Başlangıçların Sonsuz ve Bir O Kadar da Şen Dünyası

Aykut Ertuğrul
Aykut Ertuğrul

Başlangıçların Sonsuz Mutluluğu, yazarın tüm hikâyeleri gibi, ilk etapta fazla renk vermiyor. Öykü, bir anda açık etmiyor kendini. İlerledikçe çatallanan yollar gibi artıyor ihtimaller. Kahramanın adının Ferhat, sahafın Cibran oluşu çağrışımları ile büyütüyor hikâyeyi.

Başlangıçların Sonsuz Mutluluğu Aykut Ertuğrul'un ilk üç kitabında peşine düştüğü kavram ve izlekleri geliştirip renklendirerek okura sunuyor. Kitaba da adını veren Başlangıçların Sonsuz Mutluluğu, Ertuğrul'un bütün hikâye anlayışını özetler nitelikte. Hüznü, rahatsız edip ağırlık yapmayan; neşesi muzip bir zekâ barındıran usta anlatıcının satırlarını okuyoruz artık. Başlangıçların Sonsuz Mutluluğu'nda sahaf dükkânına giren Ferhat'la birlikte kolektif zihnin bütün birikimleri önümüze seriliyor. Ferhat illa ki dağı mı delecek? Aşılmayı bekleyen şeylerin adı her çağda değişse de insanın zafer veya yenilgi, arzu ya da korkaklık sonucu hissettiği şeyler değişmiyor.

BAŞLANGIÇLARIN SONSUZ MUTLULUĞU AYKUT ERTUĞRUL - KETEBE YAYINLARI
BAŞLANGIÇLARIN SONSUZ MUTLULUĞU AYKUT ERTUĞRUL - KETEBE YAYINLARI

Başlangıçların Sonsuz Mutluluğu, yazarın tüm hikâyeleri gibi, ilk etapta fazla renk vermiyor. Öykü, bir anda açık etmiyor kendini. İlerledikçe çatallanan yollar gibi artıyor ihtimaller. Kahramanın adının Ferhat, sahafın Cibran oluşu çağrışımları ile büyütüyor hikâyeyi. Yine de tahminlerimizle paralel ilerlemiyor satırlar. Ferhat çok başka. Cibran da öyle. Yazarın bilerek yarattığı bu gerilim okurun dikkatini zinde tutuyor. Ferhat ile Şirin'den bir pasaj beklerken Dino Merlin'in söylediği bir Balkan şarkısı çıkıyor karşımıza. Şarkı, bütün zamanlardaki Despina'lara söylenmiş belki. Posedion ve Demeter de dâhil oluyor çağrışımlara. Aşk, özlem, kırgınlık bütün zamanlarda birleşiyor sanki. Ferhat, altı yüz yıllık, tanıdık bir sancı çekiyor. Aykut Bey ciddiyeti sevmiyor. Bizi de hikâyeden koparıp dalgınlaşmamıza neden olabilecek o tanıdık sancının ardından gelen satırlar daha genç, daha enerjik, daha oyunbozan.

Kahramanı ağlayacak gibi olunca akışa müdahale ediyor yazar. Sanki herkes derdiyle barışsın istiyor. Kahramanları yüksek bir yerde duruyor genelde. Yaşamı tanıyor ve çok isabetli çıkarımlar yapıyorlar. Tüm bunların altını besleyen fikirsel zemin de hissedilmeyecek gibi değil. Molla olmayan Kasım'la yine bildik bir çağrışıma ilerlesek de yazar her zaman bir adım önde. Okurun kolayca tahmin ettiğini eline vermiyor. "Zamanın her noktasında bütün Ferhat'lar aşkları için bir dağı delmek zorundadır. Allah'ın kanunu budur." cümlesiyle sosyolojik ve psikolojik çağrışımlar güçleniyor. Keçi çobanı Ged'in Roke'taki büyücülük okulunun kapısında onu sorguya çeken bekçinin karşısındaki tedirginliği ile yazarın 13 yaşında Çankırı'daki askeri okulun nizamiyesinde duyduğu çekingenliğin arasında bir fark yok evet.

Beklemenin tedirginliği, aşkın sabırsızlığı, arzunun arsızlığı, çaresizliğin boşluğu değişmiyor. On dakika ile on bin yıl arasında bir fark kalmıyor. "Her Ferhat, içinde iki ihtimali aynı anda taşır. Dağları delen civanmert ve salak âşık." Tüm zamanlarda bütün ihtimaller birleşiyor. Farklı bir atmosfer kuruyor Aykut Ertuğrul. Aşk mucizesi kara deliklere, sevildiği için genişleyen kalp bir zepline, arzudan kaçmak kanatları parçalanmış bir jete, kalpteki dinmek bilmeyen sızı Ufoya benziyor. Hikâyelerin gücü kolektif bilinçten, arketip ve mitlerden geliyor. İnsan, değil insanlık, bütün bir kâinat ile birlikte ele alınıyor. Olaylar zamanın tam ortasında ve herhangi bir noktasında geçiyor. Ertuğrul'un tüm kahramanları derin bir düşünüş, fantastiğe göz kırpan bir kurgu içinde, zaman yolculukları ile arzı endam etmiyor tabii.

