Başlarken... Bahane...

Köksal Alver
Köksal Alver

Aslında yapmak istediğimiz, aynı esere birden farklı gözün nasıl bakacağı, orada ne bulacağı, hangi noktalarda ayrışacağımız, hangi noktalarda benzeşeceğimiz/birleşeceğimiz… Üzerinde düşünmeyi deneyeceğimiz ilk eser Köksal Alver’in üçüncü öykü kitabı Bahane…

“Çoğul Bakış”, dört öykücünün, çeşitli öyküler ya da öykü kitapları hakkındaki düşüncelerini içeren bir “köşe” olmak iddiasında. Aslında yapmak istediğimiz, aynı esere birden farklı gözün nasıl bakacağı, orada ne bulacağı, hangi noktalarda ayrışacağımız, hangi noktalarda benzeşeceğimiz/birleşeceğimiz… Biz de sizler gibi, birbirimizin yazdıklarını dergi yayınlanınca göreceğiz. Sonuca biz de sizlerle birlikte tanık olacağız. Ortaya ne çıkacağını biz de merak ediyoruz. Böylelikle eleştiri türü üzerine bir “deney” gerçekleştirmiş olacağız belki…

Köksal Alver, Bahane, İz Yayıncılık, 2015
Köksal Alver, Bahane, İz Yayıncılık, 2015

Üzerinde düşünmeyi deneyeceğimiz ilk eser Köksal Alver’in üçüncü öykü kitabı Bahane…

ABDULLAH HARMANCI:

Köksal Alver’in üçüncü öykü kitabını okurken, ilk iki öykü kitabı hakkında yazı yazmış olmanın rahatlığı içindeydim. Gramerini çözdüğüm(ü düşündüğüm) bir yazarın yeni kitabını okumanın zor bir iş olmayacağını sanıyordum. Oysa öyle olmadı. Bu bir “zehap” imiş.

Bakın neden: Köksal Alver öykücülüğünü anlamamızı kolaylaştıracak anahtarlardan biri, geleneksel olan ile modern olanın çatışmasıdır ve bu çatışma daha çok modern şehirlerdeki pratikler üzerinden verilir. Gökdelene “kuş pisliği” gözüyle bakılması belki de her şeyi izah eder. Ancak Alver öykücülüğünü bu örnekle açıklamaya kalkışmak indirgemecilik olacaktır. Bunun sebebi sadece hiçbir öykünün işlediği temaya indirgenemeyeceği gerçeği değil, Alver’in şematizmlere düşmeyecek kadar d i k k a t l i bir bakışa sahip olmasıdır. Gerek tekrara düşmekten gerekse bildik şematizmlerden korunmak adına, Alver, kendi öykücülüğünü, ilk başta onu tanıdığımız “gramer”inden, “poetika”sından uzaklaştırmaya çalışmaktadır.

Kendi öyküsü üzerine düşünen her öykücü, öykü yazma serüveni devam ettikçe, derinleşmek ve genişlemek yöntemlerinden birisini ya da ikisini birden deneyerek yolunda ilerlemeye çalışır. Derinleştirmek ve/veya genişletmek… Öyküsüne yeni havzalar açmak için, her öykücünün uyguladığı politikalardandır. Alver,Bahane’de, sanatına yeni havzalar ararken, her ikisini de denemektedir. Bahane kitabının son üç öyküsü, yazarın öykücülüğünü hem genişletmek hem de derinleştirmek istediğinin bir delili gibidir. Burada söz konusu olan sadece öykülerinin tematik repertuarının genişletilmesi değil, aynı zamanda “açık yapıt” diye anılan eser tarzını denemeye çalışmasıdır.

Çünkü Alver öykücülüğünün belki de en “yumuşak karnı”, mesajlarını, dertlerini mümkün olduğu kadar açık bir biçimde ortaya koymasıdır. Kitabın son üç öyküsü bu sorunu çözmek üzere yazarın -bilinçli olarak ya da yazarlık içgüdüleriyle- harekete geçtiğini gösterir. Bunun dışında da, kitapta bir çatışma ortaya koymayan, bir “medeniyet” meselesini gündeme taşımayan ya da doğrudan taşımayan, şehirden, çevresinden bazı insanların gözlemlenmesi şeklinde kotarılmış öykülerin çokluğu dikkat çekmektedir. Bu da hem genişleme hem de derinleşme çabasının bir ürünüdür. Köksal Alver, bir şematizme düşme tehlikesi içinde olduğunu fark eder ve dünyaya karşı bir teenni ile yaklaşması gerektiğini düşünür.

