Bakmamayı bir erdem addediyorum

Emin Gürdamur
Emin Gürdamur

Hayata, insanlara, arka sokaklara, çocuklara, hastane bahçelerine, metrodaki yorgun yüzlere, haberlere, gazetelere asla hikâye aramak için bakmıyorum. Bakmamayı bir erdem addediyorum.

Merhaba Emin Bey. Yasak Ağacın Altında geçtiğimiz şubat ayında okuruyla buluştu. Öncelikle hayırlı olsun. İlk soruyu Nietzsche'den ilhamla sorayım: "Yaşam ırmağının üstünden geçmesi gereken köprüyü hiç kimse kuramaz senin için." diyor. Yazma yolcuğunuzda gerçekten yalnız hissettiğiniz zamanlar var mı? Bir yola çıkmak ya da bir öyküye başlamak; o yolu yürüyecek gücü, o öyküyü bitirecek kuvveti de beraberinde getirir mi sizce?

Merhaba Gülşen Hanım, teşekkür ederim. Bir öyküyü yazmaya başladığımız anda kendimizi savunmasız hissederiz. Özellikle kelimelere karşı. Bize gelene kadar pek çok binaya tuğla olmuş, pek çok anlamla düşüp kalkmışlardır. Nietzsche'nin örneğiyle söyleyecek olursak şimdi onlarla bir köprü kuracağız. Ve üzerinden geçeceğiz. Düşünün, bir metnin temel taşları olan kelimelerle bile aramızda böyle bir mesafe var. O köprüden geçerken geçmişte okuduklarımız, yazdıklarımız, aldığımız alkışlar, ödüller, edebiyat kamusundaki yerimiz, ilişkilerimiz, imajımız bize asla yardım edemez. Hatta o öykü için tuttuğumuz notlar bile edemez. Şahsen ben kendi serüvenimde hep buna şahit oldum. Bir öyküyü yazmaya içsel veya dışsal pek çok sebeple başlayabilirsiniz. Ama o ilk cümleden itibaren kelime kelime büyüyen, başlangıç nedenini bile dışarıda bırakan bir yalnızlığın, çaresizliğin kucağına düşersiniz.

Nereden bakarsak bakalım, yaratım hüzünlüdür. Yazmak sadece bireysel değil, umutsuz bir eylemdir aynı zamanda. Bütün bu umutsuzluğa rağmen yazarak bir şekilde tarihin akışına müdahale etmeye yelteniriz. Okurun hayal dünyasını deniz olarak düşünelim, yazdığımız da bir damla olsun. Bu bir cürettir. Bilerek ya da bilmeyerek tanrısal bir şeyi taklit etmiş oluyoruz. Sanırım taklit ettiğimiz varlığın kaderinden payımıza ilkin onun yalnızlığı düşüyor. Öykümüzü dış dünyanın bayıcı gerçekliğinden, klişelerinden, egemen dilinden kurtarabilmek için el değmemiş bir ana ihtiyaç duymamız bundan olsa gerek. Öykünün sonunu o an getirecektir. Ne diyordu Cahit Zarifoğlu? "Bütün büyük anlar yalnızlıktan yontulmuştur." Sanırım mucize burada. Yeltenişin doğasındaki umutsuzluk, size öyküyü bitirecek gücü de veriyor. Nasıl veriyor, niçin veriyor, inanın bilmiyorum.

Tüm yazma sürecinizi düşündüğünüzde, bir hikâyenin sonuna kadar yürüdüğünüzü nasıl anlıyorsunuz? "Aldığı kadar un" ölçüsü her zaman işe yarıyor mu? Örneğin, ilk kitabınızdaki "Kahverengi Zarf" öyküsü zihnimde hâlâ sona ermiş değil, öyküyü anımsadığımda o zarfın içindeki mektupta ne yazdığını düşünmeden duramıyorum.

Mesela şu sıralar bir öykü yazdım. Karakteri o kadar çok sevdim ki öykü bittiği hâlde içimde onunla biraz daha fazla yol yürüme isteği var. Bunun bir tuzak olduğunun farkındayım. Ve muhtemelen istemediğim hâlde onunla vedalaşmam gerekecek. Hikâyeye duygularla başlayabilir, duygularla devam edebiliriz. Ama bir öykünün sonuna gelip gelmediğimize asla duygularla karar vermemeliyiz. Üzerinde çalıştıkça, mesai harcadıkça metinle aramızdaki mesafe kapanıyor ve ona karşı serinkanlılığımızı kaybediyoruz. Bir noktada yürüyüşün büyüsünden sıyrılmanız, öyküye dışarıdan bakabilmeniz gerekiyor. Bunun için sık sık öykücü dostlarımdan yardım alan biriyim. Üçüncü kitabımda tam da dediğiniz gibi bir yol tutturdum. Açıkçası biraz tehlikeli de oldu.

