Atlar ve filler

Piyonlar yem olarak kullanılmadığında da piyondu.
Piyonlar yem olarak kullanılmadığında da piyondu.

İşte yine böyle bir maçın ortasındayım. Satranç saatine bakmıyorum. Ama onu seviyorum. Onun varlığı beni mutlu ediyor. Hamlemi yapınca pimine basıyorum. Zaman rakibin aleyhine işlemeye başlıyor. Hamlesinden sonra o da basıyor.

Size dünyanın en hızlı yapılan işini söyleyeyim mi? O halde dikkatinizi buraya verin, söylüyorum: Satranç. Bu işi bilmeyen çoğu insan satrancın çok yavaş ve sıkıcı bir spor olduğunu düşünür. Haklılar. Bir bakıma. Ahmak medya ukalalık sporunu yanlış tanıtıyor. Satranç deyince herkesin aklına meşhur Kasparov’un bilgisayarı alt etmesi ya da soğuk savaş döneminin Rusları geliyor. Satrancın “yıldırım” denen bir türü var ki zamana karşı ve çok hızlı oynanır. Kollar ve eller masa tenisi oyuncularınınki gibi sürekli hareket halindedir.

İşte yine böyle bir maçın ortasındayım. Satranç saatine bakmıyorum. Ama onu seviyorum. Onun varlığı beni mutlu ediyor. Hamlemi yapınca pimine basıyorum. Zaman rakibin aleyhine işlemeye başlıyor. Hamlesinden sonra o da basıyor. Ben elimdeki kızgın koru atmak ister gibi piyonu ilerletiyorum. Her şey çok hızlı gerçekleşiyor. Tam da olması gerektiği gibi. Saniyede otuz kilometre hızla deveran eden bir dünyada yaşıyoruz ama herkes her şeyi ağırdan alıyor. Oyun beş dakikadan az sürmek zorunda. Yoksa bayrağı ilk düşüren, yani zamanı biten oyunu kaybeder. Daha fazla teknik bilgilere girmeye gerek yok.

Bütün bu seri düşünmeler içinde zamanın nasıl akıp gittiğini anlamıyor insan.

Rakibimin filimi e5’e çekeceğimi düşündüğünü biliyorum. O da e5’e çekeceğimi düşündüğünü bildiğimi biliyorsa, atı f4’e oynayacağımı zannediyor. Ama ben bunu da ondan önce düşünüp d4’ü korumaya çalışıyorum. Yani demek istediğim herkes çok karmaşık düşünme ve hamle stratejileri geliştirirken ben en basit olanını ve en mantıklısını yapıyorum; orta alanı korumak. Bütün bu seri düşünmeler içinde zamanın nasıl akıp gittiğini anlamıyor insan. Bir de bakmışsın ki beş dakika bitivermiş. Zaman, hünerli bir jonglör gibi beni kollarında nazikçe savuruyor. Güzel bir zaferle ayrılıyorum. “Tebrikler” diyen sesin geldiği yöne bakıyorum. Güzel bir kadın. Vücudu da sesi gibi canlı.

“Teşekkür ederim.”

“Sizin masanızda çekişmeli bir maç vardı. İzlemekten kendimi alamadım.”

“Diğer maçları izleyecek vaktiniz oldu mu ki? Hepsi aynı anda başladı.”

“Bilmem, burada oyun çok süratli ilerliyordu. Bu kadar hızlı oynamayı nereden öğrendiniz sorabilir miyim acaba?”

“Sorabilirsiniz,” Biraz bekledim. Sormadı. Hâlâ sormuyordu.

“Galiba soramıyormuşsunuz.” Ufak bir aydınlanma yaşadı, gülümsemeye çalışırken göz kenarlarındaki kırışıklıklar belirginleşti. Vanilya rengindeydi.

“Ben cevap verirsiniz diye bekliyordum. Peki, bu kadar hızlı oynamayı nerede öğrendiniz?”

“Hapishanede.”

“Hapishanede mi?”

