Aşk ağlatır dert söyletir

Doğmak, varlık derdini yüklenmiş olmaktır, var-olmak, var edene varlığını borçlanmaktır.
Doğmak, varlık derdini yüklenmiş olmaktır, var-olmak, var edene varlığını borçlanmaktır.

Aşkın ağlatmasına, derdin söyletmesine mahsus bir didikleme bu yazının hem konusunu, hem de sıkletini birlikte aşar. Diğer bir söyleyişle ne aşk ne de dert hiçbir konunun ve hiçbir yazının içine sığmaz. Hal böyle olunca "Aşk ağlatır, dert söyletir." atasözüne, bu yazının açılış noktası olduğu kadar, kapanış noktası olarak da değer yükleyebiliriz. Açılış sorusu: İnsan neden hikâye anlatır? Kapanış sözü: "Aşk ağlatır, dert söyletir." de ondan!

Çocuğun dil(sizliğ)i

Doğduğumuzda ağlarız! İlk solunumla akciğerdeki açılmanın verdiği ağrıdan kaynaklanan bu ağlamaya, kültürlere göre farklı mahiyetler yüklense de, o dünyaya-doğmanın biricik sevinci olarak yine kendi genelliğinin içinde durur ve bu manada ilk ağlama, hem bir varlık beyanı, hem de bebeğin annesiyle kurduğu ilk ve en etkili iletişimin bir aracı olarak her doğumda yürürlüğe-kaç milyonuncu kez- yeniden konulur. Diğer bir söyleyişle çocuğun annesinin göğsüyle buluştuğu anda kesilen ilk ağlama, sonraki ağlamaların da kesileceği yer olarak çocuk için ya da çocuk tarafından dil tahtında işaretlenmiş olur; çocuk bir uzlaşımsal-saymaca olarak asıl dili (lisanı) öğrenene kadar ağlamayı dil olarak bileceğinden, ebeveyninin onunla kuracağı ilişki de zorunlu olarak ağlama-yı-susturma üzerinden kurulacaktır. Çocuğun değerini ancak erişkin biri olduğunda fark edeceği söz konusu kuruluşun, asıl karşılığı ebeveyninde oluşacaktır.

Çünkü, ağlayanın avutulması, onun muhtaç olduğu bir ihtiyacın giderilmesine bitişik olarak düşünülecek ve bu manada çocuğun derdinin anlaşılması, ağlamanın şekline göre yapılacak özel bir tercümeyle mümkün olabilecektir. Diğer bir söyleyişle ağlama, söze dökülemeyenin -ve bu nedenle henüz dil olmayanın- hale dökülmesi olarak dil olacaktır. Buradan bakarak, ağlamanın da gerçekte bir anlatma olduğunu düşündüğümüzde, ebeveyninin çocuğun derdini anlatamamasından duyduğu kaygının konuşmanın değerine bitişeceği aşikardır ki, bir ebeveyn mezkur deneyim sayesinde anlatmanın öncelikli ve en kıymetli kipi olarak konuşmanın değerini müdrik hale gelir. Zira, konuşma, bir ebeveynin ciğerini parçalarcasına ağlayan çocuğunu avutabilmek için ondan umutla talep edeceği tek şey haline gelir ve "ah bir konuşabilse" sızlanmalarına tabi olarak, normal zamanda değeri konusunda hiç de zihin yormadığı bu olgu, onun düşünüş ve eyleminde varlığının delili haline gelir: konuşmak, dünyada bulunma tarzıdır.

