Ağrıyan aklımdan irinler sızıyor

Oğuz Atay
Oğuz Atay

İtirafımı yineleyeyim ben çok kitap okudum ve ben de pek değişmedim. Çünkümü de yineleyeyim, değişmek istemiyordum. Hayatım değişsin, değişmesin, bunu da hiç önemsemiyordum. Hayatın değişmesi nedir? Bunlar umurumda değildi. Ben aslında var ya...

Güzellik diliyordum altı üstü. Sonra güzellik dilediğim için özür diliyordum. Kendimden. Çünkü güzellik dileyeni çok üzüyorlardı. Kendime bunu yapmaya hakkım yoktu. Ama nazımı bir tek kendim çekiyordu. Bir daha güzellik diliyordum. Kendim, ondan bir kez daha özür dileyeceğimi bilerek bana bakıyordu. Kendimle bakışıp duruyorduk.

O sıra onunla tanıştım. Elimde bir alışveriş listesi vardı. O listeyi elime bir şair tutuşturmuş ve aşağı yukarı şöyle demişti; "insanın gözleri kendini görecek kadar keskin olmazsa, ayağı her yere takılır, hep düşer. Al bunları, kendini görecek gözler edin. Kendini görünce, onu tanı. Onu tanıyınca dünyaya bak."

Ben elbette dünyaya bakıyordum zaten. Odamın penceresinden bir duvar görünüyordu. O duvarda ağaçlar vardı. Ağaçlarda insanlar asılıydı. Sallanıyorlardı usuldan, özellikle geceleri. İki satır bir şey yazmazsam kağıda, rüyama giriyorlardı ağaçtan inip. Yazınca gelmiyorlardı. Ama gitmiyorlardı da oradan.

Liste elimde dolaştım bir süre. Otobüse bindim. Göğe baktım. Güzel kızlara baktım uzaktan. Göğe tekrar baktım. Kızlar zavallıydı, gök yüceydi. Ama kızlara tekrar baktım uzaktan. Çok güldüm. Biraz ağlamış da olabilirim. Biraz ağlamış da olabilirim parantez içinde olabilir. Deniz yoktu o şehirde. Bir şehirde nasıl deniz olmaz, bunu aklım almıyordu. Bir sahilde doğmuştum ben, kumlu bir kapısı vardı doğduğum yerin. Ama limandı. Denizi derindi. Yüzmeyi derin bir denizde öğrenmiştim. Ama şimdi, deniz yoktu var olmaya çalıştığım şehirde. İçler acısıydı. Ama belki de dağdaydı vakit. Bunu o an bilmiyordum.

Liste elimde dolaştım bir süre. Bir kitapçıya girdim. Listedeki ilk maddeyi yerine koydum. Tutunamayanlar adlı bir kitaptı alışveriş listemdeki ilk madde. Yanıcı bir maddeydi galiba. Hatta yakıcı bir maddeydi. Patlayıcı bir madde de olabilir. İnsan neden karaciğerinin bir parçasına "Tutunamayanlar" ismini versin ki yoksa.

Benim için insan vücudundaki en değerli parça karaciğerdi. Babamda azdı karaciğer, o yüzden otuz dokuzunda ölmüştü. Ben de kesin otuz dokuzunda ölecektim. Otuz dokuzdan fazla yaşamak namussuzluktu.

O sırada onunla tanıştım. Dağın yamacında bir şehrin merkezindeki pasaj kılıklı bir yerin içindeki bir dükkanda. Rafta duruyordu. Üzgün görünüyordu. Önce biraz bakıştık. Bana bakmıyordu. Yere bakıyordu. Hafif sağa doğru ama yere doğru. Kanım ısındı. Elimi uzattım. Elimi uzatışım bir merhabaydı. Önce cevap vermedi bana. Ama sonra çok konuştuk.

Her şey böyle başlamadı. Her şey başlamıştı ve hiçbir şey bitmiyordu zaten. Her şey böyle de değişmedi, her şey değişikti ve hiçbir şey değişmiyordu belki bu yüzden. Ben sadece, basit bir şekilde, son derece normal bir şekilde yani bir insan gibi, bir okur gibi, üniversitede öğrencilik yapıp da (üniversitede öğrencilik yapmak, böyle ifade mi olur demiş olabilirsiniz, ama başka bir yazıda bunu açacağım) aynı zamanda başka pek çok şeyi yapmaya çalışıp da çalıştığı pek çok şeyin anca bir ikisini o da ite kaka yapabilen birisi olarak bir kitabı açtım bir kitabı okumaya başladım.

