“A’mâk-ı Hayâl” Nasıl Yanlış Tanıtılabilir?¹

Hilmi Ziya Ülken
Hilmi Ziya Ülken

A’mâk-ı Hayâl'in kaynaklarda hakkında verilen bilgiler açısından da aynı talihsizlik bırakmıyor yakasını. Kendisinden söz eden bilgi kaynakları, geniş ve kuşatıcı bir bilgilendirme şöyle dursun, doğru bir tanıtımı bile esirgeyerek, bir kere daha talihsizliğin kurbanı ediyorlar A’mâk-ı Hayâl'i.

“Bir kitabın makûs talihi” başlıklı yazımızda, A’mâk-ı Hayâl’in yayım alanındaki talihsizliğinden söz etmiştik. Yazık ki, bu yapıtın talihsizliği, yalnız yayım alanıyla sınırlı değil. Tanıtılışı açısından, kaynaklarda hakkında verilen bilgiler açısından da aynı talihsizlik bırakmıyor yakasını. Kendisinden söz eden bilgi kaynakları, geniş ve kuşatıcı bir bilgilendirme şöyle dursun, doğru bir tanıtımı bile esirgeyerek, bir kere daha talihsizliğin kurbanı ediyorlar A’mâk-ı Hayâl’i. Bu kaynaklarda yer alan birkaç cümlelik bilgiler, genel ve yuvarlak yargılardan oluşuyor çoğunlukla. Yapıtın içeriğine ilişkin zorunlu bilgilere gelince, felaket başlıyor: Ya tümüyle yanlış bilgiler veriliyor ya da doğrularla yanlışlar öylesine karıştırılıyor ki, ayırt edebilene aşkolsun.

Örneğin, yapıttan ilk söz eden Hilmi Ziya Ülken, yalnız ilk kitabı (ilk basımı) değerlendiriyor; ikinci kitaptan hiç söz etmiyor. Her bölümü, bir kente yapılan yolculuk (Sınav meydanı şehri, Kaf ve Anka şehri gibi...)biçiminde tanımlıyor. Bölümlerin içeriği hakkında verdiği kimi bilgiler de (Sözgelimi, “Birinci gün hiçlik zirvesine ulaşır” diyor; gerçekte, yapıtın kahramanı, yoldan geri dönmek zorunda kalır.) gerçeği yansıtmıyor. Başlıkları aktarırken bile yanlış (“Mahfil-i Eazım”ı “Mahfil-i Âzam” diye aktarıyor.)yapıyor. (Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul 1979, s. 286).

A’mâk-ı Hayâl’den söz eden diğer kaynaklarda da durum farklı değil. Çoğu, Hilmi Ziya’ya dayanan yanlışları yineliyor. Kimileri daha da vahim yanlışlar yapıyor. Örneğin Dergâh Yayınları’nın “Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi”, romanın kahramanını “hastahane” yerine “hapishane”ye yatırıyor; ikinci kitabı tümüyle görmezden geliyor.

Bunlar, yapıttan söz eden kaynakların en ciddileri. Diğer birkaç kaynak ise, birkaç satırlık yuvarlak yargılardan öte bir bilgi içermiyor. Bu nedenle, üzerlerinde durmayı gereksiz görüyoruz. Yapıtın bu alandaki asıl talihsizliği, bütün bunlardan sonra yayımlanan kapsamlı bir ansiklopedide çıkıyor karşımıza ki, diğerlerinin üzerinde durmak ne kadar gereksizse, bunun üzerinde durmak da o kadar gerekli. Söz konusu ansiklopedi: “Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi”. Yapıtın talihsizlik belgesi: “A’mâk-ı Hayâl” maddesi. Maddenin yazarı: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi hocalarından Necat Birinci.

