“Animal Instinct In Me”

Varoluş sancısıymış! Yemişim varoluş sancısını!
Varoluş sancısıymış! Yemişim varoluş sancısını!

Kabus içeri girdi ve söz konusu kontrolü yapıp hasta bakıcıya bir işaret yaptı. Benim sıramın geldiğini o anda anladım. Oldukça sakindim artık, acı beni olgunlaştırmıştı. Giyotine yürür gibi yürüdüm cellat suratlı hasta bakıcının arkasından.

Upuzun bir koridorun sonundaki odada tutuluyoruz. Sevdiklerimiz, koridorun diğer ucunda. Bağırışlarımızın buradan duyulmayacağını düşünmüş olmalılar. Hem duyulsa da, biri dayanamayıp odaya ulaşmaya çalışsa, uzun koridor geçilemeden müdahale edebilirler. Zekice.

Üç kişiyiz. Onlar açıkçası umurumda değil. Benim de onların umurunda olmadığım aşikar. Sırayla bağırıyoruz ama bu tamamen tesadüf. Periyotlarımız birbirine uyabilir ilerleyen saatlerde… Önce mavi geceliği olan bağırıyor. Ondan üç dakika sonra ben, benden dört buçuk dakika sonra da kısa saçlı olan.

Keşke ben de kestirseydim saçlarımı, diye düşünüyorum. O kadar çirkinim ki! Saçlarım yağlanmış, ıkınmaktan yüzümde kırmızı noktalar oluşmuş, önceden hazırladığım geceliğim giyer giymez battığından, hastanenin marketinde kalan, en büyük beden çirkin geceliğe kalmışım…

Gece yarısı bok varmış gibi geldik, hem de lojmanın ambulansıyla! Sanki acelemiz vardı! On iki saattir suni sancıyla uzaya çıkıp geri geliyorum. Suratsız hasta bakıcı ve yarım saatte bir gelip kabusumuz olan nöbetçi doktordan başkası girmedi odaya. Kocam, kardeşim, annem koridorun diğer ucunda. Yasakmış. Açlıktan da ölüyorum, yemek yemem yasak. Hastane değil Nazi kampı! Askeri hastanede doğum mu yapılır! Doktorlar bile albay, yarbay!

Aaaaaaaaaah!!!!

Varoluş sancısıymış! Yemişim varoluş sancısını! Tüm entellere sesleniyorum, doğurun da görelim lan! Neymiş asıl acı!

Nöbetçi kabus geliyor. Hayatımda bu kadar utanmadım, aşağılanmadım ben! Ben ya! Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz hıyarlar! Çıkarın beni buradan! Sevgilimi istiyorum ben. Nasıl uzaklaştırırsınız bizi! Prensesim lan ben!

AAAAAAAAAAAAH!

Şişko prenses! Çirkin, zavallı prenses… Prensesliği kaybettiğinin farkında olmayan prenses! Hiç doğuran prenses olur mu? Masallar dünyasından direkt çıkış bileti, geri dönüş yok.

Mavi gecelikli başardı! Hemen karşı odadaki çatala terfi etti. Dünyanın en işlevsel işkence aleti… “Bebeği alana kadar durmayacaklar, direnme,” dedim kapıdan çıkarken. Ters ters bakmak istedi ama mimiklerinde sadece acı kalmıştı.

İkisiyle de konuşmamıştım saatlerdir. Hiçbirinin hikayesini bilmek istemiyordum. Buradan bir anı istemiyordum, bu günü tamamen unutmalıydım.

Dünyanın en güzel duygusudur anne olmak… Doğum sancısı bile güzeldir… Hele bebeği kucağına aldığında, dünyanın en mutlu insanı olursun… Çiçek olursun… Renk olursun… Dans olursun… Zıkkımın kökü olursun!

Aaaaaaaaaaaaaaah!!!

Acıyla kafamı çevirdiğimde komodinin üzerinde Binbir Gece Masalları’nın ikinci cildini görüyorum. Okurum diye yanıma almıştım. Masaldı annelik, büyülü bir şeydi. Sislerin içinden gelecekti bebeğim… Bir insan doğuyordu, dünyayı içine alabilecek bir insan… Binbir Gece Masalları, büyüyü bozmayacak, mükemmel bir tercihti. Şimdiyse bir küfür gibi duruyor orada. Şehrazat… Ah Şehrazat! Sen hiç doğurdun mu? Hem de GATA’da! İsmi bile korkutuyor insanı. Sen uykudan zorla uyanmış nöbetçi subay doktoru görsen ve söylemek istemediğim o aşağılayıcı kontrolü bilsen bin bir gece boyunca anlattığın masallarda korkuyu temsil için kötü cinleri, şeytanları kullanmazdın. Onlar da Allah’ın bir yarattığı sonuçta. Laik korkuyu denemeliydin bir de.