Niye? Mahkûmlar herkesten iyi satranç oynar.
Niye? Mahkûmlar herkesten iyi satranç oynar.

“Söylediğim her şeyi tekrar mı edeceksiniz?”

“Yok, ama şaşırdım.”

“Niye? Mahkûmlar herkesten iyi satranç oynar.”

“Bu kadar hızlı oynadığınıza göre bolca vaktiniz yoktu herhalde?”

“Asla ‘bolca’ vaktim olmadı. Ayrıca hızlı oynamak zorundaydım. Hızlı oynamazsam, rakibin hamlesini çok kolay sezinliyordum.”

“Çok garip, normalde yavaşça ve düşünerek oynanırsa rakibin hamleleri daha kolay tahmin edilmez mi?”

“Eğer kendinizle oynuyorsanız bu durum tam tersi oluyor.”

Kadını biraz daha zorlasam devreleri yanacak, kulaklarından çıkacak dumanları seyredebilecektim.

“Adınız nedir acaba?” sorusuyla sisteminin hararet yapmasını engellemeye çalışıyordu.

“Dr B derler.” Kadın güldü.

“İsmim o kadar komik olamaz. Sizinki ne?”

“Stefan Zweig.”

“Demek genelde erkeklere verilen bir isiminiz var. Ben bu isimde birini tanıyorum, ona hiç benzemiyorsunuz.”

“Siz de Dr B’ye hiç benzemiyorsunuz. Ya da beni enayi yerine koyuyorsunuz.”

“Olabilir.”

“Bana enayi diyorsunuz yani.”

“Hayır.”

“Peki ne olabilir? Her neyse, sadece tebrik etmek istemiştim. Kazandınız. Hoşça kalın.”

“Kazanmak için oynamadım ki.”

“Nasıl yani? Bu bir turnuva ve herkes kazanmak için oynar.”

“Ben şiir yazmak için oynarım.”

Kadın iyice afalladı. Artık kesinlikle dalga geçtiğimi düşünüyordu; ama “durun, yanlış anladınız” deyip uzun bir diyaloğa girecek halde değildim. Piyonlar yem olarak kullanılmadığında da piyondu. Dönüp satranç masasının fotoğrafını çektim. Bastonumu da alıp arabamın yolunu tuttum. Otoparka gelmiştim.

“Siz körsünüz” dedi bir ses. Yine o sarışın kadındı.

“Asıl siz körsünüz. Ve kaba.” Kısa bir sessizlikten sonra, “Haklısınız, sizin kör olduğunuzu fark etmeyecek kadar körüm ve eksikliğinizi yüzünüze vuracak kadar da kaba.”

“Haklı olmak çok sıkıcı,” dedim ve şoför mahalline doğru hareket ettim.

“Durun, n’apıyorsunuz siz araç kullanamazsınız.” Biraz fazla küstahlaşmıştı. Bu seferlik affedecektim.

“Benim dünyamda yapamayacağım hiçbir şey yoktur. Atlayın da size göstereyim.”

Tahmin ettiğim gibi önce binmekte tereddüt edecekti. Görmediğimi düşünerek ojeli tırnaklarından birini kemirirken kafasında ölçüp biçecekti. Sonra da merakına yenilip ön koltuğa oturacak, emniyet kemerini takacak ve arabada hava yastığı olup olmadığına bakacaktı. Fakat hava yastığını bulamayınca oyunbozanlık etmeyecekti. Her şey dediğim gibi bir bir oldu. Evet, haklıydım ve haklı olmak sıkıcıydı.

Her şey dediğim gibi bir bir oldu. Evet, haklıydım ve haklı olmak sıkıcıydı.
Her şey dediğim gibi bir bir oldu. Evet, haklıydım ve haklı olmak sıkıcıydı.

Bütün yol boyunca beni hayranlıkla ve korkuyla izledi. Eve girer girmez de şaşıracaktı. Bütün duvarlar çektiğim fotoğraflarla kaplıydı. Raflar bin bir çeşit albümle doluydu. Ona çıkartıp fotoğraf koleksiyonumu, gezip göremediğim yerleri gösterdim. Aklındaki soruların kemirme seslerini buradan rahatlıkla duyabiliyordum. Aileden geldiğini düşündüğüm bir çekingenliği buna mani oluyordu.