Necat Birinci’nin yazdığı bu maddeyi neden bir talihsizlik belgesi saydığımızı hemen açıklayalım: Madde, giriş bölümü hariç, kitap okunmadan kaleme alınmış. Bu nedenle, genel bilgilerin hemen hemen tümü, önceki kaynaklardan aktarılıyor. İçeriğe ilişkin bilgilerde de kaynak, yine önemli ölçüde önceki metinler. Yazar bunlara, ilk baskıyı (birinci kitabı) üstünkörü bir karıştırmayla elde ettiği bilgileri ekliyor. Dolayısıyla, maddede verilen bilgiler, çoğunlukla yakıştırmaya dayanıyor ve inanılmaz yanlışlar içeriyor. Maddeyi okuyup üzerimize çullanan şaşkınlıktan kurtulduktan sonra, şöyle düşünmekten alamadık kendimizi: Birisi, okumadığı bir kitap hakkında nasıl madde yazılabileceğini göstermek istese ve böyle bir madde yazsa, hakkıyla başarmış sayabiliriz; tıpkı latifenin, kötü şiirin nasıl yazılacağını göstermek isteyen kralı gibi.

İlk okuma bizi böyle düşünmeye yöneltti, ama ilk izlenimlerin insanı yanıltabileceği belli. Bu nedenle, kesin bir yargıya varmadan önce, maddede verilen bilgiler, mutlaka kitapla karşılaştırılmalıdır. Biz de öyle yaptık. Maddede verilen bilgileri kitapla karşılaştırınca gördük ki, gerçekten metin okunmamış. İnanılması zor bir olgu bu. Birkaç ansiklopediye maddeler yazmış birisi olarak bizim için, daha da zor, buna inanmak. Ama ne yazık ki, maddenin içerdiği yanlışları, başka türlü açıklamanın imkanı da yok...

Biz bulgu ve saptamalarımızı koyalım ortaya, kararı siz verin: Altı paragraftan oluşan madde, yaklaşık bir sayfa tutuyor ansiklopedide. İlk paragrafta, yazar ve yapıtıyla ilgili, daha çok yoruma dayalı genel bir değerlendirme yapılıyor. İkinci paragrafta, romanın kahramanları belirtilerek baş kişi (Râcî) tanıtılıyor. Üçüncü paragrafta, birinci kitabın bölümleri; dördüncü paragrafta, ikinci kitap tanıtılıyor. Beşinci paragrafta Baha Tevfik’in bir eleştirisine yer veriliyor. Altıncı ve son paragrafta ise romana ilişkin kimi teknik bilgiler veriliyor, kişilere, dil ve anlatım özelliklerine değiniliyor. Güzel de, bütün bunlar nasıl yapılıyor? İşte, temel sorun da burada.

İlk paragraftan başlayarak yazarın bunları nasıl yaptığını görelim: Yazar, ilk paragrafta romanın yazılış amacını şöyle belirliyor: “A’mâk-ı Hayâl, bu dönemde Osmanlı toplumunda yeni yeni görülmeye başlayan materyalist görüşe karşı kaleme alınmış tezli bir eserdir. Bütün eser boyunca ruh ve kâinatın sırrı, yaratılışın gayesi araştırılarak maddeci görüşün sığlığı ve insanı saadete ulaştırmakta yetersiz kaldığı ortaya konur.”

Yazar’ın “tezli bir eserdir” yargısı, yoruma bağlı. Yapıtın, “maddeci görüşün sığlığı ve insanı saadete ulaştırmakta yetersiz kaldığı ortaya konduğu” görüşü de öyle. Böyle bir sonuca, eğer yazarın ruhçuluk-maddecilik tartışmalarındaki yerinden yola çıkılmıyorsa, olsa olsa, uzak bir yorumla, eskilerin deyişiyle mefhum-ı muhalifinden yola çıkılarak ulaşılabilir. Ahmet Hilmi’nin böyle bir derdi yok. Yapıtın hiçbir yerinde “maddeci görüşü” tartışmıyor; bu görüşün “sığlığı”nı, “yetersiz kaldığı”nı ortaya koymaya çalışmıyor. O, felsefi düşüncelerini, ruhsal deneyimler aracılığıyla ortaya koyuyor. Ortaya konulan bu düşüncelerin, kendi dışındaki tüm düşünce ve görüşlere karşı bir tez olduğu, aynı rahatlıkla söylenebilir. Nitekim Atilla Özkırımlı da şöyle diyor Edebiyat Ansiklopedisi’nde: “Bu romanında yazar, bilim ve felsefenin insanı mutluluğa götüremeyeceğini kanıtlamak istemiş...”

Yazar, aynı paragrafta şunları da söylüyor: “Kitap, yazarın muhayyile zenginliği yanında tasavvuf ve felsefedeki vukufunu ve bunu ifade etmekteki kabiliyetini de ortaya koymakta, birtakım teşhisler ve ruhî hallerle tasavvufun, enbiyanın, evliyanın sırları ve çeşitli halleri hayaller içinde anlatılmaktadır.”

