Al-Turki

Soyla geçiyormuş soysuzluk. Öyle diyorlar. Gelecekte bu şeytanların elinden kim kurtaracak bizi?
Soyla geçiyormuş soysuzluk. Öyle diyorlar. Gelecekte bu şeytanların elinden kim kurtaracak bizi?

Geçmişle barışık Abbasi hanedanı camilere sığındı. Yerlere kapandılar. Efendimiz aleyhisselamın hatrına yardım istediler. Ya Kahhar! Azabını bu Moğol çapulcularının üzerine sal. Bunu hakeder gibi söylüyorlardı, sanki bir pazarlığa tutuşur gibi. Ya Kahhar! Biz şimdiye kadar bunu hakedecek n’aptık. Biz ve atalarımız senin dinini yaymaya çalışmadık mı?

Geçmişle barışık değilsek n’apacağız? Geleceğe umutla bakacağız. Peki gelecek Bağdat caddelerinde koşan küçük atlı adamlar şeklinde zuhur ediyorsa, ötesi görünmüyorsa? Gelecek kendini peşinen belli ediyorsa, hayalarını yüzümüze sürten bir köpek gibi sırnaşıyorsa? Daha dündü şehrin kütüphanesini yaktılar. Ve ben biliyorum ki atalarım sebep oldu buna. Belgeler yok edilse de biliyorum bunu. Belki herkes de biliyor.

Geçmişle barışık Abbasi hanedanı camilere sığındı. Yerlere kapandılar. Efendimiz aleyhisselamın hatrına yardım istediler. Karılarına tecavüz ediliyordu bu adamların ve geleceği de şu anı da yok saymaktan başka bir şey gelmiyordu ellerinden. Ya Kahhar! Azabını bu Moğol çapulcularının üzerine sal. Bunu hakeder gibi söylüyorlardı, sanki bir pazarlığa tutuşur gibi. Ya Kahhar! Biz şimdiye kadar bunu hakedecek n’aptık. Biz ve atalarımız senin dinini yaymaya çalışmadık mı?

Peki geçmişle barışık değilsek n’apacağız? İnsan bir zamanda yaşamak zorundadır değil mi? Bugünün hali ortada, daha dün üç yaşındaki oğlumu atlar çiğnedi. Gelecekte bu şeytanların elinden kim kurtaracak bizi? Kimse. Peki geçmişe gitsem, Abbasi hizmetkarları, Suriye ve Anadolu’nun kralı şanlı Al-Turkilerde bulabilir miyim aradığım avuntuyu? Şanlı katiller soyu. Haşhaşilerin destekçisi, Abbasi katilleri. Af dilemek gerekiyor. Kimin adına af dilemeli?

Soyla geçiyormuş soysuzluk. Öyle diyorlar. Altı kişiyi şehir meydanında astırdım. Belgelere bakmışlar, benim büyük büyük dedem II. Muhtar bir katilmiş. Hem de tamı tamına dokuz Abbasi şehzadesini boğdurtmuş. Bilmeyen mi var bunu Allah aşkına? Ne gerek var soyumuza kara çalmaya. “Sınır boylarında Kıpçaklar, Moğollar, bin bir türlü kabile cirit atıyor, şu söylediğinize bakın. Bunlarla halkın birliğini mi kıracaksınız?” dedim, astırdım. Köpek gibi öldüler. İyi de oldu. Kötü olan ne. Kötü olan haklı olmaları. Haksızlık ise benim kanıma işlemiş, sülale olarak haksızız.

Oluyor böyle şeyler.
Oluyor böyle şeyler.

En kötüsü de şu ki, Mustahzir bana baktığında, bana güvenerek gülümsediğinde, her yüz ifadesinin ardından, “İstese, atalarım atalarını katledebilirdi ve sen şu an hayatta olmazdın. Ama katletmediler. Sana bu hayatı biz bahşettik.” cümlesini Ari, Horasan atabegleri, Kargah şefleri haklı bulmuşlar onu. On beş yıl sürmüş savaş. Halife Sadık, Bizans’ın ordu hazırlama telaşı içinde olduğunu haber alınca, kendi isteğiyle tahttan feragat etmiş. Ertesi gün boğazlatmış onu dedem. Oluyor böyle şeyler.

Annesi Al-Turki hanedanından da olsa, has bir Abbasiymiş Abdullah. Orduları toparlatmaya başlamış. Sınır beylerine haber salmış. İstihkamcılar ordunun geçeceği yerleri tespit etmeye başlamış. Bu sırada en küçük oğlu ölmüş Abdullah’ın. Bir iki gün gözleri yaşlı gezmiş, ama seferden caymamış. Sekiz erkek oğlu varmış. Seferden vazgeçmesi için altısının dedemin ellerinde ölmesi gerekmiş. İstihbarat reisi Recep, bu ölümlerin tesadüf olamayacağını söylediğinde, “Bekleyelim, beni de öldürsünler öyleyse. Artık yaşasam ne!” demiş.

Dedem odasında, Abdullah’ın dul eşi tarafından bıçaklandığında, taht 4 yaşındaki oğlu Mustafa’ya kalmış. “4 yaşında halife mi olur?” demiş derebeyleri. Azerbaycan’ın güneyinde Abbasi soyundan bir şeyhi bulmuşlar. İsteselermiş, her Al-Turki erkeğini keser, hanımlarını da cariye diye kendilerine peşkeş çekerlermiş, ama istememişler. Mustahzir gülerek söylüyor bunu. Yani gözleriyle söylüyor. “Beni öldürmüyorsun. Demek sonunda ehlileştirdik sizi.” der gibi gülüyor.

