Arda Arel öyküsü

Arda Arel
Arda Arel

Kolektif olanı yok saymayan, ona eklemlenerek büyüyeceğinin farkında olan bir anlayışa evrilen Arda Arel hikayeciliğine dair temel unsurları Yaban Tv, Yedi Kat Fazlası gibi son öykülerinde de görmek mümkün. Kendini kolektif bilincin kollarına ve doğaya emanet eden genç avcı, postmodern canavarı öldürüp şanına layık bir ad alacak gibi görünüyor.

Avcının Kadim Olanı Bulmuş Hikayesi

Gülhan Tuba Çelik

İçimizden biri, Arda Arel, bu bölümdeki yazılarında öyküye dair, kendi öyküsüne dair değişen fikirlerini açıkladığı samimi tespitler yapıyordu. Çoğunuz anımsar ama yine de hatırlatalım:

İp Cambazı Değil Silahşor - Arda Arel Dedalus Yayınları
İp Cambazı Değil Silahşor - Arda Arel Dedalus Yayınları

“Bizim yapmamız gerekense öyküyü kurtaracak post-modern arayışlara girmek, deneysellikler kovalamaktı. Çünkü çağ buydu, hikaye belki 20 en azından 10 yıl öncesinde kalmıştı; bir nostaljiydi artık, hafif tebessüm ettiren ama aynı zamanda inceden gözleri de dolduran bir şeydi o. İyisi mi ona gönderme yapmalıydık. Fakat onu; evet, bizzat onu katiyen yapamazdık. Başta dedim ya, önceleri…(Post Öykü, 4.2)

Biz de merak ettik. Arda Arel neyi es geçtiğini düşünüyordu acaba? 2015’te Dedalus Yayınları’ndan çıkan ilk öykü kitabı ne durumdaydı? Yeni hikayelerinde yakaladığı ana damar nereye gidiyordu? Arda’ya sezdirmeden bu soruların peşine düşelim dedik. Bölüm adımızı da üç artı bir’e indirdik.

Bu sayımızda, önce İp Cambazı Değil Silahşor(Mayıs 2015, Dedalus) ardından da bulabildiğimiz 14 hikayesi üzerinden Arda Arel’in öykücülüğüne dair bir şeyler söyleyeceğiz.

İp Cambazı Değil Silahşor’daki öyküler okura, sevgili okur demenin bu kadar kanıksanmadığı zamanlarda yazılmıştı. Kitaptaki “nispeten yeni” bu öykülerin, daha hafif ve eğlenceli metinler peşindeki genç arkadaşlarımı heyecanlandırdığını hatırlıyorum. Öykülerdeki şehirli gencin şımarık aforizmaları, bilgisayar oyunlarından ilhamla oluşturulmuş öykü dünyaları, filmlerle veya başka kitaplarla kurulan metinlerarasılık, illa ki Borges veya kahramanları, öykünün biçimine ve diline dair yapıbozum hamleleri, en az bir tane İngilizce başlık/ en az birkaç yabancı kahraman, distopik ya da fantastik mekân arzusu gençlerin hoşuna gidiyordu. İp Cambazı Değil Silahşor, sevilen bir kitap olmuştu. Fakat Arda, yıllar geçtikçe daha net fark edilen o çıkmazı çoğu kişiden önce gördü. Tamam öykünün imkanlarından yararlanılmış, yeni hamleler denenmişti ama aynı şeyden de on kez yapılamazdı. Kişisel ve kolektif öyküsünün onu götürdüğü başka bir yer vardı. Arda yolu gördü ve yürüdü. Bu yol ava, avcıya, ormana ve hayata dair kadim bir patikaydı. Bu patika öyküleri hikayeye dönüştürdü.