Mavi gecelikli hâlâ bağırıyor. Kısa saçlıyla da periyotlarımız iyice yaklaştı. Hadi hep beraber:

AAAAAAAAAAAAAAAAAHH!

Aha! Bebek sesi! Benden değil elbet, mavi gecelikli doğurmuş olmalı. Rahatladı mı acaba? Bir sessizlik oldu bebek susunca. Gerçekten bitiyor mu doğunca, buna inanasım gelmiyor.

İşte! Yine bağırıyor, bu sefer nedense daha fazla. Susmuyor bir türlü. Kısa saçlıyla dehşet içinde birbirimize bakıyoruz. O da aynı şeyi düşünmüş olmalı. Veeee geliyor:

AAAAAAAAAAAAAAAAAAAH!

Koro olayını sevdim. Maçta gibi hissediyor insan kendisini.

Mavilinin hâlâ sesleri geliyor. Derken koridorda sert adımlar, ardından karşı odanın kapısının açıldığını duyuyoruz. “Bu kadın doğururken bağırmadı bu kadar, ne yapıyorsunuz?!” diye azarlıyor subay doktoru biri. Yarbay doktor olmalı. “Dikiş atıyoruz komutanım, asistan da eğitim alıyor, o da denedi. Morfin yaptık aslında ama hasta yine de bağırıyor.”

Yarbay, “Adam olun, efendi olun,” minvalinde bir şeyler söyleyip gidiyor. Kadın bağırmaya devam ediyor. Bense vücudumun bir de eğitim materyali yapılacağına o anda uyanıyorum. Kore seri katil filmlerindeyim sanki. Açlıktan, yorgunluktan, acıdan, aşağılanmaktan daha fazlası olmaz derken hayat beni şaşırtmaya devam ediyor.

Kabus içeri girdi ve söz konusu kontrolü yapıp hasta bakıcıya bir işaret yaptı. Benim sıramın geldiğini o anda anladım. Oldukça sakindim artık, acı beni olgunlaştırmıştı. Giyotine yürür gibi yürüdüm cellat suratlı hasta bakıcının arkasından.

İçeride subay, asistan, iki hemşire vardı. İşkence aletine tüm sakinliğimle oturdum. Uykum vardı, hem de çok. Sancı hâlâ geliyordu ama bağırmaya halim yok. Hemşire yanımda, subay “Ikın!” emri veriyor. Emredersiniz komutanım!

O sırada güzel bir şey oldu. Hemşire, “Müzik açayım mı?” dedi bana. Minnetle gözlerine baktım. Telefonuna gidip bir şarkı açtı. Müzik tanıdık, çok tanıdık. Şarkının sözlerine içimden eşlik ediyordum ama hangi şarkı olduğunu tam çıkaramamıştım. İçimi bir huzur kapladı. Benim buradan önce de bir hayatım vardı. Bu eski şarkı, beni buradan alıp kendime götürmüştü. Üstelik şu an çok özeldi. Büyülü, kutsal annelik…

Emre uyup son kez kuvvetlice ıkındığımda hemşirenin elini tuttum. Bir insana ihtiyacım vardı. Bir insan geliyordu hayata… Prenses değilsem de kraliçe olacaktım artık. Bebeğimin sesini duyduğum anda şarkının nakarat kısmına gelinmişti.

It is a lovely thing that we have

It is a lovely thing that we

It is a lovely thing...

Hemşirenin, “Bırak elimi!” demesiyle büyü bozuldu ilkin. Sonra şarkının adını hatırladığım bölüme geldi nakarat:

The animal, the animal instinct!

Afallamıştım. Bu şarkı da eziyetin bir parçasıydı! “Çık,” diyorlardı bana! “Masallar senin neyine!” Oğlumu hayal meyal bile göremeden bir battaniyeye sarıp götürdüler. “Kakasını yapmış annesinin karnına,” dediklerini işittim. “Sen de mi, oğlum?” diyebildim…

The animal, the animal, the animal instinct in me…

Morfini yaptıktan sonra dikişe geçtiler. Vücudum benim değildi artık. Eğitim şart! “İğneyi şuradan sokup şuradan çıkarıyoruz. Yanlış yaptın, bak şuradan olacak…”

Yorgunluktan bağıramıyordum. Onlar da rahatça işlerini yaptılar, yarbaydan azar işitmeyeceklerdi.

Gözlerim kapanırken kırmızılar içinde, masal kahramanını andıran güzellikte bir kadın üzerime doğru eğildi. Büyüsü etrafı flulaştırıyordu. Gözlerimin içine öyle bir baktı ki, bu dünyadan olmadığını anladım. Onun bir şey söylemesini beklemeden yattığım yerden sıkıca boynuna sarılıp kulağına fısıldadım:

“Nerede kaldın? Kurtar beni buradan, hadi!”