Konuşmak ve susmak

Çünkü, "Biz de 'söz'den meydana geldik. Bu 'kün: ol' sözüdür ki, bu (emrin ardından) biz de 'olduk'. Öyleyse susmak var olmayan bir durum iken, konuşmak var olan bir durumdur. Sözün bir etkisi vardır ve bu nedenle 'söz' diye isimlendirilmiştir. Çünkü (söz anlamındaki kelam, klm kökünden türetilmiştir. Kelm ise, bedendeki bir iz olan yara demektir. İnsan var olmuştur, öyleyse onun var olması gereken bir nitelikle nitelenmesi gerekir ki, o da kelamdır. Var olmayan (şey) bir nitelikle nitelenemez ki, var olmayan nitelik ise susmadır. İnsanın hakikati, konuşmadır (nutk). Sustuğunda ise, haliyle kendisini yalanlar. Şu var ki, Allah susma için bir yer belirlemiştir. Söz konusu yerdeki susma, 'göreli susma'dır. Göreli susma, gereksiz durumlarda konuşmamak ya da insanın lehine değil aleyhine olacak durumlarda konuşmamasıdır." (İbnü'l-Arabi) Bunlara göre konuşmak -yeteneği sabit olduğu takdirde- zorunlu, susmak ise -konuşmanın mahdut bir süre için askıya alınması bakımından- seçimlik bir durum olarak önce çıkar.

Öyle ki, ağlamanın tıpkı anlatmaya/ihtiyaç beyanına bitiştiği gibi, susma da zaten konuşma(ma)ya bitişik olarak -ancak konuşabilen susar- yine onun bir kipi haline gelir. Çünkü konuşmak, her şeyden önce kendinden bir haber vermektir; bildiğini bildirmek; duyduğunu duyana iletmek; düşündüğünü söylemektir. Bunları esas alan sohbet de yine ancak konuşanlar arasında gerçekleşir ki, bu manada konuşma sohbet yoluyla bir araya gelmeyi -söz etmeyi- ifade ederken, susmak bu gelişte anlamanın gerçekleşmesiyle susmaktaki asli maksadın tahakkukuna işaret eder. Söz etmeyi, "...Birlikte-varolmanın ait olduğu dünya-içinde-varolmanın anlaşılabilirliğinin 'imleyici' eklemlenişi olup ilgilenilen birlikte-olmaklığın hep belirli bir minvali içinde..." bulunma olarak anlayan Martin Heidegger, mezkur hususu şöyle çerçeveler: "Birinin başkasına kulak vermesi için bir eksistensiyal olanak olarak söz söyleme ve duyma verili olmalıdır. 'Lafla uslanmayanın, tekdir edilmek' zorunda kalınması, aslında onun pekala kulak verebilmekliğinden kaynaklanmaktadır.

Öte yandan kulak kabartma, işitsel anlamanın olumsuzlayan bir halidir. Söz söyleme ve duyma, anlama üzerine temellenir. Anlama ne çok söz söylemeyle ne de hararetle kulak kabartmayla olur. Çünkü yalnızca anlayan duyabilir zaten. Söz söylemenin başka bir özsel olanağı yine aynı eksistensiyal temele sahiptir. Susma! Birlikte-söyleşme (sohbet) sırasında susan, sözcükleri bitmek bilmeyenlere kıyasla 'anlayış' sahibi olduğunu belki de sahih biçimde göstermektedir. Bir şey hakkında çok konuşmak, onun hakkında anlayışı daha ileriye taşımanın teminatını sağlamak değildir.

İnsan var olmuştur, öyleyse onun var olması gereken bir nitelikle nitelenmesi gerekir ki, o da kelamdır.

Bilakis: Uzun uzadıya konuşmak örtücüdür ve anlaşılanı sözüm ona açıklığa taşır. Ama bu aslında sıradanlığın anlaşılmazlığı demektir. Öte yandan susmak, dilsiz olmak değildir. Zira dilsiz biri 'konuşma' eğilimini taşır. Dilsiz biri susma olanağından yoksun olduğu kadar, böyle bir olanağa sahip olmadığını da kanıtlamaktadır. (...) Yalnızca sahici söz söylemede sahih susma mümkündür. Susabilmek için Dasein'ın söyleyecek bir şeyi olması yani kendine ilişkin sahih ve zengin açımlanmışlığa sahip olması gerekir. Ancak bu durumda suskunluk açığa çıkabilir ve 'lakırtıyı' ezip geçer. Söz söylemenin modusu olarak suskunluk Dasein'ın anlayabilirliğini öyle asli bir biçimde dile getirir ki, sahici duyabilme ve şeffaf birlikte-olmaklık ondan doğar."