Yazarın, “enbiyanın, evliyanın sırları ile çeşitli halleri hayaller içinde anlatılmaktadır” sözleri, bir yakıştırmadan, olsa olsa, yine uzak ve çok dolayımlı bir yorumdan başka bir şey değildir. Çünkü romanın hiçbir bölümünde, böyle bir sonuca götürecek açık bir söz ya da ima yoktur. Ancak kimi felsefî ve tasavvufî kavramların, düşüncelerin konu edildiği, yorumlandığı söylenebilir. Ama bu yorumlama sırasında, hiçbir peygamber ya da veliyle bir bağ kurulmaz. Tersine, bölümlerde Zerdüşt, Buddha ve Brahmanlar, kişiler arasında arasında yer aldığı halde, bir peygamber ya da Müslüman bir veli görülmez. Ancak, ilk kitabın son bölümü, bir istisna oluşturur. Bu bölümde, birçok filozof ve peygamber birlikte anılırlar, ama diğer bölümlerdeki gibi, alegorik öykülerin kişileri olarak değil; yalnızca, mutluluk konusundaki görüşleri, birer cümle ile belirtilmek amacıyla.

Yazar, ilk paragrafı, şu cümleyle bitiriyor: “Yazarın bütün fikirleri ‘Râci’nin Hâtıraları’ ve ‘Manisa Tımarhanesi’ adlı iki ana başlık altında ve çoğunlukla birbiriyle organik bağı bulunmayan çeşitli bölümler halinde ifade edilmiştir.”

İlk somut bilgi yanlışı, burada çıkıyor karşımıza: Kitabın bölümleri “iki ana başlık” altında toplanmaz; roman iki kitaptan oluşur. “Manisa Tımarhanesi”, ikinci kitabın giriş bölümüdür. Asıl ikinci kitap, “Zeyl-i A’mâk-ı Hayâl” başlığından sonra devam etmektedir. Ama bunu görmek için, en azından, kitabın bütünleşmiş baskısını (1925) karıştırmak gerekir. Yazarın bunu yapmadığı da açık. Kitabın bölümlerini tanıtırken Zeyl’i oluşturan bölümlerden söz etmemesi de bundan.

Maddenin ikinci paragrafında, romanın kahramanları belirtilerek başkişi Râcî tanıtılıyor. Burada, romanın girişindeki bilgiler kullanılıyor. Anlaşılıyor ki, yazar, zahmet edip bu birkaç sayfalık bölümü okumuş. Ama yine de kitapla örtüşmeyen ifadeler görülmektedir. Örneğin, “Râci, ruh ve madde âlemi hakkındaki şüphelerinden kurtulmak için meselelerini bu meczuba anlatarak ondan yardım ister,” deniliyor.

İşte kitaptaki ilgili cümleler: “Birdenbire bana parlak bir fikir sânih oldu. Mecnun kıyafetine girmiş bir hakîm olmak ihtimali bulunan Aynalı Dede ile ciddiyât hakkında görüşmek istedim. Dedim ki: “Sultanım, sen viranede medfun bir hazinesin, bense müştak-ı hikmet bir avareyim. Lutfen istifade etmeme müsaade eder misin? Ver elini öpeyim.”(s. 15)

Hepsi bu kadar ve görüldüğü gibi, “meselelerin anlatılması” söz konusu değil. Üçüncü paragrafta kitabın bölümleri tanıtılıyor. Burada verilen bilgiler, kitabın okunmadığını gösteren somut kanıtları içeriyor. Bunları sırasıyla ele alalım:

Şöyle diyor burada yazar: “Râci birinci gün Nirvana’ya ulaşmak için kendisini Buddha’nın sarayında bulur.” Ancak kitabı okumayan birisi, Buddha’ya bir saray isnat edebilir. Kaldı ki, insanın düşünmesi gerekir: Buddha, eğer bir sarayda yaşasaydı, Nirvana’ya ulaşabilir miydi? İşin doğrusu şu: Bu bölümde kahraman kendini “iklimimize benzemeyen bir sahrâda” bulmaktadır. Gözle görülmeyen bir kılavuz, onu Buddha’ya götürür ve işte “Buddha’nın sarayı”: “Bir müddet sonra karşımızda bir dağ göründü. Yüksek, pek yüksekti. Bir müddet daha yürüdükten sonra dağa yetiştik. Gümüş gibi parlak bir dereciğin kenarında bir kulübeye doğru gitmemi, refikim söyledi. Kulübeye gittim. İçinde henüz genç bir adam vardı.” (s. 19). Bu genç adam Buddha’dır ve görüldüğü gibi, oturduğu yer bir “kulübe”dir, “saray” değil. Metni okuyan, hatta biraz dikkatli biçimde gözden geçiren birisi, “kulübe”yi “saray”a nasıl çevirebilir?

Yazar, “ikinci gün” hakkında da şöyle diyor: “İkinci gün “Ya Nûr”. Zerdüşt’ün sarayında Ehrimen’le Hürmüz’ün mücadelesini seyrederek yeryüzünden kötülüğün kaldırılamayacağını anlar.”

Bu iki cümle, üç bilgi yanlışı içeriyor:

  • 1. Kitapta “İkinci Gün”, diğer günlerin tersine başlıksızdır. Yazar, diğer günler gibi bu bölümü de başlıkla anıyor: “Yâ Nûr”. Bu başlıklandırma, bölümün başında yer alan epigrafın (Yâ Nûr! Zulümâtı nûr et!) yanlış algılanmasının bir sonucudur. Böyle bir yanlış, ancak, kitapla ilgili kısa tanıtmalarda verilen bilginin yanlış anlaşılması durumunda yapılabilir.
  • 2. Yazar, Buddha gibi Zerdüşt’ü de bir “saray”a konduruyor. İşte kitabın Zerdüşt’ün “saray”ından söz eden cümleleri: “Sokakları dolaşa dolaşa bir sahrâya çıktık. Binlerce, yüzbinlerce adam toplanmıştı. Sahrânın tam orta yerinde cesim bir çadır kurulmuştu.”(s. 31) Anlaşılacağı gibi Zerdüşt’ün “saray”ı da bu “çadır”dır.
  • 3. Yazar, bu tek cümlede, yalnız “çadır”ı “saray” yapmakla metni okumadığını göstermiyor; “Ehrimen’le Hürmüz’ün mücadelesini seyrederek yeryüzünden kötülüğün kaldırılamayacağını anlar,” diyerek de kanıtlıyor. Çünkü buradaki mücadele, insanın, Ehrimen ve Hürmüz, diğer bir deyişle, “zulmet” ve “nur” ile simgelenen kötü ve iyi niteliklerinin mücadelesidir. Kahraman, bu mücadeleyi yalnız seyretmez, “hikmet”in temsilcisi olarak “gazab” ve “nefs-i emmare” ile dövüşür de. Savaşın sonunda da “aşk” kesin biçimde zafere ulaşır.

Yazar şöyle sürdürüyor sözlerini: “Üçüncü Gün “Devr-i Daim”. Devr-i Dâim şehrine giderek her şeyin başladığı yere döneceğini öğrenir.”

Yazar, yalnız “kulübe”yi ya da “çadır”ı saraya çevirmiyor, Hilmi Ziya’yı izleyerek metinde olmayan bir kent de icat ediyor: “Devr-i Dâim şehri”. Bu bölümde kahraman, Hindistan’da, “cesim bir şehrin muntazam bir sokağında büyücek ve güzel bir evde sakin” oniki yaşında bir çocuk olarak çıkar karşımıza. Ancak bu kentin adı verilmez ve zaten bölümün konusunu oluşturan olayla, daha doğrusu ruhsal deneyimle hiçbir ilgisi de yoktur. Ruhsal deneyimin yaşandığı mekan, kent dışında bir kulübedir. Bu öyküde anlatılan da yazarın yakıştırdığı gibi, “her şeyin başladığı yere döneceği” değil, evrenin ve insanın bir tür evrimle oluşumudur.

İzleyen cümlesi şöyle yazarın: Dördüncü Gün ‘Meydan-ı İmtihan, Mecma-ı Ârifan’. Arifler arasında yapılan bir imtihan vesilesiyle insanların hakikati görmelerinin ne kadar zor olduğunu anlar.”