Devleti sarsıp sarsıp tepesinden bir kıyamet düşürdük.
Devleti sarsıp sarsıp tepesinden bir kıyamet düşürdük.

En zalimi II. Muhtarmış, doğrudur ama irili ufaklı katillerle dolu benim soyum. Kucağıma alıyordum oğlumu ve bana bakıyordu bir çocuğun katile baktığı gibi. Böyle değildi belki de. Belki de kucağımda bir katil tutuyordum, besliyordum onu, büyütüyordum, bir gün gelsin kellemi kılıcıyla alsın, yerime geçsin diye. Tabi artık böyle bir şey mümkün değil. Oğlumu Yecüc Mecücler atlarla çiğnediler. Devleti sarsıp sarsıp tepesinden bir kıyamet düşürdük. Kendi üstümüze düştü kendi çabamız. Şimdi kime kızmalı. Kimi sorumlu tutmalı bundan?

Atalar tarihin başından beri birbirini boğazlarlar. Biz bunu bilmeyiz. Çünkü vakanüvisler ne zaman ellerine kalemi alsa, altın yaldız hokkasına bansa, kavga etmeyi bırakır, el ele tutuşur ve gülümserler. Belge yoktur sefilliğine ataların. Her şeyi çözmüşler, her sorunu yenmişler. Büyüyebildikleri kadar büyümüşler. Kızmıyorlar kimseye. Öyle emrolundukları için seviyorlar bizi. Bize öteden bakıyorlar, saygı bekliyorlar, karşılığında sevgi veriyorlar bize. Herkes için böyle bu. Siyah-beyaz-altın yaldız. Şatafatla geçmişi öyle bir süsleriz ki, şimdi yaşamamıza bile gerek kalmaz. “Neden sen de orada değildin?” demesinler diye camilere çekiliriz, Hülagü gelsin, hepimizi yaksın diye.

Oysa benim atalarım kalemi görünce dahi cinayetlerine devam etmişler. Kimseyi umursadıkları yok. Beni sevmedikleri çok açık, yoksa beni bu hale düşürmezlerdi. Kimseyi sevmiyorlar. Sizin atalarınızı da sevmiyorlardı. Sizi de sevmezler. Tarih bir daha yazılsa atalarım atalarınızı katlederdi ve içinde siz olmazdınız. Bu kadar çirkin. Bu kadar basit. Hanımım ağlıyor üç gündür sular seller gibi. Ben ise bunu hak ettik diyorum. Ağlayamıyorum. Ağlamaya hakkım yok diyorum. N’aptım atalarımın bozduğunu düzeltmek için? Hiç. Ne geldi elimden? Hiç.

Mustahzir, sarayının bodrumunda zikir çekiyor. Moğollar gelmiş onu köylü sanmışlar. Allah’ım diyor, atalarımın hatrına, Harun Reşid’in hatrına, Ömer bin Abdülaziz’in hatrına, yardım et kullarına. Bilirsin biz... İçim bulanıyor. Karıma veda edip geldim. Bıçağı aldı eline. “Eve girecek olurlarsa bileklerimi keseceğim,” dedi. Bir şey diyemedim. “Belki lazım olurum,” dedim ona, “belki devlet beni kullanmak ister.” “Bana dokunamayacaklar,” dedi. Ölesi vardı. Bunu anlayabiliyordum. Kendimde yankılanıyordu bu istek hem.

Mustahzir’in yanına çöktüm. “Sen de dua et,” dedi. “Kim hatrına edeyim?” dedim. Kederli kederli baktı. Hiç bu kadar olgun görmemiştim onu. Kırık dişlerini göstererek babacan babacan gülümsedi. Ölmeden önceki bir insanın son gülümsemesi. Ya da ölmek üzere olan bir insana verilen geç kalmış bir teselli. İkisi aynı kapıya çıkar, değil mi?

“Kahraman oğlunun adına et. O büyüyüp bir mücahit olacaktı, İslam bayrağını İstanbul’a gerecekti,” dedi. Geçmiş sabittir dedim içimden. Üzerinde anlaşılır ve sabitlenir. An sabittir. Ama geleceği reddedebiliriz, değiştirebiliriz, en güzelini, en doğrusunu seçebiliriz, insanları dinlemek zorunda değiliz. Hiçbir kısıtı düşünmek zorunda değiliz. Başka bir oğlum yoktu. Amcalarımın erkek çocuğu da yoktu. Az sonra içeriye Moğol devriyeleri yeniden girecek, bizi burada keseceklerdi, Al-Turki soyu da böylece bitmiş olacaktı. Ama bitmeseydi, ben ve soyum, küffara kan kusturacak, haritaları karalar bitene kadar nurla boyayacaktık, bu o kadar açıktı ki.

  • Emre Ergin’in romanı Dördüncü Dilek’ten bahsetmiş miydim size? Onu bulup okumak size, az bilinen oyunlardan yola çıkarak yazdığı bunun gibi öykülere devam etmek de Emre Ergin’e şart olsun. (AE)