Azizlili Mehmet Efendi’nin Galatı Meşhur Hikâyesi

Oysa ben istiyorum ki onlar benim yapamadığımı yapıp bu yeri sahiplensinler. Azizli’ye kök salsınlar.
Oysa ben istiyorum ki onlar benim yapamadığımı yapıp bu yeri sahiplensinler. Azizli’ye kök salsınlar.

Sığındığım bu yörenin ekserisi Cerit aşiretindendi. Bunların arasında okuyup yazana, ağzı laf yapana, mektep medrese görmüşüne pek rastlanmazdı. Bu sebeple benim gibi birisi onlar için mucize oldu. Beni o vakte kadarki kara talihlerinin değişimi için eşsiz bir fırsat olarak gördüler.

“hiç aklından çıkarma ithaka’yı.

oraya varmak senin başlıca yazgın.”

Konstantinos Kavafis

“Başlangıç fanidir. Ezelî ve ebedî olana naziredir.”

Bu cümleyle başlıyordu Azizlili Mehmet Efendi’nin notları.

Bunun ardından gelense yaşamının orta yerinden anlatmaya koyulan bir başka cümle...

  • “Misis üzerinden Adana’dan kaçıp dağın eteğindeki Azizli’ye sığındım. Buraya Eşrefoğlu’nun selamıyla geldim. Azizli; dağın eteğinde, sırtını ona dayamış, yüzünü ovaya dönmüş, Veysiye ve Toprakkale tren istasyonlarının arasında, Ceyhan’ın doğusunda, Osmaniye’nin batısında korunaklı bir köydü. Buraya geldiğimde gözüm seğiriyordu. Uzun uzun sustum. Başımı kaldırıp dağlara doğru baktım. Tüm azametiyle Düldül Dağı oradaydı. Oranın ardı Maraş’tı. İçimde oranın hülyası... Sarı, ince, ipekli sarığımın nazenin kumaşıyla alnımın terini sildim. Burası yeni bir soluktu. O an bunu bilmiyor olsam da kaçarak inşa ettiğim hayatımın son durağıydı.
  • Burada Patlıoğlu derler nüfuzlu bir Cerit beyi beni koruyacağını söyledi. Eşrefoğlu vaktiyle vilayette bir iki davasında ona çok yardımcı olmuş. Onun adını duyunca beni kardeşi gibi sahiplendi. Niyetimi açık etmedim. Esasında bir müddet burada kalıp gizliden İskenderun, Belen ve Reyhanlı üzerinden Halep’e varmak istiyordum. Böylece hem ardıma düşenleri atlatmış hem de daha evvel tedrisatından geçtiğim Cevvaniye Medresesi’ne geri dönmüş olacaktım. Daha sonrası için herhangi bir planım yoktu. Hangi şehre varırsam varayım bir başkasına meylediyordum.”

Üniversitede eski edebiyat hocası olduğum ilk zamanlardı. Neşeli ama acemi günlerimdi. Mehmet Efendi’nin torunlarından arkadaşım Mustafa, Osmanlıca yazıların olduğu bir sandığı bana teslim etti. Ederken de şöyle dedi: “Şimdiye dek içinden duymak istemeyeceğimiz, dedemizin hatırasına zarar verecek bir şey çıkar diye ailemden kimse bunları okutturmaya yanaşmadı. Biliyorsun ki dedemiz Azizliye gelip konmuş ama ya öncesi; atası, dedesi kimi kimsesi yok. Bu günlerde kim olduğumuzu daha çok merak eder olduk. Kimliğimizi arıyoruz fakat tanınan, saygın bir aile de olmak zor. Bir hikâyemizin olmadığını fark ettik; bu da ne kadar güçlü görünsek de zayıf kılıyor. Sen aileden sayılırsın, içinden ne çıkarsa çıksın aramızda kalacağına eminim. Ailemi ikna etmek senin adın geçtiği için kolay oldu.”

