Ailenin Ölümcüllüğü Üzerine III - Sel

Merdaneli başından kaynar suyu dökünce önce acı çeker gibi inler, sonra hıçkırarak ağlamaya benzer bir ses çıkarırdı.
Merdaneli başından kaynar suyu dökünce önce acı çeker gibi inler, sonra hıçkırarak ağlamaya benzer bir ses çıkarırdı.

Annem babama daha çok bağırmak için bir adım daha yaklaştı. Babam penaltıyı kaçırmamak için gözlerini ekrana daha çok dikti. İçerden bir ses duyuldu, bir böğürtü. Sanırsın dağdan canavar indi eve. Tam bu sırada kapıdan göründü merdaneli çamaşır makinesi.

Yerler ıslak. Çıplak ayaklarımla basıyorum halıya. Başımı kaldırıyorum, gökyüzü. Yağmur yağıyor evimize. Su ayak bileklerimden yukarı tırmanıyor usulca. Yürüyorum. Vanayı arıyorum yağmuru durdurmak için. Banyoya bakıyorum. Musluklar sonuna kadar açık. Kapatmaya çalışıyorum. Olmuyor. Musluklar gevşemiş. Vanayı bulmalıyım. Vana yok. Yağmur hızlanıyor. Su dizkapaklarıma kadar geldi. Vanayı bulamıyorum. Adım atmakta zorlanmaya başlıyorum gitgide. Yağmur hızlanıyor. Vanayı bulmalıyım. Su belime kadar geldi. Ayaklarım yerden kesiliyor. “BEN YÜZME BİLMİYORUM!” diyorum.

Dün gibi aklımda bir pazar günüydü. Pazar günleri nerdeyse hep aynı olurdu. Televizyondan gelen maç sesi ve bu sesi bastıran merdaneli çamaşır makinesinin sesi evi doldururdu. Annem bir yandan çıldırmış gibi temizlik yapıp bir yandan da söylenip dururdu. Bu sırada merdaneli de anneme katılıp onunla birlikte homurdanırdı. Bense ikisinin giderek birbirlerine benzediklerini düşünürdüm. Merdaneli başından kaynar suyu dökünce önce acı çeker gibi inler, sonra hıçkırarak ağlamaya benzer bir ses çıkarırdı. Sıra çamaşırları çevirmeye geldiğinde ağzından ateşler püskürten bir canavar gibi homurdanırdı. Yıkama faslının sonuna doğru kesik bir çığlık çıkardı sanki ağzından. Yorgun argın çöker kalırdı banyonun ortasına. Annem ondan artakalanları çamaşır sepetine doldururdu. Havanın soğuk olduğu kış günleri çamaşırları içerde kuruturdu. Odayı bir uçtan bir uca çapraz bölen bir çamaşır ipi gererdi. Ölü ve yarım bedenler gibi ipin üzerine mandallarla tutturulan kollu bacaklı giysiler. Çamaşır sepetinin içinde çoktan can vermiş solgun yarım bedenler. İki yana düşen kollar. Aşağı sarkan bacaklar. Annem hepsini tek tek sıralardı çamaşır ipine. Elleri kanlı bir seri katil gibi. Sağ baştan sayıyorum: Babamın bacakları. Hemen dibinde ortak bir mandalla tutturulmuş annemin bacaksız belden aşağısı. Onun yanında benim çocuk kollarım. Yine babamın bacakları. Ve yine babamın bacakları. Babam ahtapot gibi. Bacaklar çıkmış gövdesinden. Bir sürü. O bacaklarla yürüyor. İşe gidiyor. Bize ekmek getiriyor. Ayaklarına kara sular iniyor. O bacaklarla yapıyor ne yapıyorsa.

Vanayı bulmalıyım. Su beni kaldırıyor. Yağmur devam ediyor. Birkaç ayak çırpış birkaç kulaç. Suyla baş edemem. Biliyorum. Suyla savaşamam. Dalgalardan atları var, dalgalardan askerleri. Kollarımdan bacaklarımdan tutup bileklerimden kavrayıp beni içine çekiyor. Ne kollarım benim kollarım ne bir zamanlar yürüyüp koştuğum bu bacaklar. Yakalandım! Su beni yakaladı! Gücüm kesiliyor. Su boğazıma sarılıyor. Başım suya girip girip geri çıkıyor. BOĞULUYORUM!