Arda Arel’in son metinlerinde, koca ormanda bilgelik yolculuğuna çıkmış bir keşiş, layık olduğu adı arayan isimsiz bir kahraman ya da hayatın hikmetini avlanarak yakalayan bir avcı gibi semboller görüyoruz. Bunların arasına köpekler, balıklar ve kuşlar karışıyor çoğu kez. Ben,Ala Geyik ve Diğer Masallar öyküsünde yazarın poetikasına da şahit oluyoruz bir bakıma: “Kendi hikayeni anlatma vaktin geldi, dedi babam, başkalarının hikayesini anlatmaktan sıkılmadın mı?” Öykü; arayış, isim almak ve toplumda bir yer edinmek temaları ile sürüyor. Bu öykülerin kitaptaki öykülerden farkı; bireyselliğin tüketen yanının fark edilmesi ve kolektif bilincin değerinin farkına varılması olarak öne çıkıyor. İp Cambazı Değil Silahşor’de esamesi okunmayan aile, burada kutsal bir alan ve bilgelik olarak kendini gösteriyor: “Babamın ismini nasıl edindiğini ilk dinlediğimde, işte bu demiştim, işte bu destandır ve isim böyle alınır.”

Beyaz Aslan Bekleniyor da bir yolculuk ve arayış hikayesi. Yazarın, kadim olanın yolunda başarılı bir iz sürdüğü görülüyor. Dedem Korkut’u Çelik Çulluk’tan Kurtardığım Boyu öyküsünde yine bir iz sürücülük ve kutsal aile bağları dikkat çekiyor. Tabiata, ava, avlanmaya, kendini doğaya bırakmaya, kâinata güvenebilmeye, var olan köklü bir şeye eklemlenebilmeye yapılan vurgu diğer hikayelerde de kendini gösteriyor. Dünya artık isyan edilen ya da korkulan bir şey değil: “Yol, her an baştan yazılıyor ve teknem her daim başlangıç noktası… İstek, inanç ve irade. Nehir, bazen yıldızlardadır, bazen de suyun içinde bir akıntı… Bir bakmışsın kuş olmuş teknene paralel uçuyor.”(Ejderha Koli)

Kolektif olanı yok saymayan, ona eklemlenerek büyüyeceğinin farkında olan bir anlayışa evrilen Arda Arel hikayeciliğine dair temel unsurları Yaban Tv, Yedi Kat Fazlası gibi son öykülerinde de görmek mümkün. Kendini kolektif bilincin kollarına ve doğaya emanet eden genç avcı, postmodern canavarı öldürüp şanına layık bir ad alacak gibi görünüyor.

Hikayenin Peşinde Bir Genç Öykücü

Ahmet Melih Karauğuz

Herkesin hayatında bir kırılma anı vardır. O andan sonra artık ne yaparsak yapalım, ne ortaya koyarsak koyalım, eskisi gibi olmaz hiçbir şey. Kırılma anıyla birlikte bir kopuş yaşarız ve o kopuşun bize çizdiği yeni yolda yürümeye başlarız. Ölümler, doğumlar, sevmeler, sevilmeler ve daha pek çok şey. Ve hatta “bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.” deriz. Gençken insan sanırım daha çok kırılma anları yaşıyor hayatında. Yaş ilerledikçe alışıyor genellikle. Belli bir sabit tutturuyor en azından. Belli alışkanlıklar, anlayışlar, inanışlar.

İnsan gençken daha cesur oluyor, kendimden biliyorum. Daha rahat bir şekilde hayata geçirebiliyor aklındakileri. Sonrasında bundan vazgeçiyor. Ortaya koyduklarından kopuyor. Bazen kabullenerek yapıyor bunu bazen reddederek. Ama bir şekilde devam ediyor yaşamaya, yazmaya, bir şeyler üretmeye…

Post Öykü ilk çıktığında büyük bir heyecan dalgası yarattı. İlk sayısındaki öykülerle, ilk kez öykü yayınlayan isimlerle büyük beğeni topladı. Yeni bir şeyler vaat ediyordu öykü okuruna. Ele avuca sığmayan tasarım ve içeriğiyle pek çok kişiden geçer not almıştı. Daha sonraki zamanlarda da devam etti bu. Bazen değişiklikler oldu. Kimi isimleri göremez olduk, kimi isimlerden farklı tarzda öyküler okuduk. Post Öykü’yle birlikte isimler tanıdık. Bu isimlerden pek çoğu aklımıza gelir ancak bu yazı için aklımıza gelmesi gereken isim Arda Arel.