"Yüzyıldan Son Çıkış"ta Mac karşısında William Blake'den başlayıp kısa filmlerle biten uzun YouTube yolculukları yapan, aynı zamanda zaman yolculukları oynamaktan vazgeçmeyen kahramanları da var. Bu kahramanın yazma süreci biraz da instagrama fotoğraf atmasıyla başlıyor. Gelsin etiketler, sonra çağrışımlar, koyu puntolarla metinlerarasıcılık. Ve öyle öykülerdeki yeni kahramanlar da aslında çoğumuz gibi büyük hikâyeler anlatmak istiyor: "Ne oluyor bana böyle? Büyük hikâyeler anlatabilen birisi olmak isterdim. Olan biteni, etime saplanıp yarım tur çevrilmiş bir bıçağı çıkarmaya çalışır gibi değil de tereyağından kıl çeker gibi kolaylıkla... Müthiş bir muhakeme gücü, göz alıcı bir hüner ve tüyler ürperten bir maharetle aktarabilmeyi. Kime? Dinleyen herkese. Belki de zaman değişmiştir. Şimdi elimden gelen sadece etiket yağmuru." "Dünyanın En Acıklı Hikâyesi'"de çiçekleriyle hasbıhal eden nur yüzlü bir ninenin fısıltısı "Makul Saatler"de Kehribar Sokak numara 4'te mukim Feraye Teyze'nin Mehdi'yi beklemesine dönüşüyor.

Ertuğrul'un hikâyelerinde zamanın öncesinden, ötesinden, kendisinden sürekli haber bekleniyor. Zamanın öncesi ve ötesi de yok esasen. Kahramanları olacak olanın olduğunu bile biliyorlar. Zaman bir çember ve kahramanlar o çemberin hangi noktasında dururlarsa dursunlar tatminkâr değiller. Zaman sürekli bütünleniyor. "Sesler"de 93 Harbi'nde Ruslara esir düşmüş babasını bekleyen Melek Nine; torununun şehit olan asker arkadaşının kızına dönüşüyor birden. Kahraman, bütün ömrünce şahit olduğu hüznü, bir bekleyişle biten ömrü, zamanın bütün köşe taşlarında vereceği tüm acıları, henüz küçücük olan bir kız çocuğunun önüne serilmesiyle katmerlenerek yaşıyor. Ertuğrul'un kahramanları biraz da sanki bütün zamanların ağırlığını taşıyor. Artık ejderhalar yok belki. Fakat kötülük sadece araç değiştiriyor. Kıyamete kadar kâinattan silinmiyor.

"Ejderha Diyorum Ejderha"da, değişen zamanın getirdiği tüm sorunlar, ulus devletin sınırlarını koruma sorumluluğu, can güvenliği tehdidi veya yaşanan travmalardan doğan delilik ejderha olup karşımıza dikiliyor. Korku değişmiyor, iyilikle kötülüğün mücadelesi bitmiyor. Ertuğrul'un öykülerinde anlamın zamanlar boyu çoğalıp genişlemesi gibi üslup da renkleniyor. Çok parçalı yapısıyla dikkat çekiyor. Latince deyişlerle Elemneşrahleke, Blake şiiriyle Sırpça bir şarkı, sosyal medya etiketleriyle Yemen Türküsü, Çeçenistan'la Ergenekon, Elfçe ile Onuncu Yıl Marşı birbirine karışıyor. Kendi kendine konuşmanın, diyalogların, derin düşünüşün, felsefi çıkarımların yanı sıra zaman zaman görsellerle de desteklenen bir anlatı ortaya konuluyor. Doktor Who ile Hz. Hamza yan yana gelirken bilgelikle muziplik de dile yansıyor. Yazarın deyişiyle Borges ve Nasreddin Hoca karışımı biri çıkıyor ortaya.

Aykut Ertuğrul, iştahla anlatmaya devam ediyor. Ertuğrul'un kahramanları detektörlerin her şeyi yuttuğu bir hikâyede kaybolup bir sesin izinde, çöle doğru uzanan bir koşunun hikâyesinde yeniden ortaya çıkıyorlar. Ardından yazarın bilgisayarının geri dönüşüm kutusunda olmaktan endişe etmelerine rağmen, başka bir hikâyede sonsuz kere çoğalan odalarda buluyorlar kendilerini. Tüm zamanlar, tüm mekânlar birbirine karışıyor. Her şey bir anda bitip yeniden başlıyor. Zaman doğrusal değil. Çember her an tamamlanıyor. Üstelik bir de: "Şen dünya içinde şen dünya içinde bir avuç şen dünyaydı burası"