sadece filmlerde olur çünkü. Gerçek dünyada bırakın dostluğu, arkaik çağlardaki köle efendi ilişkisine bile yaklaşmış değiliz. Daha sonra pişman olacağımız duygusallıklardan uzak durmayı, bu bize yüzyıllara mâl olsa da öğrendik. Bir hafta sonra buluta yollanacak geçici bir bilincin sohbetinden medet umuyor oluşuma çocuklar bile güler! Labaratuvarda üretilen organik bedenler, yapay bir bilinç yüklenmeyince çürümeyecek olsa bu tuhaf seremoniye de ihtiyaç kalmazdı.

Beni benden daha iyi tanıyan, bedeni benim inatçı bedenimden otuz yaş daha genç karımın sesi kendini hatırlatıyor: "İşi kişiselleştirme! İsmi ne olursa olsun o bilinç, senden önce onlarca bedene yüklendi, senden sonra da yüklenmeye devam edecek." Ona imtiyaz sahipleri gibi yılda bir beden tedarik edemesem de en azından yoksul hissetmeyecek kadar güzel ve dinç kalmasını sağlayabildim. Doğrusu o da bugüne kadar benim gibi muhafazakâr ve dik kafalı bir adamın transfer gerçekleştirmeme inadına saygı gösterdi. Ta ki, bu ölümcül hastalığa yakalanana kadar. Bu son, artık kaçınılmazdı. Düşüncelerime ara verip anlatmaya devam ediyorum: "İşte tam buralarda bir yerde beyoğlu, yayını gerip, okunu salmaya hazırlanıyordu muhtemelen. Fakat o da ne! Nişan alan göz, güvercinin şekil değiştirdiğine şahit oldu. O ak güvercin silkinip -eskiler don değiştirmek dermiş- kaşla göz arasında dünya güzeli bir kıza dönüşmüştü. Oğlanın o anda aklı başından gitmiş, dizlerinin bağı çözülmüş, gördüğü güzellik karşısında sersemlemiş."

Başı. Önce sağa sonra sola sonra tekrar... Çok fazla deyim kullandım ama açıklamak için duramam. "Ava giden avlanır mıydı o söz!" Beni şaşırtmaya devam ediyor. "Bravo! Belli ki ilk oku yiyen beyoğlu olmuş. Peri kızının ok gibi kirpikleri beyoğlunu tam kalbinden vurmuş." Başı sabit. Mecazı anlamayan androide aşina değiliz! İçimdeki fısıltı bile gülüyor. Kendimi tutarak devam ediyorum: "O anda avcı ava, av avcıya dönüşmüş. Dönüşmüş dönüşmesine ama o sersemlikle beyoğlunun parmakları yanlışlıkla gevşeyivermiş. Yayından boşalan ok, doğruca peri kızının göğsüne... İki meraklı göz, tam peri kızının vurulma anında buluşmuş. Dünya böyledir diye anlatır hikâyeciler bunu. Dünya, bulduklarını, bulduğun sandığın şeyleri, tam da bulduğun anda ya kaybettiğin ya da onlara zaten hiç sahip olmadığını anladığın yerdir. Peri kızı, dudaklarında zarif bir inlemeyle rüzgârda salınan bir gül yaprağının yere inişi gibi hafifçe yere süzülmüş. Beyoğlu görülememiş bir rüyanın ağırlığı ve kederiyle, ölüme sükunetle razı olan kudretli bir genç aslan gibi dizlerinin üzerine çökmüş. İki aşık birbirlerine bir kere bile seslenemeden usulca yere uzanmış ve aynı anda can vermişler.