Arda Arel,Post Öykü’yle yazı hayatına başlamasa da pek çoğumuz tarafından Post Öykü’yle tanındı. Post Öykü’nün pek çok işinde emeği ve imzası var ve aynı zamanda aynı köşeyi de paylaştığımız bir isim. Öykü üzerine düşünen, kafa yoran, mesai harcayan gençlerden. Şimdilik 2015 yılında Dedalus’tan çıkan İp Cambazı Değil Silahşor adlı bir kitabı var. Ancak ikinci kitabı oluşturacak kadar da öykü yazdı ilk kitaptan sonra. Arda Arel’in ilk kitabı Aykut Ertuğrul ve Ertuğrul Emin Akgün’le birlikte çıkmıştı o dönem. Kapak renkleri ve çizimleriyle bir üçlemeyi andırsa da kitaplar, Aykut Ertuğrul’un İki Dünyanın Ustası, isminden de anlayacağımız üzere, anlatımda ve teknikte daha çok öne çıkan ve diğer iki genç isme göre daha oturmuş ve başarılı öykülerle ayrılıyordu. Arda Arel ve Ertuğrul Emin Akgün ise öykülerinde birbirlerine göndermeler yapıyor, birbirlerinin karakterlerini kullanıyor, aynı mekanlardan geçiyorlardı. Organik bir bağ, muhabbet vardı iki ismin öykülerinde.

Arda Arel’in ilk kitabında öne çıkan anlatı, Post Öykü’yle daha çok gündemimize giren, tekniğe dayalı, postmodern anlatının sunduğu imkanları sonuna kadar kullanan, oyunlu, şakalı, eğlenceli bir tarzı içinde barındırıyordu. Deneysel diyebileceğimiz öykülerin yanı sıra, başta Borges olmak üzere pek çok yazara saygı ve selam içeren göndermelerle örülü öyküler okuyorduk. Arda Arel ilk kitabında başarılı ama plastik öyküler veriyordu okuruna. Kitap bittikten sonra zihinde kalan şey bir plastiğin izi oluyordu. Kitabı çıkar çıkmaz okumuş ve böyle düşünmüştüm. Bu yazıyı yazmak için tekrar kitabın başına oturup öyküleri bitirdiğimde bu hissi yeniden yaşadım. Öyküler başarılıydı ancak benim okur olarak aradığım şeye, sahiciliğe ve gerçek bir hikayeye sahip değildi. Bu da benim açımdan anlatılanın plastikleşmesine, sanki masa başında belli hesaplamalarla yazılmış, tekniğin sonucu olarak seri üretilmiş öyküler oluşmasına sebep olmuş gibi geldi bana. Sentetik bir anlatı var genel olarak Arda Arel’in ilk kitabında.

İlk kitaptan sonra Arda Arel belli bir süre sessizliğe gömüldü. Konya’da rutin çay ocağı oturmalarımızdan da hatırladığım şey buydu. Birbirimize Arda Arel’in ve Ertuğrul Emin’in ilk kitaplardan sonra neden yeni eserler vermediğini soruyorduk. Kendimizce sebeplerini konuşuyorduk. Arda Arel belli bir süre sonra bozdu bu sessizliği, Ertuğrul Emin’se biraz daha geç. Arda Arel yeni öykülerinde eski öykülerine göre daha farklı şekilde anlatıyordu hikayesini. Yazının girişinde yazdığım bir kırılmayı yaşadı zannediyorum. Çünkü ilk kitabı çıktığında Arda Arel henüz üniversiteden yeni mezun oluyordu. Mezuniyet sonrası süreç şüphesiz bir kırılma anı, özellikle Türkiye’de yaşayan gençler için. Bu kırılma Arda Arel’in öyküsünde tam olarak nereye düşer bilemiyorum, yeni öykülerinde okuduklarımdan bildiğim ve anladığım, Arel’in önemli bir kırılma yaşadığı ve anlatım zihninin değiştiği. İlk kitaptaki o haylaz anlatıcı yerini daha sakin, ağır başlı ve arayışta olan, her anlamda bir arayışın sahibi kaleme bırakmıştı. Özellikle Ben Alageyik ve Diğer Masallar başlıklı öyküsü daha önceki öykülerinden ayrılıyor Arel’in. Ve öykünün son cümlesi “İlk defa yeni yüzüme bakıyorum. Sadece kendimin duyacağı şekilde fısıldıyorum. Aradığım, ben’im.” Yazarın genel olarak girdiği yeni ruh halini yansıtıyor bence. Sadece Alageyik öyküsü değil, yayımlanan diğer öykülerinde de daha geleneksel bir anlatı benimsiyor. Artık plastik, hesaplanır bir kurgudan çok, sahici ve hakiki bir hikayesi -belki sancısı- olan şeyler anlatıyor. Arda Arel hikayenin peşinden gidiyor ve görülen o ki anlatısını yeni baştan inşa ediyor.

