Başlangıçların Sonsuz Mutluluğu

Ferhat’ın hiçbir şeyden haberi yok. Anlaması zaman alacak.
Ferhat’ın hiçbir şeyden haberi yok. Anlaması zaman alacak.

“Bak Ferhat, bu sadece başka bir dağ. Kör müsün? Rüyandaki kadının gerçek olanla ilgisi yok. Muhayyilenin yarattığı bir gölge, hayal… Eteklerinde olduğun yeni dağın adı da gerçeklik dağı zaten. Despina’yla aranda onun muazzam yansıması duruyor. Gerçeklik dağını aşamazsan sahtelik seni tüketecek.”

Furkan Çalışkan’a…

“dağın içinde ne var ki

güm güm öter

ya senin içinde ne var

Ferhat”

A.H. Çelebi

Dağın İçinde Ne Var?

Ferhat’ın hiçbir şeyden haberi yok. Ürkek adımlarla sahafa giriyor: “Merha..”

Cılız sesi, kapı çıngırağının sesine karıştı bile. İçeriye hızlıca göz atıp el yazmalarının dizili olduğu rafları tespit ettikten sonra oraya yöneliyor. Sık sık burnunun ucuna düşen gözlüğüne aldırmadan sessizce nefes alıp vererek küf kokulu kitapları inceliyor. Birini daha çok. Sahaf, Ferhat’ın incelediği kitabı görünce belli etmeden dikkat kesiliyor. Ferhat’ın iri bedenine göre fazla hassas ve uyumsuz düşen kalbinin atışları hızlanıyor. Cibran duyuyor, sahaflar duyar. Ferhat arada bir sırtındaki çantayı hoplatarak düzeltip kitabı incelemeye devam ediyor; Cibran, Ferhat’ı gözlüyor. Ferhat kitabın sayfalarını çeviriyor, Cibran, dudaklarını kıpırdatıyor. Ne söylüyor? Bunu asla bilemeyeceğiz. Belki de bu hikaye tam da bu yüzden Sahaf Cibran’ın hikayesi değil. Ama henüz bu bir başlangıç sayılmaz.

Ferhat, kitabın sonunda -normalde boş olması gereken sayfalarda- onun yazısını fark ediyor. Daha önce başka pek çok kişi kitabın sayfalarını çevirmiş fakat kimse görememişti. Cibran, Ferhat’ın gördüğünü anlıyor. Sahaflar anlar. Elindeki kalemi bırakıp artık gizleme gereği bile duymadan dimdik Ferhat’a bakıyor. Yoksa?

  • “Kaç defa öldüm ama sen beni tekrar hayata döndürdün,
  • Nasıl sarhoştum ama sen beni ayılttın,
  • Ne ateşler yanardı ama sen söndürdün,
  • Ne hallere düşmüştüm ki sen beni kurtardın.

  • Senden sonra canım çöl gibi çıplak kaldı,
  • Senden sonra aşk, yoksulluk gibi geliyor…
  • Öyle geceler var ki şarap yerine keder dolduruyorum,
  • Ama kalbimde ki yaralar kadar gün yok.”

Kızıl alevler aşkına! Duyuyor. İşte Despina’yı gördü. Sonunda oldu. Zamanı geldi.

Olduğu yerde sendeliyor. Başlangıç noktamız tam olarak burası. Gözlerin buluştuğu, nice yiğidi yere seren sevdanın meydana çıktığı, aşığın gönlünün kâinat kadar açılıp nokta kadar küçüldüğü o sonsuz ve tek an.

Ferhat’ın hiçbir şeyden haberi yok. Anlaması zaman alacak. Kalbi hatırlıyor. Altı yüz yıllık tanıdık sancı. Ferhat görmüyor ama öğrenecek. Cibran görüyor, görür. Ferhat’ın benzi sararıyor, ayakta durmakta zorlanıyor. Raflara tutunarak yıkılmamaya çalışıyor. Cibran “nasılsın” demiyor, “bir su iç evladım” demiyor, “kitabı bırak” demiyor. Hiç demez. Her zamanki çok bilmişliğiyle önce iki elini havaya kaldırıp raflardaki kitaplara reverans yapıyor; ardından ezberlediği bir repliği okur gibi:

“Post hoc, ergo propter hoc” diyor.

“Anlamadım.”