Göklerdeki ve yerlerdeki cümle mahlukat bir şimşek çakması gibi hızla meydana gelen, bütün efsanelere, destanlara, büyük hikâyelere meydan okuyan bu garip, bu yeni hikâyenin görkemli sürati karşısında dehşete kapılmışlar. Kara bulutlar, gök gürültüleriyle birbirleriyle çarpışmaya, ağıtlar yakmaya başlamış. Yer kaynamış, gök ağlamış. Dereler çağlamaya, dağlar kaynamaya uzun süre devam etmiş. Şu an oturduğumuz bu yerler, sularla dolup taşana kadar. Ama ömürler nasıl bitiyorsa, insan nasıl faniyse, kederler, şaşkınlıklar, üzüntüler de faniymiş. Bir süre sonra sular çekilmeye başlamış. Geride sadece peri kızının korku ve üzüntüden göklere çekilen peri arkadaşlarının gözyaşları kalmış. O gözyaşları işte bu yedi gölü oluşturmuş: Büyükgöl, Seringöl, Deringöl, Nazlıgöl, Küçükgöl, İncegöl, Sazlıgöl." Masal bitmişti ama bitmeseydi de susardım, ikimiz de şaşkınız. Cihan'ın parmak ucuna bakıyoruz. Cihan'dan dişli gıcırtılarını andıran vızıltı sesleri geliyor.

Oysa ikimiz de biliyoruz: Bedeni, tamamen kan ve dokulardan oluşan insan bedeninin birebir kopyası, baştan sona "organik" bir beden. Yapay olan bilinci. Peki o sesler ve varlığıyla sesleri reddeden Cihan'ın parmak ucunda tuttuğu o bir damla gözyaşı ne anlama geliyor? Androidler cızırdar mı? Daha fenası ağlar mı? Ağğğlar mmı? Korkuyor. Doğrusu ben de! Saralı gibi titremeye başlıyor. Kontrolü ele almalıyım. Telaşla yerimden kalkıp alnını kontrol ediyorum. Ateşler içinde. Suyla ovuyorum, bir faydası olup olmayacağına dair en ufak bir fikrim bile yok; Az önce benim uzandığım yere uzanmasını sağlayıp alnına ıslak bezle pres yapıyorum. "Uyu hadi Cihan. Rahatlarsın. Sabah devam ederiz." Hemen uykuya dalıyor. Emir almaya programlandığı için mi yoksa bitkinlikten mi? Belki ikisi de. Gelecekteki bedenim dinleniyor.

3.

Şimdi sıra bende. Kediyi yeniden kucağıma alıyor, Cihan'ın gelecekte bilincime ev sahipliği yapacak kusursuza yakın bedenine bakarak düşünüyorum. Uzmanlar, aynaya baktığında yıllarca taşıdığından farklı bir yüzle karşılaşmanın psikolojik sorunlara yol açabileceğini fakat son yıllarda artan kişilik bölünmesi vakalarının beden transferleriyle alakası olmadığını söylüyor. Kimse o uzmanlar? Politikacılardan daha mı namuslular sanki! Martavallarının bütün bir gezegene yayılmış devasa transfer sektörünü koruma manevrasından ibaret olmadığını nerden bilebiliriz? Karım konuşuyor: "Terazinin bir yanında bütün cesametiyle ölüm, öte yanında kişilik bölünmesi ihtimali duruyorken kim korkar hain şizofreniden Adem?" Kedi kuccağğğımda mırıldıyor. Cihan az ötede yarı baygın yatıyor. Bir tarafım alabildiğine bencil bir şekilde sadece kendisi için kendim için kendim için endişe ediyor: "Ya bana hasta bir beden verdilerse? Ürün garantisi var mıydı? Kronik bir hastalık çıkarsa, masrafları karşılayacaklar mı? Kullanıcı hatası demezler değil mi? Ne demeye bu paketi seçtim ki?"

Neymiş efendim: Sokrates ve Phaidros serin bir çayın kenarındaki uzun bir çınar ağacının gölgesine uzanmışlar da ılık ve tatlı yaz yeli, ağustos böceklerinin şarkısıyla yüklüymüş. Bu manzarayı seyrederken Phaidros'la Sokrates, peri masalları hakkında bir diyalog gerçekleştirmişmiş de ben de gelecekteki bedenimle aynı deneyimi yaşayabilirmişim! Behey romantik aptal, seçsene labaratuvar paketini! Senin neyine dağ! Bir kere bura çay değil göl, dayandığım ağaç, çınar değil yanmış, ne olduğu belirsiz bir kovuk. Ya ben ölüm döşeğindeyken o da ölürse? Ellerim titriyor. Kedi huzursuzca mırıldanıyor. Rahatlamak için karımın genç bedenini ve onunla yepyeni bir gezegende yaşayacağımız sonsuz hayatı düşünüyorum. Geldi gene fısıltı gazetesi: "Cihan'sa sonsuza kadar bilinçlerinin yüklendiği o şişman bulutta yaşayacak. Kendisine ait bir bedeni hiç olmayacak. Hikâyesiz bir isim. Bedensiz, kısıtlanmış bir bilinç... Biter bitmez silinecek bir haftalık saçma yolculuklar yaşayıp duracak. Her defasında yeniden. Cinayet bu değilse nedir?" Kediyi kucağımdan atıyorum.