Kâğıtları okudukça aileyi üzecek bir durum olmadığını fark ettim.

Bilakis çok az bir sürede Mehmet Efendi kısa kısa yazarak hayatının bir kısmını ailesine aktarmaya çalışıyordu. Ayrıca onlara vasiyet mahiyetinde de bir iki cümle bırakıyordu. Birazdan okuyacağınız her şey bu sandıktan neşet etti.

Kutuyu karıştırdıkça bu notların bir idam mahkûmu tarafından yarı aydınlık bir hücrede parça parça, akla estikçe yazılmış olduğunu anlıyordum. Üstelik çok belli ki ailesine benim de bir hikâyem var demek için o sandığa konulmuştu. Yüz yıldan fazla kutunun karanlığında bekleyen bu hikâyeyi ve otobiyografik notları okumaksa ilk bana nasip oluyordu.

Mehmet Efendi notlarında Adana’dan niye ve kimlerden kaçtığını, nereli olduğunu aktarmıyordu. Bütünlükten uzak notlarda okuyana bile isteye boşluklar bırakmış. Ben de o günlerde Mehmet Efendi’nin hayatındaki karanlık noktaları becerebildiğim kadarıyla kelimelerinin arasından çıkarmaya çalıştım. (O dönem yaşananları öğrenmek için olaylar sırasında Cebel-i Bereket mutasarrıfı olan Halim Bey’in “Anılarım, Ermeniler ve Azizlili Mehmet Efendi Olayı” adlı kitabı okunabilir. Kitabı okuyanlar, yaşananların karanlık yanlarına orta yerinden ve ilk gözden tanıklık edeceklerdir. Bu kitap Mehmet Efendi’nin idam sehpasına hangi şartlarda ve neden gittiğini daha iyi anlamanıza yardımcı olacaktır. Ben bu sayfalarda Mehmet Efendi’nin notlarına sadık kaldım.)

Mehmet Efendi, Azizli’den bir an evvel kaçmak için fırsat kollamaya başlar. Her ne kadar ayağının biri oraya bassa da diğer ayağı gitmek için hazır bekler. Birkaç ay sonra da buradan ayrılamadığını fark eder. Zaman ilerledikçe yola bakan ayağı da Azizli’ye sıkı sıkıya basar. Bu köye daha varmadan ayrılmayı planlayan Mehmet Efendi nasıl olur da bu köyde yıllarca kalır? İşte cevabı...

  • “İzimi süren birilerinin olmadığını Adana’dan ayrılalı bir yıl olunca anladım. Sanıyorum onlar da kovalamaktan sıkılmışlardı artık. Üstelik bu yörede şahsıma büyük bir teveccüh vardı. İtibar, yanında toprak ve bolluk da getiriyordu.”

Mehmet Efendi, bir zaman sonra ilmi, görgüsü ve en önemlisi açıkgözlülüğüyle yörenin en önde gelen adamı olur. Öyle ki birkaç yıl evvel yanına sığındığı Patlıoğlu bile kendisine saygıda kusur etmez. Bu akıllı adam, hem saygınlıkta hem varlıkta giderek güçlenir.

Çukurova’da uçsuz bucaksız tarlaların tapusunu üzerine rahatlıkla geçirir. Her yıl daha fazla tarla ekilir; buğday, arpa, pamuk... Bununla birlikte işçiler çoğalır. Atlar, katırlar, eşekler, öküzler artar. Daha çok saban, pulluk, gem. Azizli ve çevre köydekiler Mehmet Efendi için çalışmaya başlar. Dağın eteğindeki iki katlı, otuz üç odalı konak yöre ahalisi tarafından bir arı kovanına benzetilir. İşçilerin biri girer biri çıkar. Konak kadınlarla, çocuklarla, uşaklarla doludur.