“Ah evladım, bunu daha ilk derste öğrenmiş olman gerekirdi. Neyse önemli değil. Bugüne kadar öğrenemediysen bundan sonra da zor! Kitabı almak mı istiyorsun?”

“Bilmem ki, bakıyorum.”

“Bakıyor musun… Bakıyor musun? Onu gördüm zaten, sadece bakıyorsun. Sorduğumu anlamıyor musun, size okullarda Türkçe de mi öğretmiyorlar, almak istiyor musun diyorum!”

“Ne kadar ki, pahalıdır herhalde?”

“Allah Allah, evladım aptal mısın sen? Almak istiyor musun diyorum.”

“Alabiliyor muyuz?” diyen Ferhat’ın sersemlediği, havaya kalkan kaşlarından, kızaran yanaklarından, alnında beliren damardan belli.

“Adın ne senin?”

“Ferhat”

“Bak Ferhat, alınma ama insanoğlu gittikçe aptallaşıyor, her nesilde biraz daha, her nesilde biraz daha. Yüz yıl sonra neye dönüşeceğimizi Allah bilir. Bir de sen yapma. Aptallık bulaşıcıdır çünkü. Satın almaktan söz eden kim? Kitap senin. Almak istiyorsan alabilirsin bu kadar basit.”

Ferhat, kızsın mı, sevinsin mi bilemiyor. Kendisini küçük düşmüş hissediyor. Sahaf Cibran’dan en az benim kadar nefret etmiş olsa da kitabı aldığı yere bırakıp dükkânı terk edecek cesareti bulamıyor kendinde. Merak! Az önce yaşadıklarının ne olduğunu anlamaya çalışacak. Bunun için de kitabın kapağını en az bir kere daha açmaya ihtiyacı var. Sahafın göz hapsinden kurtulmak ve zaman kazanmak için çantasını omzundan çıkarıyor, elini içine daldırıyor. Cibran, ses tonu gittikçe sertleşerek:

“Çantanda ne arıyorsun evladım, bir cevap mı? Maske mi? Başka bir kitap mı? Hecelemeli miyim ille de! İs-tii-yor mu-sun?”

Ama sonra birden duraksıyor, duruluyor, sanki acıyor Ferhat’a;

“İçin rahat edecekse, kitabın bedeli ödendi Ferhat. İstiyorsan söylemelisin. Bana sorsan alma derdim ama kim dinler Sakalsız Cibran’ı? Karar senin.”

Ferhat, gerekli zamanı kazanmış oldu. Şu huysuz adam onunla alay ediyorsa bile kitabı alıp kaybolarak ona gerekli cezayı vermiş olacak. Böylece şarkı söyleyen kadının, gördüğünü sandığı o gözlerin gerçek olup olmadığını da… Yalnız kalmayı istiyor, kitabı alması gerektiğini, kitabın sahibinin kendisi olduğunu, bunca zaman ondan habersiz bir gölge gibi yaşadığını… Merak, aşk, tutku, saplantı, insanca olan ne varsa ortaya çıkıp Ferhat’ın mantığını silip atıyor. Her kusursuz başlangıç anında olduğu gibi. Çünkü bütün büyük hikayeler, akıl, mantık, bilimsel veriler, realite, ıvır zıvır ne varsa iyi bir başlangıç tarafından ortalıktan süpürüldüğü anda ortaya çıkar.

Öyle oluyor.

Ferhat, yutkunarak değil ama yutkunur gibi “istiyorum” diyor. Cibran, hiç duraksamadan,

“Al götür o zaman. Senindir.” diye cevap veriyor.

Sonra da sanki Ferhat, dükkana hiç girmemiş gibi davranmaya devam ediyor. Ne hınzırdır o! Ferhat, biraz da hırsla kitabı çantasına koyup dışarı çıkıyor, ardında Cibran’ın sinir bozucu gülümsemesi ve çıngırağın tiz yankısını bırakarak...

Sahi Ne Var?

Kitabı alır almaz eve koşuyor. Yolda birkaç kez durup kitabı açmak istiyor ama hiçbir yeri beğenemiyor. İlk karşılaşma lütuftu, lütuflar öngörülemez ama ikincisine hazırlanmak elinde. Evde, huysuz ihtiyarlardan, yabancı gözlerden uzakta başbaşa bir buluşma ayarlamalı. Ayakları yere basmıyor. Uçarak gidiyor. Çantasını sırtından çıkarıp göğsüne bastırıyor. Hayatı boyunca hiçbir şeyi böyle iştahla kucaklamadığını, kalbinin hiç böyle delice çarpmadığını düşünüyor. Zavallı!

