Felek Ahnar’ın üzerine kustu

Ne yapması gerektiği konusunda kafası karışmıştı Ahnar’ın.
Ne yapması gerektiği konusunda kafası karışmıştı Ahnar’ın.

Ona Ahnar adını veren annesi miydi bilmiyordu, sormamıştı ki. Üvey annelere her şeyi soramazsın. Bunca ah etmesi belki de hep bu isim yüzündendi. Rüyasında bile ah etmişti de üvey annesi gelip şappadanak tokat atmıştı gürültü çıkardığı için.

Ben onun yüzüne bakamam çünkü suçsuzum.

Ahnar; okuldan çıkar çıkmaz, eve çantasını fırlatıp mutfaktan kocaman bir ekmeği Pusbi gibi çalarak (Pusbi komşu evin kedisiydi, Ahnarların da mutfaklarının müdavimi bittabi) sözleştikleri yere, topsaasına (tam olarak böyle) ışınladığında, bilyesini hep fosiğe sokamamanın kanıksanmışlığı ile ebenin ve kurt adamın kim olacağına, işaret parmağının ağza bir el sokulup çıkartılmasıyla, çember olmuşların göğsüne dokunularak söylenen omoni moni tekerlemesiyle karar verildiğinde, kabağın hep ve hep onun başında patlamasıyla vuku bulacak oyunlarında bir şeylerin ters gideceğini değil, bir şeylerin hiç gitmeyeceğini ve bir şeyleri gelecekte dahi değiştiremeyeceğini hissikablelvukusuyla daha o zamanlarda anlamıştı.

Ee, hayat da bir oyundur en nihayetinde.

İki kolunu of, yine mi ben, hep mi ben, mızıkçısınız, oynamıyorum, hile yaptıysan annen ölsün demeden; bir derviş ağırbaşlılığıyla, hafifçe sağa eğerek başını ve düşürerek omuzlarını kalbinden aşağıya, belki daha da aşağılara, belki hani çok çok daha aşağılara tamam, kurt adam benim, benim kurt adam, demişti usanmadan. Hani bizce o kadar masumdu ki bu kızcağız, arkadaşları hadi bu defa da sen ol, diyebilirlerdi. O zaman her akşam rüyasında artık kendini kırmızı başlıklı kız olarak görmezdi. Ama kimse Ahmet’in sözünden dışarıya çıkıp gık bile diyemezken hadi sen ol kırmızı başlıklı kız, demelerini ummak devenin uçmasını dilemek gibi bir şey olurdu herhalde.

Ejderha uçuyorsa deve ne diye uçmasın ki?

Yıllar yıllar sonra, ne oldu oldu, şeytan mı aldı götürdü, o kendisi mi gitti, o kız uçtu, yerine bir başka, bambaşka kız geliverdi. Hissikablelvukusunu öğrenilmiş çaresizlikle ve kendine ihanetle suçladı. Her şeye itiraz etmeye başladı o vakit. Kimseye boyun eğmemeye ve bir daha asla ve kat’a kurt adam olmamaya ant içti. Annesinin ona neredeyse yüz yıldır kaderine terk edilmiş bodrum katı temizlesin diye verdiği süpürgeyi, o kendine rahle yaptı. Sürekli o süpürgeden rahlenin üzerinde okumaya ve düşünmeye başladı. Düşündükçe okudu, okudukça düşündü. Romanlar, şiirler, ansiklopediler, magazin dergileri, takvim kağıtları, spor gazeteleri, cönkler, mecmualar, tezkireler, sefaretnameler, seyahatnameler, Türk Oyunları Üzerine Mütalaalar serisinin on üç cildi, 20. Asrın Kanlı Aşıkları tek cilt, Köşeyi Dönmek için Nasihatler, Deli Gömleği ( en sevdiği, belki hani yüz kez okumuştur) adını zikredemeyeceğim daha neleri neleri gözlerinin akı eriyip o süpürgeden rahleye düşüne dek yılmadan, azimle okudu.

Şaşırdık mı? Yoo! Hani insan çok enteresan şeylerle karşılaşabiliyor ne de olsa bu hayatta.

Artık kitap okuyamaz hale gelince, kaybettiği gözlerini bulmak umuduyla kendine bir çift göz aradı, öyle ki şip şak buluverdi. Kim demiş aramakla bulunmaz diye! Üstüne aşık bile olunabiliyordu. Aşık olunca tekrardan kör oldu ama hiç umursamadı. Kendinin aşık olup maşuk olmamasını gururuna dert bile etmedi. Erkeklerin maşuk olmayacağı diye bir kaide anayasada yoktu nasıl olsa. Okumuştu. Serbestti. Olabilirdi o halde. Zaten anayasada böyle bir kural olsaydı, ezer geçerdi. Aşkın gözü kör olmuştu anayasa falan tanımazdı ölümüne. Hadi tanıdı diyelim, kör gözle neyi okuyacaktı Allaseniz ya?