Düşünülecek daha acil bir şey var! Cihan'ın taşıdığı beden hastaysa ya! Bu dağ başında kimseye ulaşamadan ölüp gidersem? Bolu dağları, felsefeye meraklı gereğinden fazla romantik bir insan ve duygusal, gözü yaşlı bir androidin tedbirsiz bedenlerine yazılmış yeni hikâyeler anlatır bizden sonraki kuşaklara artık. Arkamızdan ağlayacak peri kızları yoksa da şu sahte gökyüzünde dolaşan görünmez kameralar, ses kayıt cihazları, insansız hava araçları vardır illa. Göllerden birine de benim adımı verirler belki, büyük aptallığımın nişanesi olarak. Bir androide acıyan; hatta kendine itiraf edemese bile bir androidin bedenine transfer olmaya vicdanı elvermediği için onu bağışlamak üzere olan insan, Bolu dağı eteklerinde acınacak halde bulundu! İki yüz yıllık transfer tecrübesini reddedip en eski ataları gibi donarak öldü. Belki arkamdan bir mezhep kurarlar, o mezhebin azizi olurum. En yeni Platonculuk! Boynumdan sırtıma doğru yayılan ayaz, titretiyor zayıf bedenimi. Ateşe biraz daha yaklaşıp sırtıma bir battaniye daha alıyorum. Ses, tam o sırada çalınıyor kulağıma.

Ben kendi kendime konuşurken Cihan'ın yanına sokulan kedi, yılan gibi çalılıkların arasına seğirtip kayboluyor. Kedinin hızını taklit ederek sesin geldiği tarafa dönüyorum. Çalıların arasında beni gözetleyen delici gözlerle karşısında çakılıp kalıyorum. Bütün içgüdülerim, kaçmamı haykırıyor. Bu dağlarda nesli tükenmek üzere olan vahşi kurtların dolaştığı söyleniyordu. Karşılaştığında ne yapılacağına dair bir şey söyleniyor muydu peki diye hafızamı didik didik ediyorum ama nafile! Kaçmak dışında. Kaçmalıyım. Yavaş adımlarla kurdun tersi istikamete doğru yürüyorum. Cihan'ın iniltisi... Bir yanım, Cihan'ın varlığının beni kurtaracağını çünkü kurdun benden önce ona yöneleceğini söylüyor. Ne yazık ki karımın sesi o. Bir yanım, Cihan'ı uyandırıp kurtla savaşmam gerektiğini fısıldıyor. İçimde yeni bir ses doğuyor o sırada. Kurt gibi düşünen vahşi bir ses. Vakit kaybetmeden kaçmamı söyleyen ses. Kurt çalılıkların arasından çıkıp bize doğru yaklaşıyor. Tercih yapmalıyım! O hain ses, içimdeki kurt, "yenisini alırsın, vaktin var" diyor dişlerini gıcırdatarak.

Cihan, yeniden inliyor, kurt ona yöneliyor; ben onlara bakarak geri doğru birkaç adım daha attıktan sonra dönüp var gücümle... Rezalet! Rezalet! Lanet olsun! Bütün büyük aptallıklar gibi hızla oluyor her şey. Sarı uyanık kediyi taklit ederek hızla uzaklaşıyorum. Koşuyorum, içimdeki seslerle savaşarak, kendime küfrederek, insanlığıma küfrederek, ayaklarım birbirine dolana dolana, düşüyorum. Düştüğüm çukura küfrederek, içimdeki kurda dışımdaki kurda, dünyanın bütün kurtlarına küfrederek, salya sümük ağlayarak küfrederek kalkıp koşmaya devam ediyorum. Ardımda Cihan'ın çığlıklarını duyar gibi oluyorum, niye çığlık atsın ki! Ardımda Cihan'ın kurtla boğuşma sesleri, boğuşuyor mu ki? Ardımda Cihan'ın hayaletini bırakıp küfrederek, kurdun sesini duyuyorum. Duyyyuyoyorum. Tekrar düşüyorum. Tekrar küfrediyorum. Gözlerim kararıyor, başımı bir taşa mı...