Şimdi evde. Despina, onu orada bekliyor. Ah siz olanları tam bilmiyorsunuz. Bazen unutuyorum. Ferhat, o esrarengiz kitabın sayfalarında Despina’yla karşılaştı. Yıldırım Beyazıd’ın karısı, Sırp Prensesi Despina’nın bundan tam 600 yıl önce bu kitabın arkasına yazdıklarını okudu. Ve okurken zaman yırtılıverdi; Despina, doğrudan Ferhat’ın gözlerine baktı. O insanı kendisine meftun eden derin, buğulu sesiyle şarkı söyledi. Ferhat’ı delirten, adının şanına -büyük bir adımla- yaklaştıran işte buydu. Adım mı dedim? Doğru değil. Ah patlayacağı günü bekleyen hevesli yanardağlar adına! Aşk sıçramadır. İman gibi. Bir sıçrayışta Ferhat, Ferhat oldu. Ferhat ve Despina, bir anlığına zamanı aradan çıkarıp bir araya geldiler. Bütün bunlar olmamış, aradan bunca zaman geçmemiş, yaşananlar hiç yaşanmamış gibi.

Ferhat, kitabı açıyor. Elbette sadece Despina’nın olduğu sayfaları. Despina’nın tutkulu, hırçın, karşı konulamaz, korkusuz ruhu, el yazısından kullandığı kelimelere kadar kendisini gösteriyor. Okurken başı dönüyor Ferhat’ın. Ya asıl beklediği? Onun gözleri? Ömründe ilk defa duyduğu o tanıdık şarkı? Defalarca deneyip defalarca yenilmekten başka şansı var mı? Gece boyunca deniyor, gece boyunca yeniliyor… Olmuyor. Elinde ona yüzlerce yıl önceden gönderilen kitapla ne yapacağını bilemez halde sızıp kalıyor. Sızsın.

Ertesi sabah onu yatağından sıçratacak kadar şiddetli bir kalp sızısıyla uyanmasa bir gün önce olanları unutmuş gibi yapardı mutlaka. Önce Despina’ya aşık olduğuna inanmak istemiyor, artık yaşamayan, çoktan ölmüş bir kadına aşık olmanın saçmalığı hakkında kendi kendisine uzun nutuklar çekiyor. Nafile!

Başka yöntemler denemesi gerektiğini anlamak için günler geçmesi gerekiyor. Ferhat gibi insanlar, başarısız olmaktan yorulmazlar. Bazen bu tip insanların bundan hastalıklı bir zevk aldığını düşünürüm. Neyse ki Despina hakkında araştırma yapmayı akıl edebiliyor.

Despina kim? Yıldırım Beyazıd gibi kudretli bir hükümdarı avuçlarının içine alan, tarihin akışını değiştiren bu kudretli kadın nasıl olur da Ferhat’ı seçer? Bu mümkün mü? Yüzünü bile görmeden, aynı zaman diliminde bile yaşamadan… Eh söylendiği gibi, “olan olmuştur, olacak olan da”.

Yıldırım Beyazıd’ı, dönemin Osmanlı’sını, Sırp krallığını, insanını, gündelik yaşamını, adetlerini… Göğsünün ortasında suda bile yanan meşhur Rum ateşi gittikçe kuvvetlenerek... Doymak bilmez japon balıkları gibi ağzı açık, ne bulursa yutarak zavallı akvaryumunda dolaşıp duruyor. Despina, Ferhat onu araştırdıkça, onun hakkında düşündükçe, ulaşmaya çalıştıkça kuvvetleniyor. Beni bile korkutan o güçlü ruh, Ferhat’ı gitgide esir alıyor. Sonunda tahmin ettiğim gibi mezar taşlarına merak salıyor. Despina’nın mezarının yeri hakkında kayıtlı bir bilgi olmasa da, en azından onun döneminde yaşayan, onunla aynı havayı solumuş herhangi birini bulmayı umut ederek… Bursa’da gezmediği mezarlık, okumadığı mezar taşı kalmıyor.