Mehmet Efendi’nin yazdıklarına bakılınca taş konak zaman zaman Adana Valisi Ziya Paşa’yı bile ağırlar. Vali, onunla şiir konuşmak, ona yazdıklarını okumak, okutmak için gelir.

Kısa sürede bu denli öne çıkmasının ve yörede kendisine karşı oluşan teveccühün nedenini şöyle açıklar:

  • “Sığındığım bu yörenin ekserisi Cerit aşiretindendi. Bunların arasında okuyup yazana, ağzı laf yapana, mektep medrese görmüşüne pek rastlanmazdı. Bu sebeple benim gibi birisi onlar için mucize oldu. Beni o vakte kadarki kara talihlerinin değişimi için eşsiz bir fırsat olarak gördüler. Zira Ceritler şimdiye kadar yağmadan, yıkmadan, öldürmeden ve hırsızlıktan başka bir şey bilmezlerdi. Yerleşik bir hayatı pek tercih etmiyorlardı. Yakın bir tarihte de Osmanlı’ya kafa tutmuşlar; bunun karşılığı onlar için büyük acılarla sınanmak olmuş. Ben burada onlara kelâm oldum. Osmanlı’yla aralarındaki elçi.”

Azizlili sıfatını da almasının bir nedeni vardır. Yörenin bütün beyleri birleşir ve Osmanlı’yla aralarını düzelten, kendilerine tarlalarının nasıl işleneceğini belleten, en önemlisi çocuklarını okutup yazdıran ve ilim sahibi yapan Mehmet Efendi’yi ellerinden kaçırmamak için ona bir sıfat vermeye karar verirler. Adının önüne Azizlili sıfatını layık görürler. Yeni sıfatıyla birlikte bir bey kızını da ona hanım ederler.

Bu noktaya kadar her şey onun için bir masal gibi işler. O artık Babil kulesinin tepesindedir. Fakat Babil kulesinin başına gelenler de malum.

Yıkım âni olur. Kara talihi onu bulmakta yine gecikmez.

Bir gün Mehmet Efendi Bulgar muhacirlerinin yeni yerleştiği Yassıca köyüne Cuma namazı kılma bahanesiyle ziyarette bulunur. Zira ona göre yeni dünyalarında yaşama tutunmaya çalışan din kardeşlerine burada yabancılık çektirmemek gerekir. İnsanlardan saygı gördüğü kadar onları sevmeyi de bilir.

Geri kalan kısımlar ise yine onun notlarından;