Boğulmak: (1) Suda ya da nefesi kesecek herhangi bir nesne yardımıyla soluk alamamak sonucu ölmek. Boğulmak: (2) sıkılmak, bunalmak, ruhsal sıkıntı.

Dün gibi aklımda bir pazar günüydü. Babamın bir pazarım var deyip bütün gün televizyon karşısında tembel tembel pineklediği, annemin sanki başka gün yokmuş gibi bütün temizliği o güne sığdırmak için kendini paraladığı, benimse annemden mi kaçsam yoksa babamdan mı kestiremediğim, can sıkıntısı denen şeyin neredeyse ayan beyan gözle görülür olduğu pazarlardan bir pazar işte.

O gün pılısını pırtısını toplayıp, neyi var neyi yok alelacele dertop edip, köpüklü sularını kirini pasını da ardına katıp homurtulu bir öfkeyle çıktı gitti evden yılların emektarı merdaneli çamaşır makinesi.

Olay tam olarak şöyle oldu:

‘‘OLDU MUUU?’’

Evin çatısından kim bilir kaçıncı kez aynı vurgu ve tonlama i lebağırıyor babam. Pencereden yarı belime kadar sarkıp, bir elimle pervaza tutunup, bakışlarımı televizyondan ayırmadan cevap veriyorum:

(genellikle) ‘‘OLMADIII.’’

(nadiren) ‘‘OLUYOR’’ ‘‘OLMAK ÜZERE’’ ‘‘BİRAZ DAHA SAĞA’’ ‘‘BİRAZCIK SOLA’’ Karıncalı televizyon ekranında bir gelip bir giden derbi maçı yayını var. Bir gol attık bir gol yedik. Maç uzatmalara kaldı.

Annem odanın içine gerdiği ipe serili çamaşırların arasında elinde elektrikli süpürgeyle bir o yana bir bu yana dönüp hınçla yerleri süpürüyor. Ben gövdemi belimden sarkıtıp başımı iyice dışarı çıkarttım ki babamı duyabileyim. Annem yüzüncü defa süpürgeyle geçtiği halının üstünden yüz birinci defa geçerken içinden televizyonun düzelmemesi için dua ediyor eminmi . Babamsa annemden daha çok delirmiş olmalı ki çatıda kaygan kiremitlerin üzerinde adım atarken ölümü değil televizyondaki maçı düşünüyor. Annem temizlik yaparken, babam çatıya çıkmış anteni düzeltmeye uğraşırken, televizyondaki maçta uzatmalarda atılan bir gol direkten dönerken, bütün bunlar olup biterken bense ölümü düşlüyorum. Ne güzel olurdu ya Rabbim! Ah ne güzel olurdu! Şimdi tam da şu anda. Üçümüz de delirmişken. Birbirimizden ayrı ama birbirimiz yüzünden. Bir ölüm. Üç ölüm birden. Babamınayağınınaltındanbirkiremitkaysaçatıdanyuvarlansaaşağıdüşerkenpenceredensarkmışbenide alsabenannemetutunsamsımsıkıtamosıradaonudaçeksemkendimlebirliktetepetaklaküçümüzbirdenyuvarlansakbirölümeelektriklisüpürgeçal ışmayadevametsekendikendineantendoğruaçıyıbulsasonundamaçpenaltılarakalsatopağlarlabuluşsa ve GOLLLLLLLLLL!

Babam çatıdan inip aşağı geldi sonunda. Maç penaltılara kaldı. Reklam arası. Babam anneme rağmen maçı izlemeye kararlı. Annem süpürgeyi bıraktı. Elindeki köpüklü suyla zaten temiz olan yerleri ovmaya başladı.

-Sen zaten maç izle anca. Bütün gün otur maç izle. Başka ne yaptığın var ki. Ne evle ilgilenirsin ne beni gezmeye götürürsün.

