Ben Ala Geyik ve Diğer Masallar

Ruhum gezerken uzak diyarları ben, oturduğum yerde anlatacağım hikayeleri düşlerdim.
Ruhum gezerken uzak diyarları ben, oturduğum yerde anlatacağım hikayeleri düşlerdim.

Üç gün evvel Yuva’dan ayrılmıştım. Kendi hikayeni anlatma vakti geldi, dedi babam, başkalarının hikayesini anlatmaktan sıkılmadın mı? Sıkılmamıştım ama aile böyledir, senden bir şeyler bekler. Onları gururlandırman gerekir, onları gururlandırman Engru’yu gururlandırman demektir.

Dar patikayı adımlıyor, yavaş yavaş dağı sırtlıyorum. Ayağımın altında ezilen yeşil otların canlılığı biraz önce dinen yağmurdan olsa gerek. Kokusu ormanın, her zamankinden daha yoğun… Derinin içinde oynattığım parmaklarım, havadaki nemden ıslak geliyor. Çıkarıp ayakkabımı, yoklasam tabanımı, kuru olduğunu göreceğim. Soğuk ama kuru… Gün yarılamadan sırtı aşar düzlüğe varırım, biliyorum. Bu yolları daha önce de geçmiştim, hatırlıyorum.

Ağaçlar umursamaz, der bir şarkı, kuşların ötüşmesini, yeri tutup elleriyle göğe uzanırlar, af diler gibi… Ağaçlar bilmez bizim nefes aldığımızı, evin yolunu arar dururuz. Altım orman, üstüm orman… Eskiler, ormanda kaybolmuş bir çocuktan bahseder, öyle kaybolmuş ki çocuk, şimdi bize rehberlik eder. O çocuk, ben değilim. Susadığında su iç ormanda, acıktığında yemiş ye.

Hafif bir patırtı oluyor sıklıkta, sağ elim sadağıma gidiyor; sol elimle yayımın ahşabını kavrıyorum. Ne bir ok çekiyorum sadaktan, ne de yayı geriyorum, yok yere. Nefes alıp verişimi ben bile duymuyorum. Olduğum yerde çalıları gözlüyorum, yaşlı ağaçların gölgesinde bitmiş dikenli çalıları… Üzerinde mor, mavi yemişler taşıyan… Yeşil yemişler, ham… Sağ dizimi hafifçe kırıp sol ayağımla yarım adım atıyorum. Çıt, ediyor eklemlerim, bu sesi sadece ben duyuyorum. İki ufak boynuz, genç bir ağacın çıplak dalları gibi uzanıyor çalıların arasından. Duacı iki el gibi uzanıyor göğe, şarkı geliyor aklıma. Yaş yaprakların arasına gizlenmiş yumruk büyüklüğündeki kafayı farkediyorum, emanet gözlerle beni yokluyor. Adımımı tamamlıyorum. Boynuzlu tavşan, çalıdan fırlıyor, yokuş aşağı sekerek uzaklaşıyor. Aradığım sen değilsin.

Aradığın o değil, diyor bir ses. Aradığın benim, sesi kulağımda. Ağır adımlarla yoluma devam ediyorum.

Üç gün evvel Yuva’dan ayrılmıştım. Kendi hikayeni anlatma vakti geldi, dedi babam, başkalarının hikayesini anlatmaktan sıkılmadın mı? Sıkılmamıştım ama aile böyledir, senden bir şeyler bekler. Onları gururlandırman gerekir, onları gururlandırman Engru’yu gururlandırman demektir. Engru, gururlanmayı sever mi, yoksa umursamaz mı bilmiyorum. Bilseydim dağ bayır gezmez şaman olurdum, şaman olsaydım belki her şey biraz daha kolay olurdu. İki totem diker dua ederdim, tütsü yakar, duman üflerdim. Ruhum gezerken uzak diyarları ben, oturduğum yerde anlatacağım hikayeleri düşlerdim. Kimse bana el vermedi, kimse sana elvermezse babanın yolunu yürürsün, attığı adımları izler, bastığı toprağa basarsın. Patikalaşmış bir yolun yolcusu olmak her daim daha kolaydır.

Son gece, ayrılmadan Yuva’dan babamı görmek istedim. Karanlık gecede, ateşin başına çömelmişti. Ben ona uzak, Yuva’nın hemen dışında ıslak çimlere uzanmıştım. Annem görse kalk başka yere geç, üşütürsün derdi, babam görse, bilmiyorum. Göremezdi de, uzun süredir ateşin başındaydı, ateşin içindeydi, başını göğe çevirse yıldızları da göremezdi. Ben görüyordum. Bir ara, çok kısa bir süre uykuya daldım, rüyamda bir geyiğin ihtiyar boynuzlarını gördüm, yedişerden uç vermişti, ay ışığında parlıyordu, büsbütün ıslaktı. O gece öyle geçti. Babam, kor, kül olana kadar ateşi bekledi, sonra gözden kayboldu. Hâlâ ordaysa da, bilmiyorum. Yanına gidemedim, başka zaman belki, kendi hikayemi anlatmaya giderim.

