Afyonu Patlamamış Kabakçı Selim

Halepli Emin Nihat Efendi hiç oralı olmadı. Çünkü seğiren gözün nereye baktığı anlaşılmıyordu.
Halepli Emin Nihat Efendi hiç oralı olmadı. Çünkü seğiren gözün nereye baktığı anlaşılmıyordu.

Tekkedekiler hikayenin tam burasında bir küheylan beyinin nara esintisiyle geldiğini duydular. Nida sesleri gittikçe yaklaştı. Tekke kapasının tekmelenmesi gök gürültüsü gibi büyüdü. Pos bıyıklı, kalın kaşlı, yüzü yaralı, ben diyeyim yüz, siz deyin yüz elli okka bir herif girdi Muhal Tekkesi’ne. Elinde piştov, belinde yatağan, seğiren gözüyle şöyle bir etrafı süzdü.

Galata’da ehl-i duman, ehl-i keyf ve ehl-i muhabbetin hem dem olduğu Muhal Tekkesi’nde, bilinmeyenin aşikâr kılındığı, rivayetlerin meşk şarabıyla aktığı, tarihçilere ve vakanüvislere ibret-nûma hikayeler anlatılırdı. Bu tahkiyesi hayli müşkül hadiseler kimi zaman vaka-i âdiyeden, kimi zaman da vaka-i güzîdeden addedilirdi. Bu hikâyeler bazen merhamet, bazen dehşet, bazen de hayret cinsinden hissiyat uyandırır, dinleyenin ağzı, anlatıcının dilinin mahareti nispetinde açık kalırdı. Kelam ehlinin pîr saydığı merhum Halepli Emin Nihat Efendi, o akşam yine söze başladı:

Nakledilir ki, şimal tarafından gelen, suratı değirmi, burnu yassı bir seyyah1, hükümdarından aldığı yüz yirmi iki altınla bir harita çizmek için yollara düşmüş. Maveraünnehir dolaylarında gezinirken yolunu kaybedip bir badiyeye girmiş. Susuzluk ve kızgın kumlar arasında kavrulurken akıllara durgunluk veren, o durgunlukta beyninin sıvısını çamurlu su gibi bulanıklaştıran bir hatuna rastlamış. Bu cariye o derece güzelmiş ki görenler kendilerinden geçip birbirlerini doğrarlarmış. Hamile kadınlar çocuklarını düşürür, kısraklar nallarını yutarmış. Cariyenin omzundaki beyaz tavşan dövmesini gören seyyah bunun bir işaret olduğunu anlayıp huri yüzlü kadının peşine düşmüş.

Bu noktada bir şerh düşmem iktiza etmekte. Seyyahın seyahatnamesinde “Orta Dünya” ve “Elf” kelimeleri geçmektedir. Lakin Mısır’ın en kıdemli müfessiri ve mütercimi Küpeşteli Mehmed bin Harir, “Orta Dünya” tabirini, o zamanlar sadece üç kıta bilindiğinden, Habeş civarı olarak tercüme etmiştir. “Elf”i olduğu gibi aktarsa da, talebesi Necib Mahfuz, üstadının kibir ve enaniyetinden bu kelimeyi eksik yazdığına hükmedip “Elif” olarak değiştirmiştir. Lakin uzun uzun ismi yazmaktansa tek bir çizgi olan “I” harfi kullanmış, bu da sonradan, üzerinde güneşin batmadığı bir ecnebi memleketinin lisanına yerleşmiştir. Fakat onlar Elif’in ay yüzlü halini vurgulamış, “I” harfine elif demektense “ay” demeyi müreccah görmüşlerdir2. Yine Halepli Emin Nihat Efendi’ye dönecek olursak:

Seyyah yedi vadi ve yedi dağ aştıktan sonra cariye Elif’e ulaşabilmeyi başarmış. Kara sevdasını dile getirmiş ve karısı olmasını istemiş. Cariye:

“Yedi vadiden geçtin, yedi vadiyi de yedi dağı da uhulet ve suhuletle aştın. Sende Mecnun’dan füzûn âşıklık istidadı var. Bunu başardığına göre muhabbet ehli birisin,” demiş. Bunu duyan seyyah çok sevinmiş. Harita ve hükümdar hatırından çıkmış. Cariye sözüne devam etmiş:

“Ancak bir şartım var. Hazar Ali Osman adında âlim bir zat var. Onun tedrisinden geçip simya ilmini öğrenirsen gönlüm senin olur,” demiş. Bunu duyan seyyah-ı âşık sorgusuz sualsiz dileğini kabul etmiş ve bu zatın nerede olduğunu bilmeden yollara düşmüş. Şırıl şırıl akan ırmaklardan geçmiş, kara dumanlar ve lavlar saçan dağlara tırmanmış, zemheride titremiş, şemste yanmış. Hiç bilmediği renklerde çiçekler, yırtıcı hayvanlar, karanlık ormanlar görmüş. Bir gün nehrin kıyısında dövünüp duran, saçını sakalını yolan birine rastlamış.