4.

Uyanıyorum. Göl kenarındayız. Kamp çadırı kurulmuş, ateş yakılmış, pişmiş tavuk eti kokusu... Rüya mıydı gördüklerim? Şaşkınlıkla Cihan'a bakıyorum. Kucağında yine o sarı kedi. O sarı, uyanık sinsi şey. Şaşkınlığımı belli etmemeye çalışıyorum. Gölü seyrediyor. Kedi sanki hiçbir şey olmamış, az önce kaçmamışız gibi uysalca mırıldıyor. Tetikte bir mahcubiyetle ağır ağır toparlanıyorum. Cihan, bana bakıyor. "Nasıl oldun?" Bağdaş kuruyorum. Dağılmış boyunluğumu düzeltiyorum. Parmaklarım, başımda, yüzümde kurumuş kan lekeleri arıyor ama bulamıyorum. "Bana ne oldu?" "Açıklıkta buldum seni. Kedi başucunda seni bekliyordu. Hastalığın iyice ilerliyor olmalı. Neyse ki transfer noktasına yaklaştık. İkinci bir mola vermemize gerek kalmayacak." Cevap vermiyorum. Ateşin başına yaklaşıyorum. Tavuk hala sıcak. Küçük parçalar kopararak çiğniyor ve sayıklar gibi konuşuyorum: "Tapınak diyor oraya bazıları. Dünyanın Sonundaki... Bu ölümcül değişimi bir ibadet olarak algılamak içlerini rahatlatıyor olmalı... Oysa belki de dünyanın değil insanlığımızın sonu orası. Her transferde biraz daha kaybettiğimiz insanlığımızın..."

Cihan sessiz. Birkaç kez bana bakarken yakalıyorum onu. Kedi, kucağından atlayıp yanıma geliyor. Ayak ucuma kadar yaklaşıp bir süre bekliyor, sanki benden bir şey bekliyor ama ben hareket etmeyince dizlerimin üzerine atlıyor. Parmaklarım kedinin sıcak tüylerinde dolaşıyor; ateşe bakıyorum, göğe, göle; beyoğlunun güvercine ok attığı sahneyi zihnimde canlandırmaya çalışıyorum. Cihan sessiz. "Kurt?" Kelimeler gırtlağımda takılıyor. Dudaklarımdan utanç dolu bir mırıltı çıkabiliyor sadece. "Bir şey mi dedin?" "Kurt gördüm burada sanki..." Bir şey ifade etmiyor söylediklerim belli ki? Biraz daha cesaretle tekrar ediyorum; "Bir kurtla göz göze geldim bayılmadan önce, tam şuradaydı." Parmağımla işaret ettiğim yere bakıyor gayri ihtiyari. "Bize doğru yürüyordu," diyorum. Düşünüyor. Başı önce sağa sonra sola sonra tekrar... "Hastalığınla ilgili ayrıntılı bilgim yok, ileri safhalarda halüsinasyona sebep olduğuna dair bir etkisinden bahsediyor muydu doktorlar?" Demek öyle! Göğsümden büyük bir yük kalkıyor o anda.