“Serçe ile Jaguar” öyküsü, bir yazarın kendini, kendi metni içinde eleştirebileceğini ya da bir şematizm hatasına düşmekten alıkoyabileceğini gösterir. Bütün serçeler iyi, bütün jaguarlar kötü değildir. Hiçbir öykü temasına indirgenemez. Zira o temayı taşıyan dil ve yapı, alışılmış konulardan olağanüstü metinler ortaya çıkartabilir. “Kentsel Dönüşüm Geldi!!!” öyküsü, bir çocuk tekerlemesinin yansılanarak ne kadar özgün metinler ortaya konabileceğini gösterir. Genellikle yarım, eksiltili cümlelere yaslanan yazar, yeniden okumak isteyeceğiniz, tekrarlardan yararlanan, dilin “iletişim” gücünden ziyade “estetik haz verme” gücünü önemseyen yönüne ağırlık verir.

Daha önce bir yazımda konu ettiğim “Köksal Alver estetiği”nin önemli umdesi olan “abartma-ma” prensibi, belki de zaman zaman terk edilmelidir. Çünkü “Avare” öyküsündeki eksiltili cümlelerin abartılması harikulade bir öykü çıkartır orta yere. Halbuki “Her Siteye Bir Dede” öyküsünde dil, bu estetik hedefini büyük oranda iletişimsel olana devrederek öykünün gücünü zayıflatmıştır.

İSMAİL ÖZEN:

Tanıdığımız, oturup sohbet ettiğimiz bir yazarın eserini Rus biçimciliği ve yapısalcılık gibi metin merkezli eleştiri teorileri adına hiç tanımadığımız bir yazarın eseri gibi okuyup değerlendirebilir miyiz, diye düşündüm Bahane’yi okurken. Gerçekten sanatçısından bağımsız bir eser olabilir mi? Salt metne bağlı kaldığımızda metni anlama konusunda daha dolambaçlı bir yolu tercih etmiş olmuyor muyuz? Bir metinde yazarın sesini duymak bizi rahatsız eder ama bir taraftan da en nihayetinde metni yazarın sesini duymak için okumaz mıyız? Ben eserleri değil, hep yazarları okumayı tercih ettim. Öte yandan bütün büyük yazarların en büyük eserleri gerçekten otobiyografik izler taşıyanlar değil mi? Bir üçüncü sayfa haberini öyküleştirdiğimizde bile nihayetinde kendi algımızı, bakış açımızı sunmuyor muyuz okura vs. vs.

Bahane’yi elime aldığımda birkaç paragraftan sonra sanki okumayı bırakmıştım da Köksal Alver konuşurkenki cümle kurgularıyla, konuşurkenki tonlamalarıyla öyküleri kulağıma fısıldamaya başlamıştı. Buffon’un “Üslup bütünüyle insanın kendisidir.” sözünü anımsadım bir kez daha. Bahane’de kendi dilini, kendi üslubunu hatta kendi kişiliğini, zevklerini tanıyan ve bütün bunlarla barışmış bir yazarın keyifli keyifli anlatışına tanık oluyoruz. Özellikle “Eylen Yolcum Eylen” ve “Bahane” adlı öyküler yazarın algısının, zevkinin en çok yansıdığı metinler. Kendini türkülere vermiş, kalbi Anadolu sevgisiyle atan bir yazarın modern hayattan kaçıp Anadolu’nun ücra kasabalarında, köylerinde, dostluğa, sevgiye, hasbiliğe, tüm yitiklerimize doğru yaptığı yolculuk olarak okunabilir bu öyküler.

“Bitli”, “Gevezelik”, “Heykel”, “Başka Bir”, “Avare”, “Kentsel Dönüşüm Geldi!!!”, “Her Siteye Bir Dede” gibi öykülerde bazı küçük ayrıntıların dışında sosyolojik bir bakış açısıyla kaybedilen değerler üzerinden modern hayat eleştirisi yapılmış.

“Eşik”, “Akşam Yıldızına Baka Baka” ve “Islak” adlı öyküler ise mümin bir kalbin zikri, yakarışı olarak okunabilir.

“Arzuhal”, “Hınzır”, “Yorgun Yazar”, “Eskiyen” ve “Hikâyeci” öyküleri genel itibariyle yazarlık olgusunu ele alan metinler.

“Komik” ve “Gürsel” ise daha çok karakterlere odaklanmış öyküler.

İlk iki kitabını da göz önüne alarak Köksal Alver’in öykülerinin çatışmasız, gerilimsiz, olaysız olduğunu söyleyebilirim. Öykülerde cümleler bizi bir sona, okurda oluşturulmak istenen bir etkiye taşımaz. Hem biçim hem içerik olarak çerçevesi belirgin olmayan yumuşak, hasbi metinler. Hatta bu anlamda metinlerin öykü sınırlarını zorladığı, denemeye yaklaştığı da söylenebilir. Mesela “Arzuhal” ve “Gevezelik” bu gözle okunabilir.