“Arifler arasında yapılan bir imtihan” tanımlaması, yazarın, başlıktan yola çıkarak yaptığı bir yakıştırmadır. Bölümün olayı, göz yerine birer arpacık soğanı taşıyan, gerçek anlamda görmeyen insanların yaşadığı bir toplumda geçer. Söz konusu imtihan, ilahiyat fakültesi “icazet imtihanı”dır. Burada çıkan bir tartışmada, gökyüzüne asılı bir kazan olarak tanımlanan güneşin kulplarının sayısı ve benzeri konular tartışılır. Bu mesel aracılığıyla anlatılmak istenen, Ahmet Hilmi’nin deyişiyle, “İnsanların gözü, hakayıkı görmekte arpacık soğanı kıymet ve nisbetinde” olduğu; diğer bir deyişle, duyumsal bilgilerin eşyanın hakikatini kuşatamayacağıdır. Yazar, metni okusaydı, buradaki “arifler” sözcüğünün, gerçek anlamıyla alınmaması gerektiğini görür ve “ârifler arasında yapılan bir imtihandan” söz etmezdi.

Yazarın sonraki cümleleri: “Beşinci Gün ‘Sâha-i Azamet’. Anka kuşu ile binlerce alem arasında bir yıl süren bir seyahatten sonra, bu sonsuz alemlerin Allah’ın yüceliği karşısında bir hiç olduğunu anlar.” Çeviri yapmadığına göre, yazar, neden özgün metindeki “Simurg” adını “Anka”ya çeviriyor? Oysa yazılı kültürümüzde Simurg adı Anka’dan daha az yaygın değildir. Kaldı ki, Ahmet Hilmi, başka bir bölümde “Anka” adını ayrıca kullanmıştır. Kendisi de ikinci paragrafta, “eserin şahıs kadrosu”ndan söz ederken “sîmurg” ve “anka”yı ayrı ayrı anmaktadır. Bu ad değişikliği, önceki kaynaklardan aktarmanın doğal bir sonucudur.

Cümledeki “bir yıl süren seyahat” bilgisi de gerçeği yansıtmıyor. Belli ki, yazar elindeki metni karıştırırken, “Bundan sonra tek ve çifte güneşli birçok manzumât-ı şemsiye, binlerce avâlim-i meskûne seyr ettik. Teşkilat ve sûret-i hayat müteşabih ve mâye-i asliye şey-i vâhitti. Usanç geldi. Simurg’a arz-ı hâl ettim. “Seyahate çıkalı bir seneye karîb oldu. Bilmem ki sidre-i münteha-yı avâlime takarrüb ettik mi?” dedim.” (s. 69) cümlelerini görür görmez, hemen yapıştırıyor: “binlerce âlem arasında bir yıl süren bir seyahat.” Oysa, gezilen yer, insanların “keşf ettiği avâlimden henüz bir tanesinin milyonda bir kısmı bile” değildir ve yolculuk sürmektedir. Kaldı ki, burada ne sürenin ne de gezilen alemlerin sayısı hiçbir önem taşımamaktadır. Bu yüzden Ahmet Hilmi, geziyi bu tür sayılarla sınırlandırmaz. Ama metni okumadığı için, içeriğini tam olarak kavramayan birisi, bu tür yarım-yamalak bilgilerle yetinmek zorundadır.

Üçüncü paragrafı oluşturan cümleleri sürüyor yazarın: “Sekizinci Gün ‘Muammâ-yı Ebedî’. Ruhun hakikatinin yoklukla varlığın tek şey olduğunu anlamadan bilinmeyeceğini, bunu ise ilimde derece sahibi olanlardan başkasının idrak edemeyeceği gerçeğini anlar.”

Yazarın sekizinci bölümle ilgili olarak verdiği bilgi de başlık ile epigraftan (Verrâsihûne fi’l-ilm...) yapılan çıkarıma dayanıyor. Buradaki sorun ruhun hakikatinin bilinip bilinmeyeceğidir. Bunun temel koşulu da, “yoklukla varlığın tek şey olduğunu anlama” değil, “ispat”tır. “Bunu ise ilimde derece sahibi olanlar” değil, “bilmek ile bilmemeyi bir tutan”lar (s. 97) yapabilirler. Metin okunmazsa, sözü edilen “muamma”nın “ilimde derece sahibi olanlar”ca çözüleceğini söylemekten başka bir şey yapılamaz.