Aslında bulmaya çalıştığının ne olduğunu da bilmiyor, nereden bilsin? Teslim olmuş, aşkından emin olarak ona yaklaşabileceği her adıma umutsuzca sarılıyor. Despina’nın bir yerlerde yaşadığını, nefes aldığını, güldüğünü, kederlendiğini, kızdığını, neşelendiğini hissediyor, onunla birlikte ruh hali değişiyor ama hislerini somutlaştıramıyor. Böyle ruhlar ölümsüzdür, zaman onların kudretlerini seyreltir ama yok edemez. Ferhat kapıldı bir kere. Her sabah ve akşam bir duayı tekrar eder gibi kitabın son sayfalarını açmaya devam ediyor, kelimeleri içer gibi, yutar gibi okuyor, bir kez daha sesini duymayı gözlerine bakabilmeyi hayal ediyor. Ölüm, onları kavuşmadan hatta daha tanışmadan ayırmışdı.

Kasım Molla Değil

Sonra benimle tanıştı. Ben kim miyim? Hani seyrettiğin filmlerde aradığın her şeyi sana temin edebilen becerikli mahkumlar vardır ya… Elbette bedeli karşılığında. O karakter benden, Yüce Kasım’dan yapılmıştır.

Tanıştık:

“Adım Kasım… Molla olan değil.”

Güldü, hep gülerler. Bana güvenmesi için sabretmem gerekti. Bunca zaman bekledikten sonra sözü bile olmaz. Unutturmayın size bir gün size Yüce Kasım’ın aptalların dostluğunu kazanmak için icat ettği yüz yaklaşım yolunu anlatayım. Ferhat da fazla direnemedi. Birkaç haftanın sonunda artık sırdaşıydım. Sonunda hikayesini anlattı. Sabırla dinledim. Berbat anlatıyordu. Durarak, yutkunarak, kızarıp bozararak, yaşadıklarına kendisi bile inanmayarak. Birkaç kez araya girmemek için kendimi zor tuttum. Bazı geceler kendisini gözyaşları ve derin bir pişmanlık içinde rüzgardan yapılmış bir kayığın içinde gökyüzünde seyahat ederken görüyormuş. Anlamsız rüyalarda kaybolmasına izin veremezdim.

Olanları anlaması için biraz iteklemem gerekti:

“Adın Ferhat ve imkânsız bir aşka düşmüşsün. Aslına bakarsan her şey normal. Neden bu kadar şaşkınsın anlamadım? Zamanın her noktasında bütün Ferhat’lar aşkları için bir dağı delmek zorundadır. Allah’ın kanunu budur.”

Şaşırdı. Daha kim olduğunu bilmekten, kendisini görmekten, içinde bulunduğu durumu kavramaktan aciz…

“Dağ mı? Ne dağı?”

“Ferhat beni dikkatle dinle; görünen o ki senin kısmetine düşen, bilinen dağların en zorlarından biri: zaman! Despina’ya kavuşmak için zamanı delmelisin. Zaman dağını… Sen 2010 yılındasın, aşık olduğun kadınsa 1400 yılında, aranızda 610 yıllık bir mesafe var.”

“Aramızdaki fark, on dakika olsa ne değişirdi ki? Ayrılık ayrılıktır. Hem on dakikalık bir farkın hakkından gelebiliyorsan 10 bin yılın da hakkından gelirsin. Yeter ki kaderde kavuşmak olsun” dedi Ferhat. İyi de ne olmuş? Bana nasihat mi veriyor bu? Zamanın işleyişini mi öğretiyor?

“Ne yapacağını biliyor gibi konuşuyorsun?” dedim. Üzüntüyle başını iki yana salladı. Daha kıvama gelmemişti. Uzaklaştım.

Gece gündüz demeden ne bulursa okumaya, araştırmaya; uzun uzun düşünmeye devam etti. Akıntıya karşı yürümeyi başarabilmesi için yolu kendisi bulmalıydı. Nihayet bir gün sevinçle yanıma geldi.

“Kasım! Kasım, Yüce Kasım! Başardım.”

“Ne oldu?”

“Zaman dağını deldim dostum. Dağ bir anda tuzla buz oldu.”

“Nasıl?”