-Haydaa! Başladık yine.

-Başlarım tabii. Sen beni dinleme zaten televizyondaki elin adamlarını dinle. Onlar daha önemli de mi. Hiç deme karım yorulmuştur, sıkılmıştır. Çıkartayım dışarı bi gezmeye götüreyim deme hiç zaten.

-Dellenme kadın. Ne gezmesi şimdi nerden çıktı gezme?

-Bir güncük tatilin var. Haftada yedi gün var sen hepi topu bir gün evdesin. Ayda dört gün eder. Senede kırk sekiz gün. Bir güncük alsan dışarı çıkarsan beni ölür müsün?

-Hah işte bak sen kendin de dedin. Bi pazarım var benim. Onda da dinlenmek hakkım değil mi, bana da acı biraz be kadın.

-Ya bana kim acısın? Her iş bana bakıyor. Çamaşır bulaşık temizlik. Her gün evde otur otur patladım sıkıntıdan.

-Benim de her gün çalışmaktan imanım gevredi. Kolay mı sanıyorsun her allahın günü gece gündüz demeden elin işinde çoluğunun çocuğunun rızkı için siz ele güne muhtaç olmayın diye ciğer çürütmek kolay mı sanıyorsun ha!

Tam bu sırada oldu işte. Maçın kaderini belirleyecek penaltı için futbolcular kalenin önüne sıralandı. Annem babama daha çok bağırmak için bir adım daha yaklaştı. Babam penaltıyı kaçırmamak için gözlerini ekrana daha çok dikti. İçerden bir ses duyuldu, bir böğürtü. Sanırsın dağdan canavar indi eve. Tam bu sırada kapıdan göründü merdaneli çamaşır makinesi.

“BEN YÜZME BİLMİYORUM!” diyorum. Ağzımdan baloncuklar çıkıyor. Nefesim kesiliyor. Karnımdan, tam göbek deliğimden çıkmış bir kablo var. Benden bir parça. Özümden, mayamdan, başlangıcımdan. Kabloyu çekiyorum kendime doğru. Kırmızı bir telefon ahizesi geliyor elime. Seviniyorum bir an. Yardım isteyebilirim. Sesler geliyor kulağıma ahizeden. Ağzımdan baloncuklar çıkıyor kelimeler yerine. Soluk soluğa kalıyorum. Nefesim kesiliyor. Konuşamıyorum.

Bir pazar günüydü. “YETERRRRRRRRRRRR!” dedi.

“YETER!

YORULDUM!” dedi,

“YORULDUUUUM!!!

BIKTIM!

BEZDİM!

USANDIM!

YILDIM!”

“EY İNSANLAR! EY İNSANLAR! Sizin kirinizi arıtmaktan yıllar yılı YORULDUM! Kaç kişinin ağırlığı var üstümde. Kaç ten kokusu, kaç dokunuş, kaç bakış, kaç gün yorgun argın eve gelinmiş, kilometrelerce yürünmüş kaç yol. Günlerce çalışmışlığın, saatlerce koşmuşluğun bezginliği var içimde. Ter var, kan var, dışarının kiri tozu var içimde. Kaç beden kaç insan var içimde. Kaç kafa kaç gövde. Kaç mahalle kaç sokak. İçim çıfıt çarşısı.”

Bunları deyip ardına bile bakmadan önüne çıkan ne varsa devirip çıktı gitti bir ikindi vakti. Annemin babama saymak için sıraladığı cümleler boğazına dizildi kaldı. Babam başını çevirip anneme baktı sabahtan bu yana ilk kez. Tam penaltı atılmıştı -ki anten kaymış olacak bu sırada- ekran karıncalandı. Merdanelinin arkasından bakakaldık öylece.