Üçüncü paragraftan alacağımız son cümle: “Dokuzuncu Gün ‘Mahfel-i Âzam’.” Yazar, özgün metni okumadığı için dokuzuncu bölümün başlığını, Hilmi Ziya’ya uyarak yanlış aktarıyor: “Mahfel-i Âzam”. Oysa metne baksaydı, başlığın “Mahfil-i Eazım” olduğunu görürdü. “Âzam” büyük demek, oysa “eazım” büyükler, ulular demektir. İkisi arasındaki anlam farkını anlamak için metni okumaya da gerek yok.

Romanın ikinci kitabı, dördüncü paragrafı oluşturan şu üç cümleyle tanıtılıyor: ’Manisa Tımarhanesi’ adlı ikinci bölümde ise mürşidinin arkasından bütün Anadolu’yu gezen Râci’nin aklını kaybetmesi ve tımarhanede geçirdiği günler anlatılmaktadır. Nitekim Aynalı Dede de buraya düşmüş, ölürken Kur’an-ı Kerim ve kahve takımından ibaret olan servetini de Râci’ye bırakmıştır. Tımarhaneden, arkadaşı Sami’ye yazdığı mektuplarda olgunlaştığı, meselelerini hallettiği ve sakin bir ruh hâleti içine girdiği anlaşılan Râci, bir müddet sonra artık kendisine başvurulan bir mürşid haline gelmiştir.”

Bu üç cümle, tam yedi ciddi bilgi yanlışı içeriyor:

  • 1. Yukarıda da belirtildi: “Manisa Tımarhânesi”, kitabın ikinci bölümünün adı değildir; aksine, ikinci kitabın ilk bölümünün adıdır.
  • 2. İkinci kitapta değil, yalnızca “Manisa Tımarhânesi” başlıklı ilk bölümde “Râci’nin aklını kaybetmesi ve tımarhanede geçirdiği günler”in anlatıldığı söylenebilir.
  • 3. Aynalı Dede, tımarhâneye “düşmez”; kendiliğinden gelir ve Râcî’yi bulur. Bu buluşmadan sonra Râcî, dört ruhsal deneyim daha yaşar ve bu bölümler Zeyl’i oluşturur. Dede’nin ölümü ve sonraki gelişmeler, “Aynalı’nın Uzlet-i Ebedîsi” başlıklı son bölümde verilir.
  • 4.Râcî, arkadaşı Sâmi’ye “mektuplar” değil, ona cevaben yalnızca bir “mektup” yazar. Bu yazışma ve izleyen görüşme sırasında Râcî, yazarın söylediği gibi “tımarhânede” değildir. Tımarhâneye daha sonra girecektir.
  • 5.Râcî’nin mektubundan, onun “olgunlaştığı, meselelerini hallettiği ve sakin bir ruh haleti içine girdiği” anlaşılamaz; tam tersine, henüz arayış hâlindedir, sükûna ermemiştir. Nitekim Sâmi ile görüşmelerinin hemen arkasından, durumu kötüleştiği için, tımarhâneye nakledilir: “Râci’de hâlet-i asabiye, tehlikeli deliler şeklini irae ettiği için tımarhaneye nakl edilmişti. Birkaç gün zarfında tehevvürü geçmiş olduğundan mutavassıt ve hafif deliler ile beraber bir avluya bırakıldı.” (s. 111).
  • 6.Aynalı’nın bıraktığı servet, yazarın dediği gibi, “Kur’an-ı Kerim ve kahve takımından ibaret” değildir; kahramanın ağzından söylersek, “...bana kalan eşya bir kebir iki sagir cezve, dört-beş fincan, yüz dirhem kadar şeker ve kahve bir kıt’a elyazması Kur’an-ı Kerim, ufak bir cep defterinden ibaret”tir (s. 152). Diyelim ki kısaltmaya gitti; ama bu durumda bile “cep defteri”ni mutlaka anmalıydı. Çünkü son bölümde bu defterden aktarılan üç yazı ile Aynalı’nın kimliği açıklığa kavuşturulmaktadır; dolayısıyla vazgeçilmez bir öğesidir romanın.
  • 7.Râcî’nin “bir müddet sonra artık kendisine başvurulan bir mürşid” haline geldiği de tümüyle yakıştırmadır. Belli ki bu yakıştırma, tımarhaneye girişten önce, Sâmi’nin ziyareti sırasında, kendisine başvuran bir kadın nedeniyle yapılmaktadır. Oysa bu başvuru onun “mürşid”liğinden dolayı değil, “meczubiyet”inden dolayıdır. Aynalı’nın ölümünden sonrasıyla ilgili bu anlama gelebilecek hiçbir ifade yoktur. Bu konuyla ilgili yalnızca şu cümle vardır: “Kulübeyi tamir ettirdim. Artık meşgale-i dünyeviyeden azade kaldığım zamanları burada geçiriyordum.” (s. 152). Bu cümlelerden de onun “mürşid”liği çıkarılamaz sanırım.