Çünkü benim için bir öykünün ritmi, en az kurgusu kadar son ana kadar korunması gereken hususlardan. Tabii sayfalar boyu bir ritmi korumak da korumamak da bazı handikapları beraberinde getiriyor. Orada bir denge gütmeniz icap ediyor. Umarım güdebilmişimdir. "Kahverengi Zarf"a gelince. O benim ilk öykülerimden. Öyküyü Dergâh'a gönderdiğimde Mustafa Kutlu Bey telefonla aramış, zarfı açmamakla ne kadar iyi ettiğimi söylemişti. Onu duyduğum an, "Kahverengi Zarf"ın devamına dair bilgisayarımda aldığım notları usulca ve çaktırmadan çöp kutusuna göndermiştim. Öyle yani. Şimdi sizin söylediklerinizden anlıyorum ki okurun zihninde bir merak konusu olarak devam ettiğine göre öykü doğru zamanda bitmişe benziyor.

Öykü yazarken kendi sınırlarımızın dışına çıkıyoruz. Zaten insanlığın ortak kaderiyle yolumuz böyle kesişiyor. Kendimiz adına, başkaları adına, ölüler adına, doğmamışlar adına; erkekle, kadınla, babayla, anneyle, dünle, bugünle, olur olmaz pek çok şeyle hesaplaşıyoruz.

Öykülerinizdeki insanların varlığı, içinde soluk aldıkları zamanları ve mekânları, ruh durumları, Yaradan'la ve evrenle kurdukları ilişkileri, dilleri ve dünyaları sizin günlük yaşamınıza ne ölçüde tesir ediyor? Defteri ya da ekranı kapatınca "görünmez" mi oluyorlar yoksa sizinle aynı odada nefes alıp verdiklerini işitiyor, onların hissettiklerini hissediyor musunuz?

Öykü kahramanlarının kâğıt üzerinde kalmadığına kendisi de tanık olmuş bir öykücü sorusu bu. Yazdıklarımın hayatıma, düşüncelerime tesirinden ziyade bunun tersi bir akıştan söz edebilirim. Öykülerimin meseleleri, öykü dışı okuma ve düşünce serüvenimle biraz paralel ilerliyor. Bende tesir meydana getirmiş parçalardan öyküler kuruyorum. Bildiklerimin kışkırtmasıyla bilmediklerime doğru yürümüş oluyorum. Daha derine inmek gayreti. İnsanı anlamaya çalışırken, kimi zaman elimdeki bilgilerin hiçbir işe yaramadığı dehlizlerle karşılaşıyorum. İnsana en çıplak hâliyle dokunamadıktan sonra onu neden yazalım ki? Buna yüzleşme de diyebiliriz. Kaldı ki benim öykü yazmamın başkaca bir nedeni yok. Ne çağıma tanıklık yapmak ne de birilerine mesaj vermek gibi bir kaygım var. İnsana, insan kalbine, insan eylemlerinin kökenine dikkat kesiliyorum. Onu tanımlamaktan sıyrılıp tanımaya gayret ediyorum.

Bu hiç de kolay değil. Ezberler içinde doğduk, ezberlere dayalı uygarlıklar kurduk. Hepimiz kendimizden biliyoruz. Aydınlık odalar kadar karanlık odalara, sevecen niyetler kadar kötücül niyetlere ev sahipliği yapan göğüslerimiz var. Adını koymayarak, görmezden gelerek, başka renklere boyayarak ötelediğimiz, yok farz ettiğimiz gerçeklikler. Ürpermemek elde değil. İnsanın Tanrı'yla, insanın tarihle, insanın kendisiyle, insanın çocukluğuyla, insanın çevresiyle, insanın inançla, insanın kuşkuyla kurduğu ilişki o kadar karmaşık ki her şeyi bütünüyle kuşatacak bir kurgunun neredeyse imkânsız olduğuna kanaat getiriyorum. Bu, öykülerime nasıl mı yansıyor? Zaten kucaklayamayacağımı bildiğim büyük bir parçaya doğru kollarımı açmaktansa kadrajı daraltarak daha küçük bir ana odaklanmaya, o anı çoğaltmaya sürükleniyorum.

"Makas Payı" öyküsünde, kendi imgeleri tarafından imgeleştirilen bir yazarın hikâyesini okuyoruz. Bu öyküyü yazarken kendiniz ile öyküde yer alan yazar arasına bir mesafe koydunuz mu yoksa bu öykünün bir çeşit "iç" hesaplaşma olduğunu düşündünüz mü? Ya da düşünebilir miyiz?