Oo, Ahnar Hanımlar pek bir cevval çıktı! Fakat Beyler;

Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz/Biz neşâtın da gâmın da rûzgârın görmüşüz.

Ki zaten,

Felek bir hışımla gelip, kaşının altında gözün mü var, bir de kördür bu göz demeden bütün makusluğunu Ahnar’ın üzerine kustu. Ve dahi yetmezmiş gibi bir de şimal rüzgarları araya girip, içindeki yangını göğe savurarak, bir derin onulmaz acıyla onu baş başa bıraktığında; sandı ki gök yarıldı da başına çöktü, sandı ki yer yarıldı da onu içine gömdü diri diri. Kör oldum ah, dedi ah! Ahminelaşk tespihini eline alıp evini böyle terk etti.

Ee hayat bazen fazlasıyla terk etmek ve terk edilmektir. Biz yine de Ahnar için biraz burnu sürtülsün, sen bunu hak etmiştin falan demedik. Aklının başına gelmesini diledik.

Hissi kablelvukusunun günahını aldığını düşündü yolda gider iken. Evet, evet yanılan o olmuştu, üstelik boş yere kasem etmişti. Dergâhlarda bir müddet derman aradı derdine, ormanlardan en uzun ve düzgün odunları toplayıp tekkelerin kapısına görünmeden hibe edip kaçtı. Hissikablelvukusu onu affetsin diye her dem dua etti, ellerini göğe kaldırdı, yüzünü semaya döndü, yüzü ayaklarına doksan derece tan vakti ağarana dek mırıl mırıl mırıldandı. Semada kızıllık hafifçene belirince “Hazreti Muhammet sav aşkına kabul et Ya Rab,” deyip aminle ellerini yüzüne sürdü. O gün ormanı tavaf etti. Geyik avlayan katillere tuzaklar kurdu. Ama o ne kadar tuzak biliyorsa bu katiller de ondan kaçacak o kadar yol biliyordu. Başarılı olamayınca pes etti.

Pes etmekten hayatı boyunca hiç mi hiç gocunmamıştı zaten. Başına bir kuş yuvası yaptırdı en modern keresteci atölyesinde. İçine kuşlar rahat etsin diye de pamuk koydu. Çilesini çekmediği hiçbir acıyı tek kişilik mağarasından içeriye sokmadı. Fakat o da neyin nesidir? Bir gün mağarasının önüne gökten gelen bir cisim ki bu müren balığının kafasına benziyordu, hafazanallah, o müren balığı kafalı cisim onu yeşil ışık hüzmeleriyle kendinden geçirip, kendine getirdiğinde terk edilmiş aşık rolünü yadırgadı ve üzerinden eski bir libas gibi çıkarıp attı. Eskiler olsa şöyle derdi bu duruma: Unuttuk, neyse.

Unutmanın da bir adabı olmalı di mi Beyler, yazara bizden sarı zarf, nakavt, üç gün keçiboynuzu yememe yasağı.

Ne yapması gerektiği konusunda kafası karışmıştı Ahnar’›n. Kendini artık bu küçük mağarasına ait hissetmiyordu. Hissikablelvukusuyla tekrar arası açılmıştı, zaten de hani hep açık kalmıştı bizce. Hatırladığına göre anne ve babası trafik kazasında bir kırmızı kamyonun altında kalmışlardı. O sıra avcılara ormanlarda tuzaklar hazırladığı için ulaklar onu hemen bulup haberdar edememişlerdi de taa şu gök cisminin görüldüğü akşamın ya da sabahın iki gün evvelinde söyleyebilmişlerdi. Zaten üvey onlar, demişti. Benim gerçek annem babam trafik kazasında değil savaştan kaçarken tekneden suya düşüp boğularak öldü. Beni de yüzüstü kırmızı kazağımla kıyıya vurmuş bir şekilde buldular. Az daha gelmeseler ben de ölüyormuşum.