Bir gün gelip pes edeceğini hepimiz biliyorduk ya Allah var bu türlüsü hiçbirimizin aklına gelmemişti. Zaten ne zamandır gözüne bakıp duruyorduk. Bu kadar dayandıysa annemin pışpışlamalarıyla, pohpohlamalarıyla, gelip gidip sevmeleriyle, konu komşuya kah merdanesinin çevikliğinden kah çamaşırları sakız gibi çıkarışından tutup övmesiyle dayanmıştı. Yoksa başka makine olsa tövbe durmazdı bir dakika. Taş olsa çatlardı ortasından onun çektiklerinin binde birini görse.

Babam annemden bildi, “Bütün suç senin,” dedi. Ele güne karşı makinesinden hiçbir sıkıntısı olmadığını hatta merdanelinin otomatik makineden daha temiz yıkadığını göğsünü gere gere anlatsa da kaç zamandır gizliden babama sitem ediyordu annem. “Bıktım,” diyordu. “Herkesin otomatik makinesi var artık. Bir biz merdaneli kullanıyoruz. Bıktım su kaynatmaktan, bu makineye taşımaktan. Ne doğru düzgün sıkar ne başka bir şey .Soğukta ayazda evin içinde çamaşır kurutacağım diye ömrümden ömür gitti.”“Al,” dedi babam, “kurtuldun sonunda mutlu musun?” Annem çöktü odanın ortasına dizlerini döve döve, saçlarını yoluk yoluk ede ede ağladı da durdu. “Ah merdanelim vah merdanelim, benim ahde vefalım, kıymet bilenim. Merdanelim de merdanelim. Altı tekerlekli, üstü düğmelim. Ah benim kıymetlim. Ah merdanelim, vah merdanelim. Ben sensiz ne ederim.”

“EY İNSANLAR!

SULAR ALTINDA KALIN EMİ!

SULAR İÇRE KALIN İNSANLAR!

EY İNSANLAR!’’

Merdanelinin bizi terkedişi unutulurdu unutulmasına da bu zehir zemberek sözleri nasıl unutalım? Öyle bir gidiş gitti, öyle bir laf etti ki nasıl edelim de aklımızdan çıkaralım. Bu bedduanın ağırlığıyla tavşan uykularına yattık kaç gece. Bu bedduanın üstümüze çöken onulmaz ağırlığıyla. Bir felaket bekledik çatımızı başımıza yıkacak, evimizi yerle bir edecek. Merdanelinin ahını almıştık. O zavallı makinenin. Kimsenin ahı kimsede kalmazdı. O sözler döner dolaşır bizi bulurdu. Böyle böyle kaç zaman geçti o hazin hadisenin üstünden. İnsan vefasızdı unuturdu. Zaman sihirliydi unuttururdu. Gel zaman git zaman hepimiz unuttuk merdaneliyi. Hatta unutmakla kalmadık yerine bir de yirmi dört ay taksitle gıcır mı gıcır bir otomatik çamaşır makinesi koyduk. Nerden bilelim ki bu haber merdanelinin kulağına gitsin;

“SEL,” diyorum.

SEL BİZİ ALIP GÖTÜRECEK.

YARDIM EDİN!

BOĞ

-BOĞ

-BO

-ĞU

-LU

-YO

-RUMMMM!

(Boğulmanın diğer bütün ölüm şekillerinden daha korkunç olmasının sebebi, ölüm anına kadar bilincin hep açık olmasıdır. İlk önce dayanabilecek kadar nefesinizi tutarsınız, sonra kandaki karbon monoksit miktarının artması ile istemsiz olarak su içinde nefes alırsınız. Ardından akciğerlerinize su dolmaya başlar. Ama bilinciniz hâlâ açıktır, her şeyin farkındasınızdır.)

Yine bir pazar günü çıkagelsin. Ağzından köpükler saça saça, merdanesini hızla çevirerek, dört tekerleğinin üstünde döne döne! Ne oldu ne bitti demeye kalmadı bunca zaman yedi kat uzakların kirini arıtmak için inleye inleye canı burnunda dövünüp durduğu bütün köpüklü kirli sularını kustu üstümüze. Ağzımızı açmaya, aman dilemeye vakit kalmadı.

BOĞULDUK!

BOĞULDUK!

BOĞULDUK!

DUK!

DUK!

DU

-DU

-DUK!