Aşk ağlatır dert söyletir

Madem konuşmak dünyada bulunma tarzıdır ve madem konuşmak "...kendi gayretinin varsayılan sınırı olarak hakikat idesini içimize yerleştirir." (Maurice Merleau-Ponty), o halde konuşmanın başka varlıklara değil sadece bize bir şey bahşediyor olması gerekir; başkalarıyla iletişim kurmayı da içine alan özel bir bağış! Çocuğun dünyaya-gelme esasında ağlamasından ve bunun ilk solumasıyla onun akciğerindeki açılmadan kaynaklanan bir ağrı derdi oluşundan yola çıktığımıza göre, bu dertlilik olgusunu da bir varlık tarzı olarak belirleyip, onu dünyada-bulunmanın şartına ve ve dolayısıyla konuşmanın zorunluluğuna eklememiz gerekmez mi?

Dert nedir?

1. Kaygı, tasa, üzüntü, gaile, acı; 2. Zahmet, eziyet, sıkıntı, renc; 3. Hastalık, illet; 4. Müzmin hastalık; 5. Ur, tümör; 6. Çıban; 7. İnsanı uzun süre uğraştıran mesele; 8. İç acısı; 9. Can sıkıntısı; 10. Mesele, problem; 11. İlahi aşk (tasavvuf) şeklinde açıklanmış olan (Doğan Sözlük) dert, Kant'ın, erken dönemdeki "Tanrı'nın Varlığının Gösterimi İçin Yegane Mümkün İspat Temeli" başlıklı yazısında kullandığı ya da Heidegger'in varolan-olan olarak tüm çalışmalarının merkezine yerleştirdiği Dasein'ın tüm tezahürlerini kâmilen kapsamaz mı? Buna göre dert, yer-yüzüne-yer-leşecek olanın ilk bakışta bilinçsiz ve bedensel açıdan zorunlulukla tecrübe ettiği şey olarak hayatının tümüne yayılmaz mı? Öte yandan, sözden söz ettiğimiz yerde, asıl kaynağına vurgu yapmış olacağımız sözün -bizim onunla ilgili ürettiğimiz onca nazariyata rağmen- zaten verili olması değil midir?

Örneğin, a- "Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı'yla birlikteydi ve Söz Tanrı'ydı. O'ydu başlangıçta Tanrı'yla birlikte olan. Kurulu düzen O'nun aracılığıyla oluştu ve oluşanlardan bir teki O'nsuz olmadı. Yaşam O'ndaydı ve yaşam insanların Işığı'ydı. Ve Işık karanlıkta aydınlık verir; karanlık ise onu alt etmedi." (Yuhanna, 1); ya da b- "Söz Babayı yarattı." (Preuss) denildiğinde, aynıyla bu bir dert olarak varlıkta da yerleşik hale gelmemiş miydi? Bu bağlamda, şu atasözünden baktığımızda da derdi büyük oranda zikredilen minvalde anlamaz mıyız? Aşk ağlatır, dert söyletir! Ömer Asım Aksoy, bu atasözünü "Aşığın yüreği yaralıdır. Bu dert onu ağlatır, başka türlü derdi olan ise herkese derdini döker." şeklinde açıklarken mana yönünden çok cimri davranmış. Zira, yukarıdaki anlamlarından baktığımızda aşk da bir derttir ve ağlamak aşığın -söze dökülemeyenin ve bu nedenle henüz lisan olmayanın- hal dilinden başka nedir?