Elbette. Hatta her öykünün bir iç hesaplaşma olduğunu söyleyebiliriz. Bunu kişisel yorumlamamak gerekiyor. Felsefi açıdan her cümle, bir iddiadır. Öykü yazarken kendi sınırlarımızın dışına çıkıyoruz. Zaten insanlığın ortak kaderiyle yolumuz böyle kesişiyor. Kendimiz adına, başkaları adına, ölüler adına, doğmamışlar adına; erkekle, kadınla, babayla, anneyle, dünle, bugünle, olur olmaz pek çok şeyle hesaplaşıyoruz. "Makas Payı"nda bir parça kendi yazı deneyimimle didiştiğim doğru. Ama buna, üst bir başlık olarak yazmak eylemiyle hesaplaşmak dersek daha doğru olur. Cümle kuran, öykü kuran herkes parçaları birbirine ekleyerek yapıyor bunu. Aslında yazar olmak şart değil; yaşarken, düşlerken, severken, nefret ederken, konuşurken ve susarken parçalar kullanıyoruz.

Bir anlamı başka bir anlama eklemek için kesip biçiyoruz. Biriyle tanıştığımızda genellikle onu kafamızda sıfırdan dokumak bize zahmetli geliyor ve geçmiş tanışlıklarımızdan parçalar kullanıyoruz. Mesela şu anda size cevap verirken bile sizin zihninizin terziliğine itibar etmiş oluyorum. "Makas Payı" biraz da bu meselelerin bir yazar özelinde anlatılmasından ibaretti. Öyküde beni de yazmak eylemini de aşan insan yaşamını, kaderini, tercihlerini içine alan bir açmazla hesaplaşmak istedim sanırım. Tabii kahraman yazar olunca onunla aramdaki mesafeyi sormanız kaçınılmaz. Kısaca şöyle cevap vermek istiyorum. Kurgusal olarak öykülerle arama elbette bir mesafe koyuyorum ama anlayış, duyuş, söyleyiş bakımından böyle bir kaygı gütmüyorum.

Öykü yazarken kendi sınırlarımızın dışına çıkıyoruz. Zaten insanlığın ortak kaderiyle yolumuz böyle kesişiyor. Kendimiz adına, başkaları adına, ölüler adına, doğmamışlar adına; erkekle, kadınla, babayla, anneyle, dünle, bugünle, olur olmaz pek çok şeyle hesaplaşıyoruz.

"Şeyhin Kalbi" öyküsünde kalbe dair dikkatimi çeken bazı hâller ve tanımlar var. "Barbarların en güçlü silahı kalpleridir.", "Kalbini dinleyen zelil düşer.", "Kalp bütün kötülüklerin anasıdır." bunlardan birkaçı.1 Tüm bu ifadeler, bu öykü özelinde anlatıcının (asayı kemiren kurt) kalp gerçeğine dair bakışına ışık tutuyor gibi. Özellikle kalp gibi inanç boyutunda da önemli bir yerde duran bu varlığı İbrahim Hakkı "Dil beyt-i Hüdâdır ânı pak eyle sivâdan" diyerek tanımlar. Kutsi bir hadiste ise Allah'ın "Yere göğe sığmadım, kulumun kalbine sığdım." dediği kalbi, bu öyküde şerrin kaynağı olarak anlatma amacınız nedir? Kalp kelimesinin öyküdeki manası, sizin için ifade ettiği mana ve nefs-ül emirdeki kalp hakikati arasındaki mesafe nedir ve aralarında bir bağlantı var mıdır?

Söylediklerinizin hiçbirine itiraz edemem. Kim edebilir ki? Öyküde kalbi yadırgayan dilin ironik bir bağlamı var. Her şeyden önce, kalbi tarafından belalara gark edilen bir şeyhin hikâyesi bu. Âşık beladan yakınmaz, evet, hatta Attar'ın ifadesiyle, "âşık olan canın kayırmaz." Zaten aşkı diğer ilişkilerden ayıran bu değil mi? Ama bir ağaç kurdundan bunu ayırt etmesini bekleyemeyiz. O efendisinin düştüğü durumu yana yakıla anlatmaktadır. Tabii şunu da eklemek isterim. Hepimizin içinde İbrahim Hakkı'nın kalp tarifinden bihaber bir ağaç kurdu var. Ben biraz onun sesini açtım galiba.