“Dün gece rüyamda Despina’yı gördüm. Beni görür görmez tanıdı, aynı sahaftaki gibiydi. Ela gözleriyle beni süzdü, süzdü, süzdü…”

  • “Kaç defa öldüm ama sen beni tekrar hayata döndürdün,
  • Nasıl sarhoştum ama sen beni ayılttın,
  • Ne ateşler yanardı ama sen söndürdün,
  • Ne hallere düşmüştüm ki sen beni kurtardın.

  • Senden sonra canım çöl gibi çıplak kaldı,
  • Senden sonra aşk yoksulluk gibi geliyor…
  • Öyle geceler var ki şarap yerine keder dolduruyorum,
  • Ama kalbimde ki yaralar kadar gün yok.”

Yağmur getiren fırtınalar aşkına! Şarkıyı söylemiş. O halde başka bir başlangıcın göbeğindeyiz. Durup kusursuzluğun tadını çıkarmalıyız. Sonsuza uzayan şimdinin. Zaman olmayanın. Zavallı Ferhat’la Yüce Kasım’ın birlikte kazandıkları ilk zaferin… Bak nasıl da terliyor, alnındaki damar nasıl da ortaya çıkıyor. Sersemledi. Kolumu omzuna attım, kendime doğru çektim. Durduk.

Ya Senin İçinde Ne Var Ferhat?

Ferhat son görüşmemizden sonra uzun süre ortadan kayboldu. Öyle olması gerekiyordu. Yeniden ortaya çıktığında kilo vermiş, gözlerinin altı morarmıştı. Anlatmasına izin verdim. Gözünü kapattığı her seferinde kendisini Despina’nın yanında buluyordu. Rüyalar, onlar için bir buluşma yeriydi. Despina dün şunu dedi, Despina şöyle yaptı, tarih okumama çok sevindi, kitabın bende olduğunu duyunca bayıldı… Dağ gibi olmasa da dağ gibi olması gereken, bu potansiyeli içinde taşıyan Ferhat, tam bir aptal aşığa dönüşmüştü. Her Ferhat, içinde iki ihtimali aynı anda taşır. Dağları delen civanmert ve aptal aşık. Durduğu yerde daha fazla durmasına izin veremezdim. Bulduğu her fırsatta uyuyor, uyandığında da sadece rüyalarını anlatıp duruyordu. Su gibi dinledim.

Sonunda bir gün evine gittim, kapıyı çaldım, iyice zayıflamış, bir deri bir kemik kalmıştı. Uyku hapları, aldığı uyuşturucular onu yavaş yavaş tüketiyordu. Yardımım olmadan doğru yolu bulması neredeyse imkansızdı. Uyandırdım, silkeledim, kendine gelmesi için özel otlarımdan birinden kaynatıp içirdim, karşıma oturtup anlattım:

“Bak Ferhat, bu sadece başka bir dağ. Kör müsün? Rüyandaki kadının gerçek olanla ilgisi yok. Muhayyilenin yarattığı bir gölge, hayal… Eteklerinde olduğun yeni dağın adı da gerçeklik dağı zaten. Despina’yla aranda onun muazzam yansıması duruyor. Gerçeklik dağını aşamazsan sahtelik seni tüketecek.”

Anlıyor muydu? Eski insanlar daha çabuk anlardı. Ama onların bile gerçekten anladığına emin olamazsın, asla. Bekleyip görmem gerekecek. Zarımı atmıştım artık. Bir rüyanın peşinde onun gerçek mi sahte mi, hakikat mi yalan mı olduğunu umursamadan koca bir ömrü tüketenleri görmüştüm sonuçta. Ferhat, gerçekten Ferhat mı yoksa Ferhat’ın ucuz kopyalarından biri mi olduğunu gösterecekti. Hem bana hem kendine hem Despina’ya hem de aleme… Onu imtihanıyla baş başa bırakıp çıktım. Türbeye gidip beklemeye koyuldum; bir gün iki gün üç gün dört gün beş gün altı gün yedi gün sekiz gün derken dokuzuncu gün öğleden sonra geldi. Ses çıkarmadan karşıma oturdu. Çaycıya işaret ettim, çaylar geldi; bir sigara yaktı. Gözlüksüz, saçı başı darmadağın, kılık kıyafeti acınacak haldeydi. Ama gözleri… Görünce kazandığını anladım. Çayından büyükçe bir yudum alırken konuştu:

“Haklıymışsın. Despina’ya kavuşamamışım. Başlangıçtan uzaklaştıkça zayıfladı, çirkinleşti, silikleşti. Şarkı da söylemiyor.”