Doğmak, varlık derdini yüklenmiş olmaktır, var-olmak, var edene varlığını borçlanmaktır. Borçlanma, borç verenle borçlananın ilişkisinden ibaret olduğuna göre, buradan yeni ve daha farklı ilişkiler de tahakkuk edecek demektir. Bu ilişkilerin ontolojinin ilk konusu olarak ya da tam aksine olmayarak belli bir manaya oturması kaçınılmazdır. Nitekim, Hz. Adem'in yaratılışı bu bağlamda ilahi takdir -yapılma-yaratılma-kaderle yüklenme- dünyada-bulundurulma esasında çok sade olmasına rağmen, söz konusu mana farklı anlayışlarla zenginleşerek, ilk sadeliğini bile unutturacak bir çeşitlilikle çoğalmış ve bu çoğalış aynı zamanda inanç farklarının doğmasına neden olmuştur. Adem yüz metre boyla yaratılmıştır; bedeninde kadınlık ve erkeklik organları birlikte bulunmuştur; ilgili organlarının ayrışmasıyla kadın ona ilk arkadaş/eş olmuştur; yeryüzünde yaratılmış, cennete götürülmüştür; orada eşiyle birlikte yaşama şartına muhalefet ettiğinden ebedi suçlu ilan edilmiş ve yeniden dünyaya atılmıştır.

Bir şey hakkında çok konuşmak, onun hakkında anlayışı daha ileriye taşımanın teminatını sağlamak değildir. Bilakis: Uzun uzadıya konuşmak örtücüdür ve anlaşılanı sözüm ona açıklığa taşır.

Bu anlatım sadece bir yerde ve bir şekilde doğmuş ama dünya coğrafyasındaki seyrinde, anlatanların-dinleyenlerin ve tekrar anlatanların anlatma ve anlatış düzeylerine göre yeni eklemelerle, aslından yapılan eksiltmelerle ama her zaman değişerek ve çoğalarak yaygınlaşmıştır. Bu anlatımın sadelik esasında bir özelliği daha vardır ki, bu ilgili çoğu yorumda gözden kaçırılmış ya da ihmal edilmiştir: Adem, Havva, yaratılma, cennet, suçluluk, dünyaya atılma... Bunların tamamı birer kelimeden ibarettir. Çünkü insan varlığının evi olarak bunları kendi dili içinden, ilahi kelamla aldığı bir bilgi sayesinde söylemektedir. Dolayısıyla insan, konuşan olması bakımından hem ilahi kelamın rahmi, hem de kendinde doğuran olarak kelimenin yaratıcısıdır. Ama öyle bir yaratıcı ki, yarattığı şey kendi istidadıyla mukayyettir ve istidat -azlık, çokluk, yeterlilik, yetersizlik düzeyleriyle- her insanın kendisine özeldir. Kelimenin yaratımı, insanın kendinden başlayarak, kendisi dışındaki varlıkları var kılmanın şartı haline gelir.

Çünkü, insandan başka her varlık kendinin kendiliğini insanın onu niteleme tarzına göre kazanır ya kaybeder. Diğer bir söyleyişle insanın bir kelimeye dönüştürmediği varlık, var olsa da yok hükmündedir; onun varlığa katılışı insanın onu bir kelimeye dönüştürmesi ve dolayısıyla bu yolla onu işaretlemiş olmasıyla mümkündür. Öyle ki, bu manada Tanrı'nın kendisi bile bilinmek için insanın diline açıktır; insan Tanrı'yı hayalinde yaratarak O'nun varlığına delil olmadığı sürece, varlığı zorunlu olan ve dile girmese de var olan Tanrı tahayyül ve akıl içinde var olmayacaktır. Ta ki, önce meluhu ve önce merbubu olsun ki, böylece İlah ve Rab olsun! Bu dil ve konuşma ilişkisi Tanrı ile kaim ve insanla mümkün olabildiği için, konuşanın konuşması da önce Tanrı'ya döner ya da önce Tanrı ile başlar. Bu esasta, dile ilkin bir büyük soru düşer: Tanrı nedir? Ardından, Ben kimim, Tanrı beni neden yarattı; Tanrı'nın beni yaratma lütfuna mazhar olduğuma göre, benim ona teşekkür edebilmemin yolu ve yönü nedir?