Tekkedekiler hikayenin tam burasında bir küheylan beyinin nara esintisiyle geldiğini duydular. Nida sesleri gittikçe yaklaştı. Tekke kapasının tekmelenmesi gök gürültüsü gibi büyüdü. Pos bıyıklı, kalın kaşlı, yüzü yaralı, ben diyeyim yüz, siz deyin yüz elli okka bir herif girdi Muhal Tekkesi’ne. Elinde piştov, belinde yatağan, seğiren gözüyle şöyle bir etrafı süzdü. Halepli Emin Nihat Efendi’yi görünce gözü daha da dellendi. Seğirmesi hızlandı. Ayıdan bozma adam:

“Sen mi baktın ulen bana yan?”

Halepli Emin Nihat Efendi hiç oralı olmadı. Çünkü seğiren gözün nereye baktığı anlaşılmıyordu. Diğer göz ise kısık mı yoksa tamamen kapalı mı belli değildi. “Sana diyorum ulen Halepli” deyince muhatap belli oldu. Emin Nihat Efendi önce yardım dilenen gözlerle sağına soluna bakındı. Sonra da aman dileyen bakışını takınıp iki büklüm oldu.

“Bakmadım efendim. Öyle şey yapar mıyım hiç.”

“Ulen az evvel At Pazarı’ndan geçmedin mi sen? ‘Bu gümüş para kalp’ derken beni kesmedin mi?”

Halepli Emin Nihat Efendi bu ânı hatırına getirince gözlerinden soluk bir ışıldama geçti. “Aman Bey…” demeye kalmadan kulakları sağır eden bir sedayla piştov gümbürdedi.

İsminin Şikemperver İskender Efendi olduğu rivayet edilen katil, Halepli Emin Nihat Efendi’nin cesedine de yatağanını sapladı. “Var mı ulan bana yan bakan!” diye nida ata ata kendi etrafında dönmeye başladı. Bu patırtı esnasında, hikayenin devamını merak eden Kabakçı Selim öfkelendi. Zaten evden çıkmadan yuttuğu afyon hâlâ patlamamıştı. Hikaye dinlerken iyi kötü vakit geçiyordu; ama bu adamın naraları çivi gibi çakılıyordu kafasına. Gözlerine ve beynine kan yürüdü. Halepli Emin Nihat Efendi’nin işkembesinde dimdik duran yatağanı kapan afyonu patlamamış Kabakçı Selim burnundan kıvılcım çıkartır gibi soluyordu.

Şikemperver İskender Efendi’yi kevgir gibi delik deşik etti. Yine de sinirini alamamış, bir de ince ince doğramıştı. Ortalık kan gölüne dönüp çarıkları ıslanınca kendine geldi. “Bu hikâyenin devamını bilen var mı?” diye bağırdı. Kimseden çıt çıkmadı. Yatağanı savurarak bir kez daha bağırınca içlerinden biri kısık sesle “Bülend Çelebi bilir,” diyebildi. “Kim bu Çelebi? Nerededir?” diye sordu Kabakçı Selim.“Üsküdar’dadır,” diyebildi adam. Sonra da küt diye devrildi. Kabakçı Selim hikayenin devamını dinlemek için râviyân-ı ahbâr, nâkilân-ı âsârdan Bülend Çelebi’ye gitti. Lakin tam da o gün artık bu işleri bırakma kararı aldığını söyledi Çelebi.

Zira çilli tavuğunun yumurtladığı yumurtayla sabah menemen3 yapmış ve afiyetle yemiş; ama şikayet üzerine anlamış ki tavuğu komşusunun ambarına girmiş ve arpalarından gagalamış. Boğazına haram lokma giren Bülend Çelebi artık hiçbir rivayetinin sahih olmayacağı kanaatine vararak mesleğini terk etmiş. Kabakçı Selim elindeki kanı kurumamış yatağanı adamın boğaza dayayınca, Bülend Çelebi bülbül gibi olmasa da tûtî gibi şakımaya başladı:

Rivayet olunur ki seyyahın rastladığı adam vakt ü zamanında Hazar Ali Osman’ın rahle-i tedrisinden geçmeye talip olmuş bir garipmiş. Seyyah, adamın böyle şedit bir şekilde dövünüp durduğunu görünce garipsemiş. “Acaba ne yaptı da bu kadar pişman oldu?” diye merak etmiş. Adamcağızın göz pınarları kurumuş ağlamaktan. Çoktandır bu vaziyette olduğu kısılmış sesinden de belliymiş. Seyyah sormuş:

“Bre adam, ne oldu sana böyle? Neden dövünüp durursun?”