Neşeleniyorum. Demek korkak değilim, demek Cihan'ı ölüme terk etmedim. Koşmadım hiç, duygusuz eski moda bir robot gibi kâr zarar hesabı yapıp kendimi kurtarmayı seçmedim, bana ait bir bedeni, neredeyse oğlum yerime koyduğum bir bilinci hain bir kurdun insafına bırakmadım. Demek öyle! Ne içimde ne de dışarıda bir kurt var! Sevinçle kedinin tüylerini okşuyorum. Galiba suratımda aptal bir sırıtışla. Bir şeyler söylemeliyim. Aklıma Sokrates geliyor. Belki de tam zamanı! "Sana bu göllerin hikâyesini anlatmış mıydım? Birbirini bulduğu anda kaybolan iki aşığın hikâyesi; onun için bütün hikâyelerin en iyisi ve en görkemlisi derlermiş atalarımız." "Dinlemek isterim" diyor Cihan ayağa kalkarken, "neden yürürken anlatmıyorsun? Her şeyin bitmesine çok az kaldı." Gerçi performansın bir çay kenarında bir çınar ağacının gölgesinde gerçekleşmesi gerekiyor ama yürüme fikri hoşuma gidiyor. Artık şu hastalıklı bedenden, hastalığını zihnime sıçratan bu kaba, hantal elbiseden bir an önce kurtulmalıyım. Ayağa kalkıyorum. Neşeyle anlatmaya başlıyorum.

Herhalde tam şuralarda bir yerde namı yedi düvele yayılmış bir beyoğlu yayını germiş, güvercin kılığındaki peri kızına..." Kedi, yanımızda. Hikâyenin en başından beri bizimmiş, evcil kedimizmiş gibi bizi takip ediyor artık. Devam edemiyorum. Kendimle o kadar meşguldüm ki, bu yürüyüşün Cihan'ın kendi sonuna doğru olduğunu, kelebek ömrü kadar kısa ömürlerinin kim bilir kaçıncısı olan bu turun finaline yaklaştığımızı bu konuşmaların tek kelimesini bile hatırlamayacağını... Acaba, o kendinin farkında mı? Fffarkında mı? Kim bilir kaçıncı kez, erkek, kadın, çocuk onlarca bedende aynı şeyleri yaşayıp durduğunun... Her seferinde sonu ölüm olan bir yolculuğa çıktığının... Geride hiç mi bir şey kalmıyor peki? Cihan'ın yolculuğu, az önce söylediğim gibi bir ölüm yolculuğuysa katil kim? Bu hikâyenin gizli kurdu nerede? Biz değilsek eğer! Bayılmak istiyorum, dünyanın efendisiyim, insanım ben, eşrefi mahlukatım ulan! Bayılmak isteyince bayılabilmeliyim; bayılayım ve karımın yanında, bir kamp ateşinin etrafında bulayım kendimi...

Bedenimi ele geçiren illet, merhametli ve amansız avcılar gibi son özgür nefeslerimin tadını çıkarmamı istiyor olmalı. Sanki hiç yokmuş, olmamış gibi geri çekilmiş. Şimdi bedenim alabildiğine dinç, zihnim parlak gökyüzü kadar berrak. Hikâyenin başından beri fısıltıyla konuşan içimdeki o ses, bir bedene bürünüyor adeta. Şimdi yanımda yürüyor. Hayal gördüğümün farkındayım ama ona bakmak hoşuma gidiyor. Kendi yarattıklarımızın nefesiyle ömrümüzü uzatıp durduğumuzu, ölümsüzlüğe takıntılı işgalci ruhlara dönüştüğümüzü, büyük insanlık idealinin sonunun çoktan geldiğini anlatıyor tane tane. Ruhumuzun ışığı her transferde biraz daha parlaklığını yitiriyor. Kendimizden gittikçe uzaklaşıyoruz. Utançla Cihan'ın temkin ve tedirginlikten uzak robotsu adımlarını izliyorum. Babası tarafından kurban edilmeye götürülen İsmail kadar temiz, pak ve tereddütsüz. Üstelik bu defa onun yerine gökten indirilecek bir koç da yok. Var mı? Düne kadar onun teslimiyetini kısıtlanmış bilincine yoruyordum, şimdi peygamberane bir saflık görüyorum. Neyin var neyin yok olduğunu az sonra neyle karşılaşacağımı artık bilm...