Dikkatli olmalıydım. Ferhat artık hazırdı. Ona olabilecekleri anlatmaya başladım. Büyük bir dikkatle beni dinledi. Koltuğunun altında getirdiği kitaba bakmamaya çalışıyordum. O da anlamadı zaten.

Gerçek şu ki, Ferhat dokuz gün boyunca elinden gelen her şeyi yaptı, Despina’yı kalbinden atmaya çalışmak dahil. Başka şeyler düşünmeyi denedi. İçten içe bir tuzağa doğru itildiğini, Despina’ya olan umutsuz aşkının onu tükettiğini düşünüyor, bu aşktan bir an önce kurtulması gerektiğini kendi kendine tekrarlayıp duruyordu. Ama söz konusu aşk olunca işler pek mantıkla yürümüyor. İnanmayan Şeyh-i Sanan’a sorsun, Mecnun’a, Kerem’e, Romeo’ya sorsun. Aşk, kusursuz bir tuzaktır, kurbanlarının kendisini bile bile ortasına attığı... Kurtulmak için tek bir hamle yeter çoğu zaman. Ama tuzağın çalışma mantığı da buna dayanır. Aşık bu hamleyi yapmaz, yapmak istemez. Ferhat da bile isteye yürüyordu. Beklediğim soruyu sordu:

“Ne yapmalıyım?”

“Belki de tahmin ediyorsundur, seninle karşılaştığımız ilk günden beri bu ânın gelmesini bekledim. Sen anlamadan, kendi isteğinle yürümeye karar vermeden ben bir şey yapamazdım. Çünkü delmen gereken son dağ hele de yaşadığımız zamanda her gün biraz daha büyüyüp köklerini sağlamlaştıran gerçeklik dağı! Aşılması, delinmesi, yok sayılması en zor engellerden birisi. Sana daha önce söyledim, her insan, zamanın her anında yaşamaya devam eder. Artık biliyorsun Despina tam şu anda yaşıyor, kainat tam şimdi yaratılıyor, Hazreti Adem yeryüzüne ilk adımlarını atıyor, bir çocuk doğuyor, aynı çocuk doksanında bir ihtiyar olarak ölüyor. Hepsi aynı anda. Senin anlayacağın kelimelerle söylersek yalnızca farklı boyutlarda. Ferhat’ın hikayesi her an yeniden başlıyor ve bütün başlangıçlar seni buraya benim yanıma getiriyor. Sahaf Cibran’dan o kitabı yalnızca sen alabilirdin, çünkü Despina’nın satırları yalnızca sanaydı. Şimdi onun yanına gidebilirsin. Peki kitap 600 yıl önceden bugüne, sana neden gönderildi? El yazısını görmen için, sana bir başlangıç anı verebilmek için mi? O hep duyduğunu söylediğin şarkı ve bir bakış için mi? Sanmıyorum. Kitap sana, içinde seni Despina’ya kavuşturacak gizli bir tılsım olduğu için gönderildi. Yine sadece senin için yazılan yalnıza senin kullanabileceğin bir tılsım. Sana verilmek üzere gönderildi. Senden başka hiç kimse ama hiç kimse kitabı Cibran’dan alamazdı çünkü kitap senindi.”

Gözlerini faltaşı gibi açmış dinliyor. Az sonra söylediklerimi hazmedecek, kavrayacak, kaşları havaya kalkacak, ağzı bir karış açılacak, parmaklarıyla saçlarını karıştıracak, sırtındaki çantayı hoplatacak, bana bakacak ve soracak, yani şimdi ben…

“Yani şimdi ben, istersem 1400 yılına gidebilir miyim?”

Sordu, ben de cevapladım:

“Büyük bir aşk yaşıyorsan, orada göreceklerine hazırsan, Despina’yla aynı zaman diliminde yaşamak istiyorsan elbette. Yalnızca kitabı gönül rızasıyla bana vermen gerekiyor. Kitap mahiyetini sadece sahibine açar.”

“Tamam!”

“Öyleyse kitabı bana uzat ve olacakları izle.”