“Var git işine, benim derdim bana yeter. Senle uğraşamam.”

“Anlat hele, belki derdine derman olurum.”

“Benim derdimin dermanı yoktur. Yaydan çıkmış okun, dilden firar eden sözün dönüşü yoktur.”

“Sen yine de anlat. Belki rahatlarsın,” deyince adam biraz silkinip kendine gelmeye çalışmış ve demiş ki:

“Üstada ilminin talibi olduğumu dile getirdim, o da yaptığı hiçbir şeyi sorgulamamam şartıyla bir müddet beraber yolculuk edebileceğimizi söyledi. Seve seve kabul ettim. Elbette onun yaptıklarını sorgulamayacaktım, ne haddimeydi; fakat Hazar Ali Osman havsalamın almadığı işler yaptı. Ben her seferinde dayanamayıp niye böyle yaptığını sordum. Ahdi bozduğum için yollarımızın ayrılmasını istedi. Her seferinde bir daha tekrarlamayacağıma dair sözler verdim. En son hadisede fakirlerin gemisinde bir delik açtı ve ben yine dayanamayıp sebebini sordum. İşin iç yüzünü anlattığında ne kadar büyük bir hata yaptığımı anladım; ancak ahdimiz bozulmuştu. Arkasını dönüp çekti gitti.”

Zavallı adam yine inlemeye başlamış. Seyyah birden telaşlanmış. Ne tarafa gittiğini sorup cevabı bile duymadan yola koyulmuş. Ummanlar aşmış, yel değirmenleriyle dövüşmüş, o ela gözlü dilberin hatırına çekmediği eziyet kalmamış. Sabrın sonu selamet demiş ve Hazar Ali Osman’ı bir nehrin kenarında balık avlarken bulmuş4. Seyyah derdini anlatmış. Hazar Ali Osman tebessüm etmiş. “Niçin geldiğini biliyorum,” demiş. “Sana simya ilmini öğreteceğim. Yalnız bir şartım var. Şu mağarayı görüyorsun değil mi? Orada kırk gün file doldurman gerekiyor.” Seyyah önce anlam verememiş. Daha önce riyazet ehlinin çile doldurduğunu duymuş. Ama file de neyin nesiymiş? Yine de sormaya cesaret edememiş. Bunun bir imtihan olduğunu düşünmüş.

Hikâyenin burasında Kabakçı Selim önce bir kahkaha attı ve sonra bu hikâyeyi bilen başka birinin olup olmadığını sordu. Bülend Çelebi titreyerek cevap verdi: “Evet, var. Asgar Farsî de bilir.” Cümlesini bitirir bitirmez boğazında tuzlu bir sıcaklık hissetti. Kabakçı Selim korkudan kekeleyen ve “çile” yerine “file” deyip kelleyi kurtarmak için bozuntuya vermeyen Bülend Çelebi’nin kellesini gövdesinden ayırdı. Asgar Farsî’yi Fars illerinde sanıp beyhude aradı. Aylarca izini sürdü. Doğduğu köye varınca, “Farsî’nin dinleyicilerinin sayısı gün be gün çoğalıyor ve tehlike arz ediyor” gerekçesiyle cenupta bir adaya sürgüne gönderildiğini öğrendi.

Hikayeyi dinlemek için oraya da gitti ve Asgar Farsî’nin kapısını aşındırdı. Kabakçı Selim olan biteni anlatınca Farsî biraz zaman istedi. O da rivayetlerde “file” geçtiğini duymuştu ve “çileli” olanını bilmiyordu; ama bulmalıydı. Yoksa onun da kellesi hürriyetine kavuşacaktı. Biraz düşündü. Hızlı olmalıydı. Yoksa Kabakçı işkillenebilirdi. Sırtından boşalan soğuk terleri hissetti. Daha ne bekliyordu ki? Zaten seyyahtan önce çile yoluna çoktan girmişti. Anlatmaya başladı:

Seyyah çileye girmeyi kabul etmiş. Lakin bu çile bilinen çilelerden başkaymış. Hazar Ali Osman: “Çilede, vurulduğun hatun kişi de olacak. Kırk gün boyunca onu eğlendireceksin; ama asla dokunmayacaksın. Eğer hatunun canı sıkılırsa ya da dokunursan sana bu ilmi öğretmem.” Seyyah şöyle bir düşünmüş:

“Benim istediğim zaten bu değil miydi? İşte sevdiğime kavuşuyorum. İlmi neyleyim? Ama ilmi güzeller güzeli istedi benden. Elimi uzatsam dokunabileceğim yakınlıkta. Elini uzatsa tutamam. Dileğini yerine getirmedim.” Hazar Ali Osman’ın gösterdiği mağaraya girmiş. Cariye onu görünce sevinir gibi olmuş. İkisi de birbirlerine doğru ilerlemişler; ama son onda durup öylece kalmışlar. Seyyah mağaranın karanlığında ay yüzlüsünü çok iyi seçememiş. Biraz bakıştıktan sonra cariye canı sıkılmış gibi kıpırdanmaya başlamış.