Bu soruları yukarıda Adem merkezli olarak zikrettiğimiz kelimelerle birlikte düşündüğümüzde (Cennet nedir? Nasıl bir yerdir? Tekrar oraya dönüşümün şartı nedir?) hem bizim kendimizin hikâyesi doğar hem de Tanrı'nın hikâyesi. Oysa ki Tanrı her türlü hikâyeden münezzehtir ama insanın Tanrı'ya imanı ancak dil ve mananın müşterekliğinde tesis edilebildiği için, Tanrı'nın hikâye yaratma özelliğiyle yarattığı insan, (O'nun adına değil) O'na da bir hikâye yakıştıracak ve imanının -Tanrı nezdinde makbul olup olmaması bakımından- sıhhati ve selameti de yakıştırdığı hikâyenin suretiyle mütenasip olacaktır. Diğer bir söyleyişle insanın Tanrı'ya imanı yarattığı ya da benimsediği hikâyeye sıkı sıkıya bitişik olacaktır. "Aşk ağlatır, dert söyletir." atasözünün içinde kendi hakkınca yer bulan bu mülahazalar, "Aşk söyletir, dert ağlatır.", "Aşk ve dert hem ağlatır hem söyletir." şeklinde bir türeve tabi tutulduğunda da sonuç değişmez: Dil ve konuşma istidadına sahip olarak insan, kendinde yaratılan kelimeyi yaratarak (dile getirerek) hem kendi varlığını, hem kendi içinde sürekli çeşitlenen bir varlık gibi çoğala duran varlık-hallerini, hem de ilişki kurduğu sair varlıkları dile döker ki, biz bu dile dökme zorunluluğuna konuşma, konuşmanın anlamlı cümleler halinde dizilişine de hikâye deriz.

Buna göre dil varlığın eviyse, hikâye de onun evdeki varlığıdır. Bu nedenle daha doğduğumuz anda, başkalarının bizim adımıza ürettikleri hikâyeyle birlikte doğar, onların varlık hallerimize dair yorumlarından teşekkül eden hikâyelerle hayatta yer edinmeye başlar, sonra kendimiz hikâyenin yeni bir kurucusu haline gelerek, yeni doğacaklarımıza hikâyeler dizer, başkalarının hikâyelerini anlatan olarak, başkalarının hikâyelerinde yaşamak üzere hikâye etme istidadımızı da, can emanetimizi sahibine sunduğumuz anda yitiriveririz. Mezkur süreçlerde dile dökülebilen, hatta bazen dile dökülememe yoluyla dile dökülebilen şeylerin tümü, doğrudan ya bilkuvve hikâyenin o dolmak bilmeyen hurcunda olur biter. Böylece, talim ve terbiyemizdeki başarımızla başarısızlığımız aslında bir hikâye farkından ibaret olur. Akşam eve dönen eşimize gününün nasıl geçtiğini sormamız aslında ondan bir hikâye anlatmasını istememizden ibarettir.

Balık üremesi hakkındaki tezimizi bir jüri huzurunda anlatmamız, aslında kurduğumuzun hikâyenin yetkinliğinin yeterliliğini test etmemizden başka bir şey değildir. Daha özet bir söyleyişle, bizim hayatımız dediğimiz şey, doğumumuzun ön, ölümümüzün arka kapağını oluşturduğu hikâye mecmuasının fevkinde bir şey değildir. Aşkın ağlatmasına, derdin söyletmesine mahsus bir didikleme bu yazının hem konusunu, hem de sıkletini birlikte aşar. Diğer bir söyleyişle ne aşk ne de dert hiçbir konunun ve hiçbir yazının içine sığmaz. Hal böyle olunca "Aşk ağlatır, dert söyletir." atasözüne, bu yazının açılış noktası olduğu kadar, kapanış noktası olarak da değer yükleyebiliriz. Açılış sorusu: İnsan neden hikâye anlatır? Kapanış sözü: "Aşk ağlatır, dert söyletir." de ondan!