Topu topu üç cümlede bunca yanlış bilgiyi bir araya getirmek, doğrusu zor başarılabilir bir iştir. Ne ki yazar, bu zoru başarıyor ve bize de tebrik etmek düşüyor. Son paragraf, kimi genellemelerden ve değerlendirmelerden oluşuyor. Ne ki bunların da tutarlı olduğu ve romanla tam örtüştüğü söylenemez.

Yazar, bu paragrafın ilk cümlesini romanın tekniğine ayırmış: “A’mâk-ı Hayâl, taşıdığı tez ve onu ifade bakımından başarılı kabul edilmekle birlikte roman tekniği açısından aynı şekilde değerli bulunmamaktadır.” Bir roman, “taşıdığı tez ve onu ifade bakımından başarılı” ise, nasıl “roman tekniği açısından değerli bulun”amaz? Çünkü bir tezin, bir düşüncenin “başarılı ifade”si, ancak, romanın dilinin, anlatımının ve kurgusunun başarısıyla mümkündür. Bu bir yana, biz onca araştırmaya karşın, yapıtı “roman tekniği” açısından değerlendiren ve “değersiz” bulan kimseye rastlayamadık. Bu nedenle, “değerli bulunmamaktadır” yargısı, üstlenilemediği için belirsiz kimselere isnat edilen bir yargıdır ve ciddi bir çabaya, çalışmaya dayanmadığı için de anlamsızdır.

Son paragrafı şu cümle ile bitiriyor yazar: “Bütün bunlara rağmen eserin devri için en önemli teknik özelliği, birinci şahıs ağzından kaleme alınmış olmasıdır denebilir.” Yapıtın teknik özellikleriyle ilgili yapılan tek somut belirleme bu. Ama ne yazık ki, bu da eksik. Çünkü sözünü ettiği olgu, yalnızca birinci kitap ile Zeyl’in bölümleri için geçerlidir. Kitabın ikinci bölümüymüş gibi sunduğu “Manisa Tımarhânesi”nde anlatıcı “birinci” değil, “üçüncü” kişidir. Okumuş olsaydı, bunu görür ve böyle genel bir yargıdan kaçınırdı. Madde ile ilgili olarak söyleyeceklerimiz bu kadar. Ama yeri gelmişken, bu maddeyi okuyucularına ulaştıran ansiklopedi hakkında da bir şeyler söylemek gerek. Ne ki, söz de, tahammül sınırlarını zorlayacak denli uzatılmamalıdır.

Bu nedenle kısa keselim: Bir yanda, “öz ve sağlam bilgilerin toplandığı”, “doğru ve yeterli”, “doğru ve güvenilir”, “ilmi ölçülere göre yazılmış” biçiminde nitelenen, “Türkiye’de ve İslâm dünyasında gerçekleştirilmiş en geniş kapsamlı ilmî bir eser”, “bir mektep” olarak tanımlanan, maddelerinin “yazılmasından baskıya gideceği noktaya kadar uzanan çizgide çeşitli kontrol ve incelemelere tabi tutulduğu” öne sürülen bir ansiklopedi; diğer yanda, bu ansiklopedide yer alan bir “A’mâk-ı Hayâl” maddesi!... Biz, birbiriyle çelişen bu iki durumun, bir araya nasıl gelebildiğini, anlayabilmiş değiliz. Bir ansiklopedinin kendi kendisiyle böylesine çelişkiye düşmesi, anlaşılabilecek, kabul edilebilecek bir şey de değildir.

  • 1 Yedi İklim dergisinin Haziran 1998 tarihli 99. sayısında yayımlandı.