Seyyah’ın bir yandan içi gidiyor bir yandan da bir şeyler düşünmeye çalışıyormuş. En sonunda ona başından geçen tuhaf olayları ve gitmek, görmek istediği; fakat bir türlü gidip göremediği diyarları, hayvanları, insanları anlatmaya ve böylece cariyenin gönlünü hoş tutmaya karar vermiş ve söze âgâz eylemiş. Ona cadılardan, alev saçan ejderhalardan, tepegözlerden bahsetmiş. Gerçekten de cariyenin can sıkıntısı geçmiş; fakat seyyah bir söylüyorsa, cariye “lafını balla kestim” diyor ve on katıyormuş. Bir süre sonra öyle çok lafa karışır olmuş ki, cariye hikayeyi anlatan, seyyah da dinleyen olmuş. Bu gerçekten de çekilmesi zor bir çileymiş. Her geçen gün cariyeyi dinlemek daha da güçleşiyormuş.

Seyyah dayanamayıp takatinin tak olduğu bir anda dışarı çıkmak istemiş; ama ne görsün. Türlü türlü kuşlar, ankalar, hüdhüdler, ebabiller mağaranın ağzında birikmiş. Seyyah bunu bir alamet olarak telakki edip çilesini doldurmaya devam etmek istemiş. Bir süre sonra cariyenin söylediklerinde ender ilimlerin izlerini görmüş ve pürdikkat dinlemeye başlamış. Kırk günün sonunda Seyyah, zahir ve bâtın mücerredi, verâ ve marifette amil bir kul olup çıkmış.

Meğer cariye sandığı bir gölge oyunuymuş. Arka perdede Hazar Ali Osman sesini değiştirip simya ilmini öğretmekteymiş. Seyyah kırk günde ilm-i kimyanın bütün sırlarını öğrenmiş. Kuşların etrafında dolanıp durduğu ve onunla konuşabildiği bir zât-ı şahaneymiş artık o. Her türlü suale cevap verebilen, hiç kimseye sual etmeyen bu âlimler âlimini “Ebu Tuyûr” (kuşların babası) diye anmaya başlamışlar.

Asgar Farsî’nin rivayetinde geçmemekle birlikte, seyyaha Ebu Tuyûr denilmesinin bir sebebi de kimilerince bir kuş gibi tasvir edilmesindendir. Burnunun bir kuş gagası gibi eğri, kulaklarının sivri ve öne eğik olduğu sahih olmayan kaynaklarda geçmektedir5. Kabakçı Selim hikayenin sonunu beğenmemiş, “Onca yolu bunun için mi kat ettim,” deyip Farsî’yi katletmiştir. Aman diyim sen elini kana bulama hacı.

  • 1 Defterdar Kabız Hilmi Efendi bu seyyahın isminin Alexendar Nikov olduğunu rivayet eder. Zira gümrük mallarının kayıtlarını tutan Hilmi Efendi, bu seyyah’ın memleketine üç sandık dolusu kispet gönderdiğinin kaydını tutmuş ve yağlı güreşi memleketinde yaymak istediğini belirtmiştir. Ancak Tuzlalı Gılman Hüdayi, Hilmi Efendi’nin mebun bir şahıs olduğunu iddia etmiş ve bu sebeple Defterdar Kabız Hilmi Efendi’nin şahitliğini kabule şayân görmemiştir.
  • 2 Bu ecnebi lisanının tefsirden aşırdığı sair birkaç kelimeyi misallendirmek gerekirse: alcohol (el kûhl), admiral (emir el-bahr), camel (cemel), castle (kasr), coffee (kahva), star (sitare).
  • 3 Menemen mi yoksa melemen mi tartışmaları halen devam etmektedir.
  • 4 Karım Hümeyra Hatun’a göre tahkiyenin bu kısmı kusurludur. Zira Hazar Ali Osman’ın nimet peşinde koştuğu görülmemiştir. Olsa olsa balık nehirden zıplamış ve onun ayakucuna düşüvermiştir. Zaten seyyah da balığın bu hareketiyle o zatın Hazar Ali Osman olduğunu anlamıştır. Hümeyra Hatun bu münakaşadan mütevellit bir parça çay demlemeyi reddetmiş ve beni üçü bir arada yapmaya mecbur bırakmıştır.
  • 5 Postoyku.com bu kaynaklardan biridir.