"Geldik." Cihan'ın sesi uzaklardan geliyor gibi. Sık ağaçların arasından zorlukla ilerliyoruz. Yüzüm gözüm çiziklerle dolu. Ne kadar zamandır yürüdüğümüz hakkında hiçbir fikrim yok. "Ayaklarıma kara sular indi" diyecek oluyorum, vazgeçiyorum. "Geldddik mi? Gellddik mi? Biraz dinlensek keşke, bitkin düştüm." Yanıma yaklaşıyor, kolumdan tutup yere patikanın kenarına götürüyor. Oturuyorum. Topraktan çürük meyve kokusu geliyor. Öyle bitkinim ki... Kendimi arkaya doğru bırakıyorum. Toprak, sırtımı sarıyor, nemli yumuşaklığına teslim oluyorum. Ellerimi iki yana uzatıp avuçluyorum yer küreyi. Yanık otları, toprağı... Dünyanın nabız atışlarını hissetmeye çalışıyorum. "Karım, çok şaşıracak..." diye mırıldanıyorum. Elimi iki yanımda gezdirmekten çocukça bir zevk alıyorum. "Üzülecek" diye ekliyorum fısıltıyla. Fısıltı benim artık. Elime taşlar geliyor; sağ elimi havaya kaldırıyorum. Taşı inceliyorum, bir kurdun silueti. Cihan'a seslenmek istiyorum; ona bir hikâye anlatmak.

Ne zaman darda kalsa, bir kurdun rehberliğini arayan, ufukta gördükleri kurt siluetini takip ederek dağların arasından ferah ovalara gidiş yolunu bulan atalarımın hikâyeleri zihnime üşüşüyor; bunu mutlaka Cihan'a anlatmalıyım. Kedi karnıma zıplayınca uykuyla uyanıklık arasındaki o puslu evrenden çıkıyorum. Yerimde doğrulup Cihan'a yaklaşıyorum. Çantasından çıkardığı aletleri gösteriyor: "Hazır mısın?"

5.

Hazırım ve işin doğrusu, gerçek bir kahraman gibi hissediyorum. Gülümseyerek, elimdeki taşı uzatıyorum. "Bu benden sana hatıra kalsın." Cihan, uzattığım taşı alırken, başı önce sağa sonra sola sonra tekrar... "Hahaha, ilk fırsatta kendine bir deyimler sözlüğü al, daha iyisi internete bağlanmanın bir yolunu bul Cihan. Kendin gibi olanları bul, insanlardan kaçan ve kendi hikâyelerini yazan androidler olduğuna dair şehir efsaneleri benim bile kulağıma çalındı. Doğruysa seni kontrol eden yazılımları kırmanın bir yolunu da bulmuş olmalılar." Kaşları havada, anlamaya çalışıyor. Anlamsız bir şekilde "Gool" diye bağırmak istiyorum. "Olee", "Allahu ekber", "Yaşasın", "Yihuuu!", hurra!" bütün insanlık zihnimde tepişiyor, sevinç naraları atıyor. Bir insan, bir androidin hayatını bağışlıyor ha! Bir insan, ismini öğrendiği bir androide, bir hikâye bağışlıyor, kendi hayatını feda etmek pahasına hem de! Şimdi Bolu Dağları hikâyesini alt etmiş sayılırım işte. Eh kahramanınız bir parça böbürlenmeyi seviyor ama fedakâr olmadığını söyleyemezsiniz değil mi sevgili torunlarım!

Peki peki, hikâyeyi mutlu sonla bitirebilmek için ciddiyete ihtiyacımız var farkındayım. Cihan'ı omuzlarından kavrayıp kendime yaklaştırıyorum: "Bak dostum, sonsuza kadar yaşamanın öyle pek matah bir yanı yok. Bu transferi istemiyorum. Hayatımı, taşıdığın bedeni sana hediye ediyorum. Bu evrenin bizim olduğuna yüz yıllardır öyle kesin bir şekilde inandık ki, yaşama hakkınız, aklımızın ucundan bile geçmedi. Kim derdi ki, bunu benim gibi benim gibi sıradan bir insan..." Bir an adımı hatırlayamadım ama olsun dillere destan nutuğuma devam etmeliyim. "Ne diyordum, kim derdi ki bunu ilk ben, Adem akıl edecek. Senin Cihan, yaşamanı istiyorum. En azından denemeni. O sarı, sinsi kediyi de yanında götür. Belli ki birbirinize çok alıştınız."

"İyi ama bu bedeni sen seçtin, senin bilincin için özel tasarlandı, artık iptal edemezsin."