Ve elbette sormadan edemeyeceğim, başladığı yerden uzaklaşan, geleneği daha da içselleştiren ve anlatımda ve teknikte başladığı yerden kopan sadece Arda Arel mi?

Düsturu Mırıldanmaya Başlayan Silahşor

Mahmut Sami Yıldız

“Elimle nişan almıyorum. Eliyle nişan alan biri babasının yüzünü unutmuş demektir. Gözümle nişan alıyorum.

Elimle ateş etmiyorum. Eliyle ateş eden biri babasının yüzünü unutmuş demektir. Kafamla ateş ediyorum.

Silahımla öldürmüyorum. Silahıyla öldüren biri babasının yüzünü unutmuş demektir. Kalbimle öldürüyorum.”

Arda Arel’in 2015 yılında çıkan ilk öykü kitabı İp Cambazı Değil Silahşor için yazdığı arka kapak yazısına, Stephen King’in ünlü Kara Kule serisinde geçen ve Silahşor Düsturu olarak bilinen bu satırlarla başlamıştı Aykut Ertuğrul. Seriyi okuyanlar bilir; yolunu kaybetmiş, boşluğa düşmüş Silahşor, düsturu hatırlayıp mırıldanmaya başlarsa her şey değişir. Dibe sürüklenme son bulur, umut tohumu çatlar. Her ne kadar ilk öykü kitabının adı İp Cambazı Değil Silahşor olsa da, Arda Arel, Silahşor Düsturu’nu yeni yeni mırıldanmaya başladı. Öykü serüveninin başlarında postmodern teknikleri deneyen Arda Arel Silahşor değil, ip cambazıydı. Zira onun öykülerine bir sirk atmosferi hâkimdi. Öylesine renkli, oldukça sıra dışı ve fazlasıyla yapay.

Arda Arel’in günbegün öykü yazarlığından hikaye anlatıcılığına kaydığını -bana kalırsa yükseldiğini- görmek son derece heyecan verici. Zira öykü yazmak ne kadar yapay, naylonsu ve zorlamaysa hikaye anlatmak da bir o kadar doğal, sahici ve kendiliğinden. Arel’in ilk öykülerinin de hakkını vermek gerek. Zekice kurgulanmış ve biçimsel yeniliklerin denendiği bu öykülerin başarısı yadsınamaz elbette. Gelgelelim dalından koparmak varken kıpkırmızı olsa da laboratuvarda üretilmiş bir elmayı kimse yemek istemez. Üstelik elma zaten ağaçta yetişiyor, laboratuvarda uğraşıp durmak neden?

Arda Arel de buna benzer bir soruyu kendine sormuş olacak ki artık öykülerini laboratuvarda üretmek yerine ormanlarda arıyor. Fakat laboratuvarda öğrendiklerini büsbütün bırakmış değil. Zira yeri geldiğinde postmodern teknikleri hâlâ kullanıyor ve bunu da ustalıkla yapıyor.