"Hesap Günü" kitabın dikkat çekici öykülerinden. Ancak yanılmıyorsam bu öyküyü daha önce noktalama işaretleri kullanarak yayınlamıştınız. Kitaba aldığınız bu halinde ise biliçakışını tercih etmişsiniz. Bu öykü özelinde sizi bilinçakışına iten ya da böyle bir değişikliğe gitmenize neden olan düşünce neydi?

Geriye dönüp baktığımda o öykünün kaderine ben de şaşırıyorum. Dergiden kitaba taşırken sadece noktalama işaretlerini kaldırmadım, öykünün kendisi üzerinde de değişikler yapma ihtiyacı hissettim. Sanırım yayımlandığı hâlde henüz nihai şeklini almamıştı. Dergilerin böyle güzel yanları var. Kitaptan önce görücüye çıkar, kaleminizi boy aynasında görürsünüz. Üzerinde çalışırken kendiliğinden böyle bir hâle dönüştü. Aslında uzun zamandır bir karakterime noktalama işaretleri kullanmadan kesintisiz, upuzun konuşma fırsatı vermek istiyordum. Biraz biçimde deneysel tutumlara mesafeli oluşumdan biraz da böylesi bir konuşmanın okurda yaratacağı yorgunluğu tahmin ettiğimden, ertelediğim bir fikirdi bu. "Hesap Günü" üzerinde ikinci kez çalışmaya başladığımda, evet bu dedim. Eğer bir karakterim, noktalama işaretlerini reddedecekse o "Hesap Günü"nün Ali'si olmalıdır. Hem haletiruhiyesinden hem imlaya gelmez sözlerinden cesaret alarak böyle bir düzenlemeye koyuldum.

Bir hikâyecinin yaşamda karşılaştığı pek çok "şey" satırlarına ister istemez yansır. Bir öykü avcısına dönüşmek değil kastım; gölgenin satırlara da gölge düşürmesi, güneşin satırları da aydınlatmasından bahsediyorum. Başka insanların acılarını güneşe tutmak (yani öykü avcısına dönüşmek) ile bir hikâye anlatmak arasında ayrım yapıyor musunuz? Ya da bu ayrımı önemsiyor, hassasiyet gösteriyor musunuz?

Öykücü olarak gözetmeye çalıştığım başlıca ahlaki tutum budur, diyebilirim. Hayata, insanlara, arka sokaklara, çocuklara, hastane bahçelerine, metrodaki yorgun yüzlere, haberlere, gazetelere asla hikâye aramak için bakmıyorum. Bakmamayı bir erdem addediyorum. Hepimize, "Bundan iyi bir hikâye çıkar," şakaları yapılır. Ama siz de öykücüsünüz. Ondan hiçbir zaman iyi bir hikâye çıkmaz. Hikâye hayal bile edemeyeceğimiz başka sebeplerden çıkar. Elbette insanız, yaşıyoruz, iyi kötü pek çok acıya, sevince şahit oluyoruz. Duyduğumuz sözlerin, okuduğumuz kitapların, tanıdığımız insanların, gördüğümüz manzaraların bizde yer etmesi kaçınılmaz. O yer edişlerden yüzlerce öykü kurabiliriz. Her insanın yaşamında öykülere yetip artacak taşkınlıklar, tanışlıklar, şahitlikler, tecrübeler vardır. Ama kahvede oturan bir adama hikâye niyetiyle bakmayı iyi bir şey olarak görmüyorum. Hele de bir öyküye konu bulmak için onunla sohbet etmek bana bülbülü eti için katletmek gibi geliyor. İnsan mübarektir ve kendi sefil kurgularımız için ona yaklaşmamalıyız. Belki abartıyorum. Belki o hep sinir olduğum kuralcı adamlar gibi davranıyorum. Belki bu meseleye bu kadar radikal bir çizgi çekmemeliyim. Belki öykü kahramanlarımın hayattan öykülere değil, öykülerden hayata karışan aşırı tipler olmasının sebebi budur. Bilemiyorum. Ama bundan şikâyetçi de değilim.

Ben öykücü ile romancının bazen birbirine yaklaşmakla beraber temelde birbirinden çok farklı zihinsel işleyişlere sahip olduklarını düşünüyorum. Kimi öykücüler roman yazdığında bunu apaçık görüyoruz.

Üzerinde yaşadığımız bu topraklarda canımızı sıkan, bizi düşündüren ve üzen, belki de öfkelendiren kimi "olaylar" size, hikâyenize, dilinize, ya da en önemlisi yazma isteğinize olumlu veya olumsuz olarak tesir ediyor mu? Örneğin adaletsizlik, haksızlık, gücü kötüye kullanma, savaş, salgın, istismar, göç gibi insanlık tarihi kadar eski diyebileceğimiz kimi durumların sosyal medyayla da bu denli görünür olması öykücülüğünüzü nasıl etkiliyor? Yahut etkiliyor mu? Göz göze geldiğimiz bu incitici hadiseler yüzünden sözünüzün bitap düştüğü, dilinizin tutulduğu anlar var mı? İlerleyen zamanlarda bu meselelere öykülerinizde de yer vermek istiyor musunuz?