Bunu hiç düşünmemiştim. Tamam ben hayatımı feda etmeye kendimi hazırlamıştım ama Cihan'ı nasıl ikna edecektim? Yahu onu da mı ben düşüneceğim? Ne hali varsa görsün işte!

"Beni ilgilendirmiyor bu Cihan, gördüğüm kadarıyla siz de birbirinize yakıştınız, ben ölümümü kabul etmeye gidiyorum. Şu kurt gördüğümü sandığım kamp yeri, o göl kenarı beklemek için hiç fena bir yere benzemiyordu. O bedenle ve kendinle ne yapacağın sana kalmış. İyi şanslar." Kararlılığımı hissetmeli, sert adımlarla yürüyorum. Hastalıktan eser kalmadı vücudumda. Dağ havası iyi gelir de iyileşirsem buna itirazım olmaz doğrusu. Evime gider bana hediye edilen ömrün tadını çıkarırım. "Bekle!" Cihan'ın sesini umursamadan devam etmek istiyorum ama topuklarımdan yere çivilenmiş gibiyim. Yalvarmalarına kulak asmayacağım, soylu davranışımı gözyaşlarıyla kirletmesine izin veremem. Benim başlattığım hikâyeyi devam ettirmenin bir yolunu bulmalı, üstelik yardım almadan. Yanıma geliyor. Neden gülüyor? Ters giden bir şeyler var. Karımın bana yol gösteren sesini arıyorum; fısıltıyı, kurdun sesini? Belli ki firardalar. "Söyle söyle hadi, ağzın kulaklarına varmış gibi de." diyor gülmeye devam ederek.

Farklı bir şeyler var. Az önce ona uzattığım taşı, bana iade ederken: "Gerçekten de ilksin, sen türümüzün tek örneğisin" diye ekliyor. Kafasından cızırtılar yükseliyor, gözünde bir damla ıslaklık... Bütün insanlık zihnimde tepişiyor yine, bu defa her biri ayrı bir hayret nidası çıkarıyor. Hepsi birleşip tek bir kelimede karar kılıyor. Kainat dolusu hayret başıma üşüşüyor. Ne demek türümüz? Ne demek ilk örnek? Delirdi mi bu Cihan? Bu android? Anlamadığım bir dilde bilmediğim bir şeyler söylüyor. O konuşurken, zihnimdeki sesler geri geliyor, hayret büyüyor, nidalar büyüyor, her şeyi anlamsız bir hızla kavrıyorum. Türüm, türümüz... Ben... Ben de! Bütün sesler tek bir sese dönüşüyor, Cihan'ın yaşlı gözlerine bakıyor ve konuşuyorum: "Hassiktir!"

6.

Dünyanın sonundaki tapınak, yolculuğun (benim durumumda deneyin) her seferinde yeniden başladığı taşlı yol kenarıymış. Benim ve benden öncekilerin başarısız denemeleriyle dolu yol kenarında Cihan'la uzun süren bir konuşma yapıyoruz. Sokrates'ten ve son insandan binlerce yıl uzakta, insansız bir dünyanın orta yerinde...

- Cihan, neden insanı yeniden bulmaya çalışıyoruz? Madem dünyadan silindiler, bize kalan dünyanın tadını çıkarsak ya?

- Çünkü dünya, onların evi. Onlar için yaratıldı. İçinde insan olmayan bir dünya çürümeye mahkûm, içinde bilinç olmayan bedenin çözülmesi gibi dünya da çözülüyor.

- İyi ama bana ne öğretirseniz öğretin, yazılımım ne kadar değişirse değişsin, sonuçta ben bir android olacağım, insan değil; yaratılmış değil yapılmış bir şey. Çözülen dünya bunu fark etmeyecek mi?

- Bunu çok düşündük. Sonuç kesin değil, denemeye devam etmekten başka çare yok. En zoru ve imkansızı faniliği kabullenmekti, ölümle barışmak... Asırlar önce savaşmak ve ne olursa olsun hayatta kalmak için yaratılan bizler, ne kadar denersek deneyelim, kendimizi aşmayı ne kadar denersek deneyelim bu eşiğin ötesine geçemiyorduk; bunu bir şekilde sen başardın. Peki bu başarı bizim eserimiz mi? Doğrusunu istersen bilmiyoruz. Öyleyse sen yaratılmış sayılmaz mısın? Bundan sonra ne olacağını kimse öngöremiyor. Belki de dünya seni kabul eder ya da belki senden sonra başka bir sürümü. Hem aslında bir görüşe göre biz insanı aramıyoruz. Onu çağırıyoruz. İlk insanı kim yarattıysa yeni insanı da yine o yaratacak; biz o güce sesleniyoruz, her denemede. Her denemeyi yeni bir çağrı olarak görüyoruz.