MEHMET KAHRAMAN:

Köksal Alver öykülerini okurken elimizde üç önemli parametre vardır; yol, şehir ve gelenek. Hakkında yazılan neredeyse bütün yazılarda bu üç tema hep söylenmiştir. Ben de belirtmeden geçmeyeyim, çünkü söyleyeceklerim bu konular üzerinden olacaktır.

Yolu önemser Köksal Alver. Onun için yolda olmak hayatta olmakla eş değerdir. Çünkü yol insana çok şey öğretir. Kendi olmayı, kendini dinlemeyi, insanları tanımayı, velhasıl hayatın künhüne vakıf olmak için yolda olmak gerekir. Kitabın ilk öyküsü “Eylen Yolcum Eylen”de bir yol halini öyküleştirir. Yolculuk sırasında baharın taze kokusunu duyar, türkü dinler, başka hikayelere ortak olur.

Alver’in öykülerini okurken farklı bir yaşama sevinci duyarım ben. Sanki kaçırdığım şeyleri bana geri veriyor gibidir. Buna bir nevi hatırlatma da diyebiliriz. Yazarın gördükleri, önemsedikleri ve bunların hayata kattıkları yabana atılacak şeyler değildir. Yolda ya da şehirde “Bunlar önemlidir,” der bir bakıma. “Görmeden geçme, onu hisset. Böyle yaşama dokunabilirsin ancak.”

Şehir ve şehre ait olan her şeyin Alver’de ayrı bir yeri vardır. İstanbul, Erzurum, Konya isimleriyle dikkat çeken şehirlerdir. Şehir insanın yaşamını belirleyen temel unsurlardan biridir. Mimarisi, yapılaşması, sosyal mekanları şehre ruh katar. Ruhsuz şehir insanı yorar. Onun hayat kalitesini düşürür. Yazar bir eleştiri olarak şehirleşmeye de dikkat çeker. Çevgen’de gökdelenleri gökte bir “leke” olarak görürken, “Köprübaşı” öyküsünde ise tarihi camilerin boynuna urganlar vurulmuş gibi görür.

Kaybedilen manevi hayat, önemsenmeyen değerler öykülerinde yer tutan bir başka temadır. Muhabbet eden, karşısındakini dikkatle dinleyen karakterler vardır öykülerinde. Yanındakine, doğaya, atalarına saygılıdır kahramanlar. Geleneğin bir başka temsilcisi dede figürü insanlara neleri kaçırdığını anlatır. “Her Siteye Bir Dede” öyküsü bunun en güzel örneğidir. Burada güvenlikli sitelerdeki hayatlara eğilirken, çocukların nasıl bir atmosferde büyüdüklerini ortaya koyar. Dedenin hayattan çekilişi ve tekrar hayata dahil edilmesi ilginçtir. Yalnızlaşan dedelerin evden camiye, camiden eve gidilen dünyalarının bir proje ile değişmesi manidardır. Günümüzün moda tabirlerinden biridir “proje”. Artık herkes proje derdindedir. Projesi olan konuşur. Dedelerin hayata dahil edilmesi bile proje konusu olmuştur.

Köksal Alver hayata dokunan bir öykücüdür. Aslında her yazar bu hayatı yaşar ve hayata dokunur. Hiç kimse hayatın dışında değildir. Fakat Alver’in öyküleri hayatta olması gerekenleri hatırlatan öykülerdir. Yaşam böyle olsa ne güzel olur, dersiniz. Bir derdin etrafında şekillenmiş öykülerdir yazdığı. Söylemek istediklerini öykünün unsurlarını göz ardı etmeden söyler.

Bazı öykülerinde, öyküye dair önemli ipuçları verir. Kendi öyküsünün de kurallarıdır bunlar bir bakıma. “Öykünün tek kaynağı hayattır,” der mesela. “Öykü ne kadar hayatın içinde, o kadar iyidir; öykü ne kadar hayata bigâne ise, o kadar berbattır.” Hayatın içindedir Alver. Yaşamak için de yazmak için de bir bahanesi vardır.

“Böyle dolaşmayı seviyorum. Çünkü şaşırmayı seviyorum. Hayret etmeyi. Her şeyin olağan, kamusal, programlı ve saat gibi işlediği bu düzenden bıktığım için mi? Neden olmasın. Hayreti, sürprizi, insanı güzelleştiren ihtimalleri karşılamak için. Sabah-akşam, gece-gündüz. Bir şaşırma, bir hayret yakalama aşkı diyelim buna. Daha ötesi de var ama burada duralım.” (Bahane, s. 19) Bu alıntının Alver’in öykü dünyasını da açıkladığı düşüncesindeyim. Rutinin içinde kaybolup giden insanın etrafına karşı ilgisi olmaz. O yüzden bakışları da sıradandır, hiçbir şeyde farklılık görmez. Dikkat dahi etmez. Alver öyküleri bu bilinçle okunduğunda daha anlamlı gelir bana.