İtiraf edeyim, ben çok kitap okudum ve hayatım hiç değişmedi.

İtiraf edeyim ben çok kitap okudum ve ben de pek değişmedim. Değişmek istemiyordum. Hayatım değişsin, değişmesin, bunu da hiç önemsemiyordum. Hayatın değişmesi nedir? Mutsuzsundur, mutlu olunca mı hayat değişmiş olur? Yoksulsundur, varsıl olunca mı hayatın değişmiş olur? Öğrencisindir, mezun olunca mı hayatın değişmiş olur. Bunlar umurumda değildi. Ben aslında var ya... ah diyeyim şimdi de içli olduğum anlaşılsın... olum, ben var ya... ben değişmek istemiyordum. Böyle olmak istiyordum, böyle kalmak. Yarım yamalak, sendeleye tökezleye yürüyen, saçı başı dağınık, ütü gerektiren gömlek giymek istemeden, beş okuyayım, üç düşüneyim, bir yazayım, bir yazdığım beş okunsun, üç düşünülsün, bir anlaşılsın, bir anlaşılınca beş sevileyim, üç özleneyim, bir var olayım, istiyordum. Çünkü insan tek başına, bir yığın kelimeyi önüne alıp, onların dokuz yüz doksan dokuz vektöriyel yani dokuz yüz doksan dokuz çarpı dokuz yüz doksan sekiz çarpı vs vs vs, sonucunu merak etmeden, aralarında bir tanesine canım diyerek, canım dediğini deftere kazıyarak, deftere kazıdığını bir gün kitabım olur diye umarak ezberleyene kadar tekrar tekrar okuyan, kitap okuyan, yazı, kışı, güzü okuyan ama en çok kendi canına okuyan bir varlıktı. Böyle olmayanlar, olamayanlardı. Olamayanların varlığı can acıtıcıydı. Ama elbet vardırdı bizim gibiler de. Varmış. Şükürler olsun.

Teknik kelam;

Atay, Türkiye'nin Ruhu'nu yazmaya ömrü yetmeyen Atay, Tutunamayanlar'da, bir tutunamayan olan Selim Işık ve onun tutunamayışını kendi kayboluşu ile bize duyuran Turgut Özben vasıtasıyla insan zihninin pörtlemesini zıtgöreçleştirir halbukisi. Çünkü, Atay, alıntılanan iç monolog tekniğiyle insan aklının insan kalbine olan zortlangaçını göbeçleştirir velhasıl.

Eleştirel kelam;

Atay, aklına her geleni romana aktararak, akla her gelenin kalbe oturması hakikatine kapı açıp, açtığı kapıdan körtapalesk çağrışımın göbelisk düşeyazımına bir teklifte bulunmuştur. Bu ise sonraki kuşakların zihin bulantılarını falan filan yapmaları gibi bir sonuçla vesaireleşmiştir. Bize ne bundan. Bize ne bundan parantez içine alınacak.

Duygusal kelam;

Ki kelam duygusaldır zaten. Yoksa rakamlar bana yeterdi, kelime aramazdım. Bu kısım da parantez içinde olabilir.

İtirafımı yineleyeyim, ben çok kitap okudum ve hayatım hiç değişmedi.

İtirafımı yineleyeyim ben çok kitap okudum ve ben de pek değişmedim. Çünkümü de yineleyeyim, değişmek istemiyordum. Hayatım değişsin, değişmesin, bunu da hiç önemsemiyordum. Hayatın değişmesi nedir? Bunları yukarıda saymıştık. Bunlar umurumda değildi. Ben aslında var ya... ah diyeyim şimdi de içli olduğum anlaşılsın, zaten duygusal kelam dedik en son alt başlığa... olum, ben var ya... ben değişmek istemiyordum. Böyle olmak istiyordum, böyle kalmak. Yarım yamalak, sendeleye tökezleye yürüyen, saçı başı dağınık, ütü gerektiren gömlek giymek istemeden, beş okuyayım, üç düşüneyim, bir yazayım, bir yazdığım beş okunsun, üç düşünülsün, bir anlaşılsın, bir anlaşılınca beş sevileyim, üç özleneyim, bir var olayım, istiyordum.

Oğuz Atay okudum ben, ve anladım ki, değişmeme gerek yokmuş.

Ben böyle güzelim. Siz anlamazsınız.