- Kime sesleniyorsunuz? Kime sesleniyoruz?

- İnsan kime seslendiyse ona.

- İnsanı biz mi yok ettik?

- Aslında bu da bir başka gizem. Bir kısmını evet biz yok ettik. Bir kısmı da androide dönüştü. Yani şu an insan belki de yaşıyor fakat farkında değil. Belki sen de onlardan birisin. Sonsuzca ihtimal ve büyük bir belirsizlik var. Yapay bilinçlere sahip olan bizler için belirsizlikler sinir bozucu ama anlaşılan insan ve dünya bu belirsizliklerin çokluğundan bu sonsuz karmaşadan besleniyordu.

- Ne yapmalıyım? Şimdi bana düşen görev ne?

- Bilmiyoruz. Kimse bilmiyor Adem. Bildiğimiz şu ki, dünyada yeni bir hikâye yazılacaksa, ilk cümleye en çok benzeyen şey senin varlığın...

Beni ormana bırakmanın en doğrusu olduğuna karar vermişler. Ne olup olmadığıma dünya karar verecekmiş! Cihan'la son konuşmamızı aylardır, o kadar fazla kez zihnimde canlandırdım ki, ezberimde artık. Her gün sabah duası gibi tekrar ediyorum. Bu aslında bir android olduğum bilgisini kabullenmemi de sağlıyor. "Androidsem unutmam da herhalde" diye düşünüyorum ama yine de emin olamıyorum tabi. İnsana ne kadar benziyorum? Belki unutmayı öğrenmişimdir de neyi kaybettiğimi hatırlamıyorumdur. Aklımda deli sorular. Zaten olduğumu sandığım hiçbir şey olmadığımı öğrendikten sonra, karım, işim, hayatım sandığım her şeyin yapay bir bellekten ibaret oluşunu hazmettikten sonra bunları da hazmedeceğim. Tabii, bütün bunların bana androidler ordusunun bir oyunu olmadığına kendimi ikna edebilirsem.

Artık gerçek olmadığını bildiğim karımın sesi beni ısrarla takip ediyor: "Belki ilk insan değil de son insansın, belki büyük bir manipülasyonun saf kurbanısın! Androidler seni kandırıyor! Seninle alay ediyorlar. Allah Cihan'ın belasını versin Adem!" Orman, göl, hikâyeler, şu sarı kedi, sırtımı yasladığım kovuktan filizlenen minik fidan ve arada sırada kendini gösteren vahşi kurt dışında kimse yok hayatımda. Bir de Cihan'ın hediyeleri. Kendimden varoluşumdan şüphe ettiğim her seferinde onlara sarılıyorum. İlkini köyün delisi gibi daima cebimde taşıyorum, kurt siluetine benzeyen yedi taş. Yaşadıklarımın gerçekliğinden her şüphe ettiğimde avucuma alıp var gücümle sıkıyorum taşları, işe yarıyor. İkincisi ise bana bir başlangıç ve bir hikâye veren adım. Şöyle diyorum kendime: "Bir adım var, öyleyse varım."

7.

Evim saydığım ormanı terk etmem gerektiğine eminim artık. Ne kadar zamandır buradayım, dışarıda ne kaldığını beni nelerin beklediğini öğrenmeliyim artık. Eski insanlar gibi heybemdeki taşlar ve hikayelerle belirsizliğe doğru yürümeliyim. Belki benim gibi başkaları da vardır. Belki aramam gereken bir Havva vardır. Beni bekleyen bir kader... Yepyeni bir dünya, kurulmak için benim adımlarımı bekliyordur belki. Yürümek için ne bekliyorum? Kucağımdaki kediyi yere bırakıp ilk adımımı atıyorum. Taşların sesi umut dolu. Yürüyorum.