Yaban TV adlı öyküsünü “Bir gün bir avcı bana bütün avcıların biraz yalancı olduğunu söylemişti. Yalancı yahut değil ama kesinlikle iyi anlatıcı…” cümleleriyle bitiren Arel’in son öykülerinde avcılık ve av serüvenleri bir hayli yer kaplıyor. Belli ki bir avcılık geçmişi olan yazarın bu öykülerindeki anlatımı öylesine doğal ki okuyucuyu çepeçevre sarıyor ve hatta okuyucuyu da beraberinde ava çıkarıyor. Arel’in anlattığı avcılık ise gelişigüzel bir şekilde hayvan öldürmekten epey uzak. Onun öykülerindeki avcılığın, dervişlerin yolculuğu gibi arifane bir eylem olduğu gözden kaçmıyor. Öyle ki avcının izini sürdüğü av, kendi benliği ve var oluşunun anlamı hâline geliyor. Avına ulaşan avcı, en nihayetinde kendini av, avını ise avcı durumunda buluyor. Bu özelliğiyle avcılığın konu edildiği bu öyküler, Arda Arel’in varoluş felsefesini yansıtması açısından dikkate şayan.

Son dönem öykülerinde Arda Arel’in geçmişine ve zihninin derinliklerine yaptığı yolculukları sahici bir şekilde hissediyoruz. Arkeolog özeniyle geçmişinin kazısını yapan yazar, detaylar konusunda da oldukça dikkatli. Fakat Arel, bu detayları olduğu gibi okuyucuya sunmuyor. Örneğin; geçmiş yaşantısındaki bir balığı akvaryumundan çıkarıyor ve hayalindeki balığı, ejderhaya dönüşmesini arzuladığı balığı okuyucuyla paylaşıyor. Mitlerden de beslenen yazar, bunu yapmakta öylesine mahir ki öykü bittiğinde anlatıcının sözleri, okuyucunun da dilinden dökülüyor: “Seni öyle görmeyi çok isterim.”(Ejderha Koi)

Bu arkeolojide rastladığımız bir diğer detay ise köpekler. Arel, köpekleri detay yahut figüran olmaktan çıkarıp başrole oturtuyor. Ejderha Koi adlı öyküsünde geçen “Sahne onundu, gözünüzü kırparsınız ve bir bakmışsınızdır ki figüran aslında başroldür.” cümlesi de yazarın figüranlara olan dikkatini gözler önüne seriyor.

Tüm bunların ötesinde yazarın zihnindeki esas başrol ise baba imgesi. Arel’in öykülerinin temelini teşkil eden baba, diğer tüm detayların da kaynağı konumunda. Zira onun öykülerindeki baba; esas avcının ve anlatıcıyı ava çıkaranın, köpekleri besleyip büyüten ve onlar hakkındaki bilgilerini anlatıcıya aktaranın ta kendisi. Kaybolmamak için babasının tecrübelerinden faydalanan, babasının kılavuzluğuna sığınan yazarın, Ben Alageyik ve Diğer Masallar adlı öyküsünde geçen şu cümleler ise bu durumun kanıtı mahiyetinde: “Kimse bana el vermedi, kimse sana el vermezse babanın yolunu yürürsün, attığı adımları izler, bastığı toprağa basarsın. Patikalaşmış bir yolun yolcusu olmak her daim daha kolaydır.”

Arda Arel’in son dönem öykülerinde babasının yüzünü en ince çizgilerine varıncaya kadar hatırladığına şahit olmaktayız. Velhasıl Silahşor, düsturu hatırlayıp mırıldanmaya başladı. Şimdi nasıl nişan alacağını, nasıl ateş ederek öldüreceğini daha iyi biliyor. Üstelik şimdilik yalnızca mırıldanıyor. Haykırdığında olacakları düşünebiliyor musunuz?

Arda Arel’in Öykülerine Dair: Arayış Biter mi?