  • “İdamıma sebep olan Ermenilerin öldürülmesinde benim kesinlikle dahlim yoktur. Ortada bir savaş vardı ve savaş her zaman olduğu gibi oldukça kirliydi. Bu yüzden kimin kimi hangi sebeple öldürdüğünü bilemezdiniz. Cuma namazını kıldıktan sonra camiden dışarı çıktık. Yanımda Varnalı denilen bir imam vardı. Köyün sözü dinlenen adamlarındandı. Çıkar çıkmaz karşılaştığımız manzara karşısında afalladık. Yerde bir düzineye yakın ceset yatıyordu. Cesetlerin başında bulunanlardan öğrendiğime göre Sis tarafından gelen Ermenilerdi. Adana’ya geçmişler ordan da Halep’e giderken Veysiye İstasyonu’nda trenden indirilmiş ve oracıkta kurşuna dizilmişler. Kara çayın kenarında cesetlere denk gelen birkaç köylü onları at arabasına yükleyip buraya getirmiş.
  • Ben insanlığımı yerine getirip Varnalı imamın da yardımıyla onları gömdürdüm. Arkalarından da dinleri ne olursa olsun birer dua okuyup rahmet diledim. Bu katliam çok geçmeden dönüp dolaşıp beni buldu. Sayı, bir düzineye yakın Ermeni’yken bir anda yüzlerce Ermeni’ye çıkmıştı. Bir gece gelip beni aldılar. Aslında isteseydim onlara karşı koyabilir teslim olmazdım. Fakat suçsuz bulunacağıma imanım tamdı. Üstelik şahidim de vardı. Varnalı imam her şeyi olduğu gibi anlatacak kadar söz ehli bir adamdı. Öyle olmadı. Şehadetine bile başvurmadılar. Divan-ı Harp reisinin bana ilettiği pusulaya göre zaten adım İskenderun’daki İngiliz konsolosu tarafından ölmesi gerekenlerin arasında en başa yazılmış. Ne acı ki ömrüm boyunca ona en uzak olduğumu hissettiğim anda yakaladı beni ölüm.
  • Anlıyorum ki buralarda yaşanan ölümler için ses kesecek, önemli bir kurban gerekliydi. Beni öne sürmeleriyse hiç zor olmamıştı. Zira Yassıca köyündeki Ermeni cesetlerini kendi ellerimle gömdürdüm. Kötü niyetli biri için beni bu suçun faili yazmak nefes almak kadar kolaydı. Acemice davrandığımı şimdi ben de kabul ediyorum.
  • Cezam zaman kaybedilmeden verildi. En yakın zamanda da infazım gerçekleşecek.
  • Cezayı veren reis de dâhil olmak üzere yörenin ileri gelenleri beni kaçırmak istiyorlar. Bense bunlara hayır cevabı veriyorum sürekli. Ömrümün büyük kısmı kaçarak, izimi kaybettirmeye çalışarak geçti. Bu benim yazgımdı. Yazgıma oğullarım ve torunlarım da ortak olsun istemiyorum. Eğer şu anda her şeyi bırakıp kaçarsam onlar da bu yazgıyı sahiplenip benle kaçmak zorunda kalır. Oysa ben istiyorum ki onlar benim yapamadığımı yapıp bu yeri sahiplensinler. Azizli’ye kök salsınlar.”

Onun son cümleleri de böyle olur. Ardından o yörede herkesin bildiği üzere Azizlili Mehmet Efendi Erzin’de darağacında can verir.

Mustafa’ya Mehmet Efendi’nin bölük pörçük, çalakalem, ölümü de duyumsamanın telaşıyla yazdığı anı parçacıklarını aktardığımda bana: “Şimdi taşlar oturuyor yerine Ali” dedi. Anlattığına ve onun da büyük amcası Yaman’dan duyduğuna göre Mehmet aslında Maraş’ın dağlarında bir bey oğluymuş. Yaman amca henüz küçükken babası ona: “Bir hadise oldu. Benim istemediğim. Nasıl ve neden olduğunu da anlayamadığım. Kaçtım oradan. Maraş’a durdum ilkin. Onlara dağlarda Cin’ler diyorlardı. Takipteydiler. Tutunamadım. Yürüdüm uzun yıllar boyunca. Kayseri’yi, Niğde’yi ve Adana’yı ardımda bırakıp dağın eteğindeki Azizli’ye vardım.” diye olanları özetlemiş.

Mustafa’nın dediğine bakılırsa Yaman amca: “Küçüktüm. Öyle gıllıgışlı işleri de anlayacak halim yoktu. Nedir, ne değildir sormadım.” demiş. Mehmet Efendi’nin oğluna söyledikleri geçmişini aydınlatmak şöyle dursun her şeyi daha da gizemli hale getiriyordu ancak beni ilgilendiren bir durum yoktu artık. Onların benden yapmamı istediği şeyi yapmıştım.

Yıllar geçtikten sonra düşünüyorum da Mehmet Efendi’nin ardında bıraktığı söylenen ve benim okuyup size aktardığım notlar bir uydurma mıydı yoksa hayatından bir kesit miydi; cevaptan eminim ve bu noktada vicdanım kesinlikle rahat değil. Mustafa ve ailesinin yaptıklarını da hesaba katarak otuz yıl sonra daha aklıselim düşününce bu yazıların Mehmet Efendi’nin hücrede tutulduğu sırada yazıldığını düşünebilecek kadar saf ve heyecanlı olduğumu üzülerek söylüyorum sizlere. O günlerde acemi bir akademisyen ve onlara ailece yakın, duygusal bağları olan birisi lazımdı. İşte hepsi bu...