Ulaklar şaşırınca ve atıyor mu bu kız, zaten başında da acayip bir yuva, üzerinde kuş pislikleri diye kani olmadıklarını ekşittikleri yüzlerinden belli edince; şaşırmayın, şaşırmayın benim yüzüstü kırmızı kazaklı fotoğrafımı paylaşmayan tek bir Allah kulu kalmamıştır, demişti onlara. Bakınız, şu kafamda ötüp duran kuşlara sorun, onlar bile dile gelip konuşur. Ulaklar inandı mı bilemeyiz ama Ahnar yalnız kalınca (ormanda yalnızdı ama yalnız hissetmiyordu, yazarı hemen mantık hatasıyla suçlamayın, tamam yazarı ben de sevmem ama eğriye eğri derim doğruya her zaman olmasa da doğru dediğim çoktur) ne yapacağını düşündü. Onlar öldüğüne göre artık evime gidebilirim deyip bıraktı bir artı bir mağarasını.

Yeniden kitap okumaya karar verdi konu komşuyla dedikodu yaptıktan ve bu konuşmaların onu açmadığına karar verdikten sonra. (Gözleri doğada iyileşmisti bu arada.) İnsanlar sıkıcı gelmişti fakat kitaplara sığınmak da kafi gelmeyince canı çok sıkılmaya başladı hem de çok canı sıkılmaya başladı. Sıkıntı canlarını çoğaltmıştı zira.

Elinin körü di mi Beyler, ne diye kopup geldi ki ormanın bağrından? Bizi hiç ilgilendirmiyor canının sıkılması. Tamam acımıştık ona, hep düşlerinde kırmızı başlıklı kız olmasın demiştik de ormana gitmişken kafasına kuş yuvası yaptırana kadar kırmızı başlıklı kız oluverseydi ya.

Canı çok çok sıkılınca yine mecburen kitaplara sarıldı. Okuduklarından hiçbir şey anlamayacağını iyice kavrayınca elindeki kitabı duvara mı fırlattı sizce hissikablelvukusuna küfrederek? Hayır bizce. Yavaşça yanına koydu. Bir yere gitme isteği doğmuştu içine. Bir yere, mesela ötelere, çok ötelere. Mesela gerçek anne babasının yanına. Ama nasıl?

Çok düşününce çok hararet yaptı. İçme suyu kalmadığında, NİM’den kendine bir beş kiloluk daha su almaya gidiyordu ki ötelere nasıl gideceğinin ilhamı düştü içine. İçindeki sonsuzu keşfedecekti. Rüyasında ak saçlı, ak sakalı, bir deri bir kemik olan adam ona; içinde, içinde bulacaksın, dememiş miydi hem ormandayken? O da Allanı seversen, kelin ilacı olsa başına sürer. Madem içinde insanın bu sonsuzluk iksiri de sen niye böyle ak saçlı, sakallı, bir deri bir kemik insanın rüyalarında hortlak gibi dolaşıyorsun dedem ya? İç iksiri gençleş, pazularına kuvvet gelsin, saçlarında tek bir ak kalmasın. Yapma gözünü seveyim, yapma Dede Korkuluk böyle, demişti demesine de sonra bir okkalı tokat yiyince büyüklerle, hele ki ak saçlı, sakallı ermişlerle nasıl konuşulacağını çok iyi bellemişti hani.

Su almayı unutup eve dönmüştü ya Ahnar. Dönmüştü dönmesine de evden bir daha çıktığını hiç gören olmadı. Tabiki kapısını çaldık ama açan olmadı, kapıyı kırmaya çalıştık yine olmadı, kapı büyülüydü bizce, dozer bile yıkamamıştı onu. Her defasında kepçesi heykel gibi donup kalıyordu havada. Dozerci kendinin de taşa dönüşeceğinden korkup tabanlarını yağlayınca biz de vazgeçtik artık kapısını çalmaktan. Hem belki de gerçekten içindeki sonsuzu keşfedip göçüp gitmişti ya da kaçıp gitmişti. Ama onu çekemeyen insanların (komşularının yüzüne, pis dedikoducular demişti) söylediklerine bakarsanız üşengeçliğinden oturduğu masada çürüyüp gitmişti. Çünkü ona çaya geldiklerinde bırak bir kuru pasta yapmayı çayı bile kendileri demleyip içiyormuşlar. Fakat aramızda kalsın hissikablelvukusuna göre Kurt Adam olarak gitmişti.

...

Gözlerinde hafif bir yanma vardı. Sanırız ki delikten düşerken yanıp sönen ışıklar gözlerini yordu. Kendini top sahasında buldu. Henüz çocukluğuna döndüğünü fark etmemişti. Aslında ellerine baksaydı minnacık olduklarını görürdü. Ağaçların içinden ilk Ahmet’in sesini duydu. Diğerleri peşine takılmış, kuyruğu gibi geliyorlardı. Hiçbiri Ahmet’in sözünden dışarı çıkamazdı. Babaları gibiydi Ahmet. Bundan haz etmezler idi ama onları korurdu Yukarki Mahalle’nin çocuklarından. Bunu bildiklerinden gıklarını çıkartmazlardı ona. Hem kötü biri değildi ki! Ahmet, Ahnar yine bizden erken gelmiş, deyince kafasındaki karışıklığı onlara yansıtmamak için gülümsedi. Hadi başlayalım artık, dedi.