Ferhat, yaşadığı zamanla vedalaşmak ister gibi etrafına bakıyor. İnanıyor! Dalları yeri ve göğü aynı oranda saran kutsal ağaç aşkına! Olacak, başarıyoruz, Yüce Kasım ve zavallı Ferhat! Türbeye, onun ardında uzanan şehre, göğe, yere, bana, kitaba bakıyor. İşte kitap önümde, sahibi tarafından bana uzatılmış olarak duruyor. Alıyorum, sevincimi belli etmemeye çalışarak soruyorum:

“Verdin mi?”

“Verdim”

“Verdin mi?”

“Verdim.”

“Verdin mi?”

“Verdim”

Ben Yüce Kasım, uzun ömrüm boyunca hiç bu kadar büyük bir kahkahayı yutmak zorunda kalmamıştım. Kahkaha öyle büyüktü ki, yutunca Ferhat karşımda cüce gibi kaldı. Zamanın bütün rüzgarları, fırtınaları ayakuçlarımı gıdıklayarak esiyordu. Minik esintiler gibi. Etrafımda gittikçe küçülen dünyaya horgörüyle baktım. Sahaf Cibran’ın da canı cehenneme, şu aptal insanoğlunun da! İşte yüzyıllar önce benim olanı sonunda yine almıştım. “Zamanın üzerine kurduğum fare kapanı sonunda çalıştı. Öyleyse fareye vadettiğim peyniri vermeliyim” diye düşündüm. Tek bir el hareketiyle Ferhat’ı istediği zamana gönderdim. Şimdi ellerim kendi başlangıcım için hareket ediyor. Hep olması gerektiği gibi.

Başlangıç

Aptal! Beni hiç dinlemedin. Sana söyledim:

Post hoc ergo propter hoc, post hoc ergo propter hoc!

Açıp o Google’ınıza sormaya bile üşendin değil mi?

Daha kapıdan içeri girerken anlamıştım ne büyük bir aptal olduğunu. Kendisine Yüce Kasım diyen o şarlatan, seni kaç yüz yıldır izliyordu kim bilir? O düzenbaz cin, senin aslanlığa özenen bir fare oluşunun kokusunu 600 yıl önceden aldı ve peşine düştü. Ona düzenbazlıkları yüzünden yasakladığım Başlangıçlar Kitabı’nı, senin sayende yeniden elde etti. Anlamadın!

Seni ve alnının ortasındaki o şapşal damarı hangi çukurda bulup bu zamana kadar izledi acaba?

Başlangıçta Despina ve sen vardınız. Birlikte büyüdünüz, Despina’nın babasının sarayında, onun en yakın arkadaşıydın, gençliğe adım attığınızda birbirinizi sevdiniz. O seni her şeyinden vazgeçecek kadar seviyordu, cesurdu. Osmanlı sarayına gelin olarak gönderileceğini duyunca sana birlikte uzaklara kaçmayı teklif etti. Sen ise zavallı Ferhat, önce tamam dedin. Gün ağarırken hazır olmasını söyledin. Fakat o gece atına atlayıp Sırp krallığından dolu dizgin uzaklaştın. Despina bekledi, seni beklediği kapıdan babası girdi ve onu sultan için elleriyle hazırladı. Senin yerinde çoktan yeller esiyordu. Ömrün boyunca da kaçmaya devam ettin, bir kez kaçan hep kaçar! Keşfedilmeyi bekleyen yüce kahraman, kıymeti bilinmeyen büyük aşık, imkânı olsa dünyayı yerinden oynatacak yarı tanrı, fırsat verilse kötüleri yerle bir edecek iyilik şövalyesi olduğunu düşündün hep. Her defasında. Ama meydan her ortaya çıktığında kaçtın. Tekrar tekrar, tekrar tekrar. Senin cezan da buydu zaten, bütün zamanların korkağı olarak yaşamak!

Kasım, kitabı elde edip tılsımı okuyunca uyandın. O sahtekar hangi cehennemin dibindedir şimdi Allah bilir! Gözlerini açtığında Yıldırım ve Despina sarayda bütün görkemleriyle oturmuş, keyif çatıyorlardı. Kendine baktın, onların herhangi bir ihtiyaçları için ellerini çırpmasını bekleyen bir iç oğlanıydın sadece. Evet Palavracı Kasım’ın söylediği gibi her insan, zamanın bütün noktalarında yaşamaya devam ediyor. Ama sen 2010 yılında olduğu gibi 1400 yılında da korkak bir hiçtin. Sonraki ondan sonraki ve ondan sonraki yüz yıllarda da.