“Söyleyin bakalım, satranç oynarken yazdığınız dizeleri.”

“Gölgeler suretlerini ezberledi/Sessiz bir yükümlülüğe büründü sokak lambaları.”

“Ne kadar güzelmiş. Nasıl oluyor da satranç oynarken geliyor bütün bunlar?”

Şimdi hayal kırıklığına uğramıştım. Az önce, ayaküstü uydurduğum dizeleri beğenen bir kadının itici kokusu sindi odaya. Sabredecektim. Göründüğü kadar aptal değildi. “Bir resminizi çekiyorum,” dedim ve deklanşöre bastım. Flaşın patlamasıyla gözleri biraz daha şehlalaştı. “Peki ama neden…” diyebildi. Ben de “Sizinle olmam yetmiyor hanımefendi, bir de sizinle olduğuma inanmam lazım,” dedim. Ya da bir şair, hazır bir şekilde böyle bir cevabı bana sunmuştu.

Zaman hızlı aktığı ve onu görebildiğim sürece bir şeyler yapabiliyorum.
Zaman hızlı aktığı ve onu görebildiğim sürece bir şeyler yapabiliyorum.

“Zaman,” dedim. “Zaman hızlı aktığı ve onu görebildiğim sürece bir şeyler yapabiliyorum. Süratini hissettikçe ben de süratleniyor ve birden fazla şey düşünebiliyorum. Yokuş aşağı bırakılan Sisifus’un taşına bakın. Herkesin sandığının aksine, taşı yukarı çıkarması değil, aşağı bırakması zevkli. Yoksa bütün emek boşa gider. Taş hızlandıkça taş için zaman da hızlanıyor. Zaman taşın gören gözü, duyan kulağı oluyor.” Ağzını açıp konuşacak gibi oldu; ama devam ettim:

“Biliyorum, biliyorum anlamadınız. Şu fotoğraflara bakın. Hepsi, bir imgenin yanında, dondurulmuş bir zamanı da içine hapsetmiş durumda ve elimin altında. Zaten kağıt üzerinde gördüğünüz, asıl var olanla hiçbir alakası olmayan bir renklendirme. Mesela geçen sene çektiğim Ayers Kayası resmine ve kızıllığına bakın. Aklınızda bir şeyler canlanıyor değil mi? Fakat bu Ayers Kayası değil. Bu bir anahtar. Zamanın tik-takları arasında dişlileri döndüren güzel bir geçit.”

Birdenbire masa saatini alıp yere çaldı. Odadaki tik-taklar yok oldu. Boynumda asılı duran fotoğraf makinesini kaptı ve fotoğrafımı çekti. Kendi resmime baktım. Mütemadi bir körlük fikri aklıma düştü. Bir karenin içindeydim.

“O zaman siz de ait olduğunuz yere dönün,” dedi. Yine haklı çıktım. Kız göründüğü kadar saf değildi ve savaş tarihinin en eski numaralarından biri olan “Truva” taktiğini yemiştim. Atları ve filleri hep sevmiştim. Bu, çoban matı kadar basit ve kesin bir hamleydi.

  • “WhatsApp’tan Aykut abiye kıyametin kopacağını hatırlattım ve:
  • [10 03 2015 12:47] Aykut Ertuğrul: Olum ne bahtsızız ya, yazar olarak ölümsüzlüğümüz bile 100 bilemedin 200 yıl.
  • [10 03 2015 12:48] Aykut Ertuğrul: Ben de Homeros olsam ben de özenirdim. Ne güzel, daha her şey yeni başlıyor.
  • [10 03 2015 12:48] Aykut Ertuğrul: Hahaha
  • [10 03 2015 12:50] Aykut Ertuğrul: “Olum bunu daha binlerce yıl okuyacaklar. Güzel yaz lan.” diye kendini gaza getirmiş midir Homeros? :)” (AA)