BETÜL OK:

Bilindik anlatma yöntemlerini tercih etmeyen yazar, diğer iki öykü kitabından (Saklı Yara, Çevgen) izler taşısa da, Bahane’de farklı bir tarz benimsemiş. Kitapta yirmi üç öykü bulunuyor. Sosyolojik ve toplumsal analizler, tipler, sorunlar ete kemiğe bürünerek hayatınıza dahil oluyor. Kısa kısa öykü denilen yazım tekniğini de uygulayan yazar, başarılı bir betimleme sahasıyla okuyuculara sanatsallığa varan sadelikte bir okuma imkanı sunuyor. Öyküler bireysellikten yola çıkarak, genel insan tipolojisini tasvir ediyor. Anlatıcı genellikle erkek ve hareket halinde. Gözleme ve iç seziye de aynı oranda yer veren yazar, gündelik ilişki biçimlerini, kaygıları, hırsları, sınıfları anlatmakta.

Başarılı bir portre çizen Alver öykülerinde, daha çok “yaşanmışlık” duygusu hissediliyor. “Hikâyeci” adlı öyküde de bahsettiği gibi, yazar, öykünün kaynağını hayatta buluyor ve gücünü hayattan alıyor. Öykülerin kısa tutuluşu okuyucu için anlaşılır bir dil oluşturuyor. Dil, sade ve süsten uzak. Bütün öyküler domino taşı gibi yerine oturuyor. Genellikle son vuruş dediğimiz olaya Alver öykülerinde pek rastlamıyoruz. Bilinen, garipsenmeyen, tanıdık ve bizden olan dertler hal dili ile anlatılıyor. Alver, sanatlı söyleyiş ve yoğun betimleme kullanmayarak öyküleri anlaşılır kılıyor.

Okuyucu için, anlaşılır öykü mü, yoksa kişiyi hayale ve düşünmeye iten öykü mü makbuldür, bu tartışılabilir. Genellikle diğer kitaplarındaki çizgisini koruyan yazar, biçim ve söyleyiş değişikliğini denemekte fakat bunu abartmadan yapmaktadır. “Kentsel Dönüşüm Geldi!!!” adlı öykü, biçim değişikliğinin en bariz örneğini teşkil etmektedir. Alver, öyküde gerçeklik sorunsalına karşı, orta bir çizgi tutturmuştur. Yaşanmışlık ve düşünsellik arasındaki ince çizgi, öykülerinde gözetilen ilk meseledir. Odak her zaman insan, toplum ve hayattır. Bunun yanı sıra dini değerler, alçakgönüllülük, iç sorgulama metinlerin ana temasını oluşturuyor.

“Geçende” adlı öyküde cinsiyet öykünün kaderini de belirlemektedir. İster kadın, ister erkek anlatıcı, isterse de tanrısal bakış açısı olsun yazar hepsine aynı mesafede duruyor. “Komik” adlı öyküdeki kişiyi tahmin edebiliyor, “Gürsel” adlı öykünün gerçek olduğunu düşünüyorsunuz. Öyküdeki kişiler kendinden memnuniyetsiz değildir ama sürekli iç sorgulamalarda bulunurlar. Öykülerde abartılı olmayan şekilde şiirsellik ve duygusallık vardır. “Avare” adlı öykü belirli bir ritme sahiptir. Kahramanlar sokaklarda gezinir, semt isimlerini sıralar, insan hallerini betimler. Yazar yoğun gözleme başvurur. Mekanların insanlar üzerindeki etkisi kaçınılmazdır. İç dünyaya yönelik eleştirel bir tavır takınır.

Bahane’de doğaya, şehirlere, kimliklere rastlıyoruz. İşin ucu eninde sonunda insana, mekana dokunuyor. Sanat ve edebiyat, şehirler, ucube dediği “Toki”ler, hayatımızın orta yerinde leke gibi duran yapılar insan ile buluşuyor ve sonra ayrılıyor. “Her Siteye Bir Dede”, “Kentsel Dönüşüm Geldi!!!”, “Serçe ve Jaguar” öyküleri modernizm eleştirisi olarak ele alınabilir. “Serçe ile Jaguar” adlı öykü, sınıf farkı, geleneksel-modern ikilemi, önyargı üçgeninde işleniyor. Sosyolojik arka plana sahip öykülerin derlendiği kitap, kendine has oluşumu ile insan ve hayatı aynı potada buluşturan Köksal Alver imzası taşıyor.