İşte Despina gözlerine bakıyor, sen öyle sanıyorsun. O şarkıyı mırıldanmaya başlıyor, sana değil Yıldırım Beyazıd’a…

Başlangıç anının kusursuzluğu aklını çeliyor, şuursuzca koşuyorsun. Despina’ya sarılmak için. Hiçbir şeyden haberin yok sadece 2010 yılında yaşayan ve kendisinden 600 yıl önce yaşamış bir kadına aşık olduğunu sanan bir aptalsın! Bütün cüretkarlığınla gerçek bir aslanın ve onun kraliçesinin beş saniyeliğine dikkatini çekiyorsun. Bravo! Ya sonra? Teninde mızrakları hissediyorsun. Mızraklarla delik deşik olurken kim olduğunu anlıyorsun. O kör kütüphanecinin söylediği gibi; bütün zamanlar tek bir andan oluşur aslında kişinin kim olduğunu öğrendiği andan! İşte o andasın. Tebrikler. Korkaklığı bir nişan gibi bütün zamanlarda kalbinde taşıdığını; o korkak kalbinde cesur bir kadının yüzyıllarca seni takip edecek ahını sakladığını hatırlıyorsun. Önce ayakların yerden kesiliyor ardından düşmeye başlıyorsun. Kasım’a küfrediyorsun, duymuyor, seni unuttu bile. Bana küfrediyorsun, umurumda mı? Cehaletinden adını bile bilmediğin başlangıçlar kitabına küfrediyorsun… Kendine küfrediyorsun, etmelisin! Fakat o da ne? Despina’ya… Hayır, sadece utanıp iç çekiyorsun. Fakat… Fakat o da ne? Seni tanıyor!

Düşüşün devam ediyor. Yere yaklaşıyorsun…

O ilk başlangıç anında kalbinin sonsuz bir esnemeyle kainatı kapsadığını aynı anda nokta kadar küçüldüğünü hatırlıyorsun. Zamanın her noktasında kim olduğunu, zamanın her noktasında biten ve başlayan hayatlarını, zamanın her noktasında Kasım’ı, beni ve kainatı görüyorsun.

Yaklaşıyorsun, düşüşün devam ediyor, başlangıç ve sonun arasında kurulu zembereği, sonsuza kadar uzanan şimdiyi görüyorsun… Geçmişin, geleceğin ve şimdinin tek bir anda toplanışını… Despina’nın gözlerini yakalıyorsun, düşerken sana bakıyor, seni hatırlıyor, seni affediyor… Sesini hatırlıyorsun, siz gençken gözlerine bakarak söylediği o aşk şarkısını:

  • “Kaç defa öldüm ama sen beni tekrar hayata döndürdün,
  • Nasıl sarhoştum ama sen beni ayılttın,
  • Ne ateşler yanardı ama sen söndürdün,
  • Ne hallere düşmüştüm ki sen beni kurtardın.

  • Senden sonra canım çöl gibi çıplak kaldı,
  • Senden sonra aşk yoksulluk gibi geliyor…
  • Öyle geceler var ki şarap yerine keder dolduruyorum,
  • Ama kalbimde ki yaralar kadar gün yok.”

Vücudun yere değmedi ama düşüşün sona erdi. Günahının cezasını çektin, altı yüz yılın her dakikasını, her korkaklığını, her kaçışını, kendine kahredişini, zavallılığını, pişmanlığını en ince ayrıntısına kadar hatırlıyorsun. Aşık olduğun, kendini tanıdığın, Despina’nın seni tanıdığı, gözlerine baktığı, şarkı söylediği, sevdiği, belki de cesur bir adam olarak yeniden yaratılacağın o sonsuz andasın. Bütün ihtimalleri eşit derecede içinde taşıyan başlangıçtasın. Affedildin. Mutlusun. O an bir kaplanın amansız güzelliğini andıran Despina’nın parmakları hareket ediyor, narin eli alnına doğru gidiyor, kirpiklerinden kurtulan bir damla yaş çenesine… Görüyorsun, “Ferhat” diyor usulca. Duyuyorsun. Ruhlarınız o anda zamanın başka köşelerinde buluşuyor. Gözlerini kapatıyorsun. Mutlusun.