Ama bunları geçmemiş miydim bunları, ben buraları? Niye buradayım? Çocuklar kendi aralarında halka kurup saymaya başladılar. İlk oyun Kurt Baba. Ahnar o an her şeyi anladı. Ona bir fırsat verilmişti. Değiştirsin. Fakat içindeki şey, adını anmaya korkuyor, o şey bu sefer de hiçbir şeyin değişmeyeceğini fısıldıyordu. Çocukların yüzüne baktıkça kalbi daha bir hızla atmaya başladı. Değiştir. Portakalı soydum, başucuma koydum. Değiştir. Ben bir yalan uydurdum. Değiştir. Duma duma dum. Değişmedi. Aynı ses dedi: Ahnar yine Kurt Baba. Ve herkes yerini aldı.

Her defasında sona geliyor, su almayı unutarak eve dönüyor ve ötelere gitme isteğinin heyecanıyla dirseğini tahta masanın üzerine koyup başlıyordu düşünmeye. Komşuları onun çürüyüp gittiğini düşünsün ya da sizler annesine babasına kavuştuğunu, o aslında tahta masanın üzerindeki çizgilere sabaha dek bakıyor ve tam güneş doğmaya yakın bir vakitte o çizgilerden biri, bir deliğe dönüşüyor onu içine alıp hep o top sahasına götürüyordu. Kendini hep o top sahasında buluyordu. Her gitmesinde biraz daha takatten düşmüş oluyordu. Aslında çocuk değildi, ihtiyar bir çocuktu ama diğerleri ona; sen otur, oynayamıyorsun, hiç koşamıyorsun derken bunu bilmiyorlardı. Masadaki yollardan birine ne olurdu düşseydi de ötelere çıksaydı yolu diye düşündüğünde hissikablelvukusu hemen ona fısıldıyordu: Kaderden kaçamazsın.

İşte böyle. Ahnar’ın kendini neden öldürmediğini düşünebilirsiniz. Bu da sizi dikkatsiz bir okuyucu yapar. (Şaka be şaka.)Ahnar aslına bakarsanız ötelere gitmeyi başardı. O tahta masa Ahnar’ın evlerindeki tahta masa değil. Bu tahta masa büyülü, üzerinde çizgileri olan ve bir sonu bir başlangıcı olmayan ezeli, ebedi bir masa. Bazen çizgilerinden dışarıya zümrüt yeşili ışık fışkırıyor, bazen yakut kırmızısı, bazen yakut mavisi (en çok da bu mavi yakutun içine düşmek istiyordu, çünkü onun kader taşı olduğunu okumuştu, gel gör ki düşemiyordu, okuması , bilmesi fayda etmiyordu, ah onun , o kader taşının içine bir düşsem ah diye inliyordu ha bire) bazen akik taşının her tonu etrafa yayılıyor ama Ahnar’ı kendinden geçirip geçirip kendine getirdiğinde ah ettiriyordu yalnızca.

Ona Ahnar adını veren annesi miydi bilmiyordu, sormamıştı ki. Üvey annelere her şeyi soramazsın. Bunca ah etmesi belki de hep bu isim yüzündendi. Rüyasında bile ah etmişti de üvey annesi gelip şappadanak tokat atmıştı gürültü çıkardığı için. Dede Korkuluk diye dalga geçeceğine herife deseydin de yeni bir ad koysaydı sana deyince hissikablelvukusu ona haklı olarak, içine gömülüp mahzun mahzun tekrar ve tekrar yaşayacağı geçmişini düşünüyordu. Geçmiş asla geçmiyordu işin fenası.

He, bu arada yukarıdaki söz Ç okusun diyedir, yazıyla pek alakası yoktur. Aslına bakarsanız her şeyin her şey ile bir alakası vardır. Madem Ç dedim Aykut Abi kızmazsa buradan Ç’ye bir iki lafım olacaktır. Bir iki laf: Beni niçin yaraladığını sormayacağım Ç. Çünkü ölüler konuşabilir ama soru sormazlar. Çünkü niye biliyor musun Ç? Çünkü cevapları bulmuşlardır da ondan. Ama yine de bana söylemeyeceksen Ahnar’a söyle beni neden yaraladın?