Ali Güney

İp Cambazı Değil Silahşor kitabında yer alan öyküler buluşa dayalı bir anlayışın ürünü. Elbette her yazar, hayatın içinde olan, herkesin gördüğünü şeyi kelimeleri ile bize buldurur, fark ettirir, ancak bu metinlerde zihinsel dalgalanma diyebileceğim bir akış ve olay örgüsü yer alıyor. Bir itiraf, ben bu metinleri okuyunca anlamıyorum. İyi bir okur olduğuma inanıyorum (benim büyük yanılgım bu olabilir) ancak ne yazık ki bu tarz metinlerde olan biteni anlamıyorum. Ben de yalnızca izlemeyi, kitabı beğenmediysem sessiz kalmayı, susmayı tercih ediyorum.

İp Cambazı Değil Silahşor’da yer alan metinlerin yapay olduğunu düşünüyorum. Yazılan değil yapılan bir metin. İnşa demedim bilerek. Çoğu kez zorlama bir okuma deneyimi sunuyor. Burada dikkat, yazarı yapmacık olmakla mı suçluyorum? Asla. Anlaşılması için onun kavramlarının benim için berrak olması gerekiyor.

Bu noktada bir hususa değinelim. Günümüzde çok sık duyduğumuz “edebiyat eleştirisi yok” ile “öykü eleştirisi yok” söylemleri, ne yazık ki, sokak jargonu bir ifadede karşılık buldu. Eleştirmek filli eşittir çakmak halini aldı. Sosyal medyanın da etkisiyle hele; birisi size bilmeden, anlamadan hatta okumadan çakabilir! Çakıyorsa büyüktür, bilgedir, okumuştur, peh! Bir edebiyat anlayışına, kurama gerek yok, “beğenmedim ulen” deyip... Her dergide öykü yayımlamak da zor, bazılarında yazım ile görüneyim deyip ne kadar dergi varsa içinde olayım deyip… Eyvah eyvah!

Anlamadığımız bir metin hakkında nasıl konuşuruz? En azından nasıl anladığımızın ipuçları üzerinden söylemlerimi sıralayayım. Öykücünün dili kendine has olmalı, kabul, bu has duruşu bir iklime dönüştürüp, bu iklimi sevmesek de kabul etmemiz gerekmiyor mu? Ne güzel anlatmış dememiz elzem değil mi? Yabancı dizi ve sinema bilgisini öyküye yedirmek mi öyküde göstermek mi gerekir?

Arda Arel’in ilk kitabından başka bir örnek vermek isterim: “Bana hayvan. Eğer deselerdi daha az üzülürdüm.“ “Saklandığı yerden bir taş at. Mış olacak ki.“ Burada Arda Arel, anlamı çoğaltmak istiyor. Parçalanmanın etkisiyle doğal bir etki olarak çoğalma beklenebilir. Aynı zamanda anlam kırılıyor ancak anlamı kategorileştirme uğraşı boşa çıkmıyor mu? Günümüz şiirinde çok sık gördüğümüz bu tür cümle parçalanmaları, okurun kimi yerde metne odaklanmasını sağlasa da tutmuyor.

Arda Arel’in metin içerisinde yer alan kelimeleri biçimsel değiştirmesi, bir buluş olarak değerli ancak anlatıdaki kuraklık bununla aşılır mı? Zihinsel dalgalanma durumu, kafa güzelliği, zekâ ileriliği, paragraflarda çok sık hissediliyor.

Ama biz öykü okurken, yazar bizi ALES’E mi hazırlamalıdır? Bu gösterme çabası, metnin yazara dönmesini sağlaması, hikayenin belirsizlik muammasında yok olup erimesi, yazarı bilerek bir okunmaya ihtiyaç hissedilmesi, devşirme bir algının metin ritmindeki tezahürü öyküyü yormaz mı? Arda Arel’in ilk kitabında yer alan öykülere yapay dememin kaynağı metnin, Borges’in mirasyedisi gibi davranması.

***

Arda Arel yeni metinlerinde ise anlatıya odaklanıyor. Postmodern devşirmelerin uzağında, gelenekten beslenen, tanıdık bir rüzgârın izleri: “Ben Ala Geyik Ve Diğer Masallar” gibi enfes metinler.