Evet, bunun üzerinde çok düşünüyorum. Mesela Suriye iç savaşında kimyasal gaza maruz kalan çocukların titreyerek kameraya baktıkları görüntüleri asla unutamıyorum. Bazı denemelerim de oldu. Hiçbiri içime sinmedi. Bu kadar yakın ve gerçek acılardan öykü devşirmek fikri tüylerimi diken diken ediyor. Öte yandan şunun da farkındayım. Bunları mutlaka yazmamız gerekiyor. Endişem şu. Bugünü yazmanın tehlikeli bir yanı var. Hem sosyal hem siyasi açıdan günün ezberleriyle, kalıplarıyla konuşmak gibi. Şimdilik meselelerin görünen yüzüyle kâğıt üzerinde baş edemeyeceğimi anlayınca daha az yorucu olana makas kırıyor; zikrettiğiniz durumların özlerini anlamaya, onları başka kurgularla teşrih masasına yatırmaya, irdelemeye, anlamaya yöneliyorum. Bu biraz da önceki sorunuza verdiğim cevapla ilgili. Gülşen Hanım, emin olun, bir gün o çocuğu kucağıma almak ve hiçbir ölçü gözetmeden yaşadıklarını tarihe geçirmek için yanıp tutuşuyorum.

Çok yaygın bir düşünce olarak edebiyat kamusunun, öykücülerin bir gün roman "yazabileceğine" dair bir inancı ya da beklentisi var. Daha yazmadığınız, yazamadıklarınız mı sizi heyecanlandırıyor yoksa öykü formunun kendisi mi? Siz de "bir gün" yeni bir biçime doğru (daha uzun soluklu; belki novella, roman) atları sürecek misiniz?

Henüz yazmadığım, yazmak istediğim, yazmayı hayal ettiğim meseleler var. Bilirsiniz onları bulmak kolaydır fakat onları nasıl yazacağımıza karar vermek zordur. Novellayı da hatırda tutarak söylemek isterim ki şimdilik öykü benim bütün beklentilerime, ihtiyaçlarıma, heveslerime fazlasıyla cevap veriyor. O edebiyat kamusu, öykücülere ikide bir ne zaman roman yazacaklarını sorduran şirin bir lobi. Ben öykücü ile romancının bazen birbirine yaklaşmakla beraber temelde birbirinden çok farklı zihinsel işleyişlere sahip olduklarını düşünüyorum. Kimi öykücüler roman yazdığında bunu apaçık görüyoruz. Romanın paçalarından öyküler akıyor. Meleke hâline gelmiş bir zihinsel işleyişten sıyrılmak zannedildiği kadar kolay olmasa gerek. Yarın benim için ne getirir ne götürür Allah bilir. İtiraf edeyim, şimdilerde hayallerimi, bir solukta okunacak novellalar yazmak süslüyor. Bir yandan da kısa öyküler yazmaya devam ediyorum.

Söyleşi için çok teşekkür ederiz.

Teşekkür ederim.

  • Belki de bazen yaptığın işle övünmek gerekiyordur. Bu sayı dergideki her bir kelime, cümle, metin müthiş değil mi? Hı, "Sana öyle gelmiştir." mi diyorsunuz? Farkındayım, az önceki "belki" durumumu kurtarmadı, "belki" de silmeliyim. Ne kadar ayıp, kendi işinle övünmek!! Ama silmeyeceğim. Çünkü niyetim tamamen başka. Bütün bu retoriğin amacı dikkatinizi çekmek. Şöyle ki, yukarıdaki söyleşiyi hem konuşan hem de konuşturan'ın duruş ve bakışındaki ilham verici berraklıkla içtenlikten dolayı birkaç kez okudum. Tamam övünmeyelim, ayıp. E ama editör önerisi de mi ayıp? Öneriyorum. Mutlaka. (A.E.)
  • 1 "Elden kaçanın kalpte yuvalandığı", "Kalbi tarafından ateşe atılmayı ve terk edilmeyi", "Kalbin çatal dilini çıkarıp tıslaması", "Kalbi tarafından ayakta tutulan ve konuşturulan bir kukla", "Kalbi tarafından kemirilip çürütülecek bir kurban", "Kalbi tarafından saldırıya uğramak" vd.