Notlar diye bana getirilen belgelerin sahihliğini incelemedim bile, üstelik gerisingeri Mustafa’ya teslim ettim. O tarihlerde bile böyle şeyleri hazırlamak hiç de zor değildi. Definecileri kandırmak için de böyle basit düzenekler kurulurdu. Bu yüzden kariyeri için bir defineye ulaşabileceğini sanan ağzı salyalı bana da tezgah hazırlanmıştı. Benim de o yıllarda Anadolu’dan İstanbul’a gelip sırtında kazma kürek dolaşan masum definecilerden farkım pek yokmuş anlaşılan. Oysa aklı başında birisi için her şey ortadaydı. Cümleler üzerine oldukça düşünülerek, kelimeler özenle seçilerek yazılmıştı. Her ne kadar otobiyografik gibi görünse de kurgusuna dikkat edilmiş ve bir hikâye biçimine oturtulmuştu. Gerçek olamayacak kadar kusursuz ve detaycıydı. Ben bunu Mehmet Efendi’nin okuryazar kimliğine bağlamıştım. Anlıyorum ki bu da Mustafa’nın ürettiği bir şeydi işte.

Mehmet olduğu günlerde Maraş’ın dağlarında bir bey oğlu olduğunu ima eden herhangi bir belge olmasa da Azizlili Mehmet Efendi’nin torunları Yaman amcanın sözlerinden yola çıkarak yerel bir tarihçiye hatırı sayılır miktarda bir parayla Mehmet Efendi’nin bu günlerde bir galatı meşhur olan hikâyesini tamamlatınca her şey berraklaştı. Eh benim de payım bu noktada azımsanacak cinsten değildi hani. Bu bir fırsattı benim için. Zira yeni harflere çevirdiğim bütün her şeyi Mustafa’nın izniyle Azizli’de Kaçak Bir Entelektüel başlığıyla dönemin en önemli dergisinde üstelik araya hatırı sayılır hocalar koyarak zorla yayımladım. Bu konu Mustafa’nın yerel politikadaki güçlü dostları aracılığıyla ulusal medyaya da taşındı. Değişik gazetelerde benzer röportajlar verdim. Mutluydum ve Mustafa’ya müteşekkirdim zira Azizlili Mehmet Efendi torunlarına övünülecek bir hikâye bırakırken bana da akademideki basamakları beşer onar atlattı. Bu süreçte bütün olup biteni ince ince kurgulayan Mustafa gazeteler, röportajlar ve makalelerle beni şöhretle buluşturarak gelecekte gerçeği fark etsem bile ağzımı sımsıkı kapatıyordu. Öyle ki Mustafa şöhrete zaafım olduğunu henüz küçük çocuk olduğum günden bilecek kadar yakındı bana.

Peki, ne mi oldu da yıllar sonra ben bu noktaya yine geldim? İnsanların şimdilerde emeklilik eski günlerde tekaütlük dedikleri günlerde zaman ileri değil de geriye doğru sarıyor. Uzun zamandır gündemden düşen hoca artığı ben de geçmişe doğru giderken bu hikâyeye takılıp kaldım; olan bitenin hepsi bu. Benim dışımda kimsenin bilmediği Azizlili Mehmet Efendi’nin torunlarının ondan bağımsız ürettiği bütün sırlar da benimle birlikte mezara kadar gidecek. Bu da otuz yıl sonra hem beni yeniden gündeme getirebilecek hem de dostum Mustafa’ya otuz yıl evvelki oyununa karşılık gelebilecek hikâye içinde hikâyeyle küçük bir cevabım olsun.