Yazmazsam Ölürüm’de, “Açıkçası anlatmaya nereden başlamalıyım, emin değilim,” diyor. Samimiyetle akıp giden, okuru süslü ve eğreti postçukurlara düşürmeden ilerleyen, naif diyebileceğimiz metinler.

“Bazı hikayeler, öyle girift bilmecelerle süslü olmaz.” diyor Fatma Hanım Neden FM Oynar? öyküsünde ve ekliyor: “Pekâlâ, bir öğrencinin sınav dönemi olabilir. Veya sınav dönemini yeni atlatmış bir öğrenci sekiz sezonluk bir diziye gömülmüş olabilir.”

Arda Arel öyküsünü dar bir çerçeveden çıkarıp dile gelen bir yapıya sokmak istiyor. Yazının/yazarın bir kırılma yaşaması, değişmesi çok doğal. İnsan değişiyor. Sormaya korkuyorum. Acaba bu sefer de Mustafa Çiftçi’nin, Mahir Ünsal Eriş’in, İsmail Özen’in yazdıkları gibi bir anlatıya meraklanma mı söz konusu? Hikaye demenin daha uygun olduğu gürül gürül akan metinlerin tuttuğu, yükselişte olan öykü dünyasında var olma çabası mı bu? Şu sıralar pek değerli görülen, pası silinen, yıllardır süregelen anlatıcılık hali mi bu etkilenmeye sebep oluyor? Böyle yazsam tutar anlayışını, böyle yazsam yayımlanır anlayışını okurun hissetmemesi mümkün mü?

Bir hususa daha değinelim. Totoloji cümleleri kurmaktan korkuyorum ama bir gözlem bu diyeceklerim. Yeni öykücülerde görülen en temel eksiklik nitelikli okur olma meselesi olabilir mi? İlk sıraya kendimi yazarak, öykü yazan arkadaşlara dizlerini kırıp öykü okumayı, yazılan her öykünün yayımlanmaması gerektiğini söylemek istiyorum. Defalarca söylendi, ben de ekleyeyim, 50 Kuşağı öykücülerinin ne yaptığını anladık mı? Temel okumalar konusunda bir eksiğimiz olabilir mi? Refik Halid Karay’ın yaşadığı şu topraklarda, dilin zarafetine titizlenmeye, bir öykü anlayışı kurmaya, bedel ödemeye var mıyız acaba? Öykünün yükseldiği bir dönemde edebiyat-öykü tarihinde yer edinmiş, ünlü bir derginin halen editörü olan Murat Yalçın’ın Pera Mera’1000 adet basılıyor! Yükseliyordu dediniz, değil mi?

Demeye çalıştığım bütünlüklü ve temel bir edebiyat tarihi okuması yapıp kendimizi yetiştirmeye gücümüz var mı?

Son söz: Arda Arel’in pırıl pırıl bir yazı dili olduğuna inanıyorum. Yalnızca niçin yazıyorum sorusuna daha sık odaklanmalı. Elbette kırılmalar yaşanacak. Hayat değişecek. Yeni sorgulanacak. Metinler bazen sevilecek bazen anlaşılmayacak. Bunlar yaşanırken kırılmamaya dikkat.

Arda’yı hiç tanımıyor olmanın samimiyetiyle, bir acımı onunla paylaşsam, ölüm desem, bir ölüm değiştiriyor en çok hayatı desem, ne der? Ailemde, herkes gibi, nice büyüğümün küçüğümün ölümünü gördüm ama Üçler Mezarlığı’nda yer alan küçücük bir mezar kadar hiçbir şey değiştirmedi hayatımı, desem…

Değişeceğiz, dönüşeceğiz. Dönüşürken değişeceğiz. Her sabaha uyanmak mümkün olmayacak. Değişmenin bile bir çizgisi olmalı mı? Bilemiyorum. Yazdıklarının değeri için fedakârlıkları artırmaya, çok yazmaya devam.

İki yuroluk öykü olur mu? Olmaz mı Arda, bozdururken kur farkına dikkat et yeter!