Sabah gün doğmadan hazırlanıp yola koyuldum, içimde bir iş görmenin saadeti. Annem uyanıktı, erzak hazırlamış, kumanya. Elini öptüm uzaklaştım. Doğuya, dağlara doğru yürüdüm. Yuva geniş bir yayladır, çimden bir okyanus düşleyin, yer yer dalgalı ama daima dingin, fırtınasız. Kıllı atların, yılkıların gezdiği, kara kışta nadiren aç kurtların indiği… Hasmın zahmet, hısmın tercih etmediği. Bunu ben söylemedim, bunu dedem söyler. Bense ne bir hasım ne bir hısım gördüm şu yaşıma kadar. Dediği doğru olsa gerek.

On dördümü devirdim ama bu benim Yuva’dan ilk ayrılışım. On birini devirdiği gün on bir damızlığı peş peşe yere sermiş bir akranım var. O, ben değilim. Olmak da istemezdim. Şimdi herkes ona Onbirin diyor. Böyle bir isim istemezdim, dedeme böyle bir isim istemediğimi söyledim. Yattığın yerde doğrulmazsan isimsiz kalırsın, dedi, kimse sana seslenemez. Kimsenin seslenemediği birinin varlığından şüphe duyulur. Babam benim varlığımdan şüphe duyuyor olmalı. Ben kendi varlığımdan nasıl şüphe duyabilirim. Annem doğum sancılarını nasıl inkâr edebilir.

Ağır adımlarla sırtı aştım, düzlüğe varmış olmalıyım, arazideki eğim sona erdi. Her yanım ağaç, buradan doğuya dünyamız orman. Gökyüzünü örtmüş yaprakların arasından, huzmeler halinde inen güneş zaman zaman gözümü alıyor. Bu hoşuma gidiyor. Kuzeye doğru yürürsem ormanın içinde bir açıklığa çıkacağım, biliyorum. Orada biraz ısınıp, sabah serinliğini üzerimden atabilirim. Tıpkı bir kertenkele gibi, ya da bir ejderha…

Daha önce oraya gitmiştim. Ağaçların çemberlediği bir daire; merkezinde döşek genişliğinde bir kaya yatıyor, yassı, yumuşak, çelik bilenir cinsten, hatırlıyorum. Kayanın kökleri yeryüzünün merkezine tutunur, yerinden oynatabilen zelzeleye sebep olur. Vakti geldiğinde Engru, o kayadan tutup arzı sırtlanacak. O günü de görmüştüm, ilk defa babam bana anlatmıştı. Sonrasında ben soyuma anlatır oldum ki, babamın o gün bu gündür ağzını bıçak açmaz.

Babamın ismini nasıl edindiğini ilk dinlediğimde, işte bu demiştim, işte bu destandır ve isim böyle alınır. Soyumun sevdiğim hikayelerindendir. On ikisinde, o da benim gibi doğuya yol almış, yaylayı koşmuş, dağları tepe etmiş. Haftalarca ormanı, yabanı dolanmış. Ay var ki, kendi canavarını aramış durmuş, ne çare. Babamın bahtından mıdır bilinmez, ne vakit bir av hayvanına rast gelse, ya yaralı, aciz ya da yavru imiş. Avlanmak için vardığı ormanda bütün kış, şifa eylemiş, annelik etmiş. Öyle ki baharla beraber orman ahalisi, babamın peşinden ayrılmaz olmuş, içtiği sudan içip, gölgesinde soluklanırmış.

BEEEN, derdi babam hikayenin bu kısmına geldiğinde, sesi olduğundan gür çıkardı. Nice ümitlerle geldiğim bu diyarda, ejderha avlamayı düşleyen yiğit ben, gün şifacı oldum, deyip Yuva’ya nasıl dönerim. Babam böyle düşünürdü ama benim için şifacı olmanın bir mahsuru yoktu. Onun aksine hayatın hep mistik bir yanı olduğunu sanıyorum. Bu can almaktan korktuğum manasına gelmez, ikisi arasında bir denge vardır. Av ile avcı arasında bir bütünlük. Bakmayın öyle, bunları da ben söylemedim. Bunlar da dedemin sözleri, beni yakaladıkça öğütlerdi. Sonra dönüp anneme, bu çocukta akıl var ama fikir yok, derdi. Ne var, ne yok bilmiyorum ama dedemin, soyumda sahip olduğu rolü oynadığının farkındayım. Öğütleri hafızamda yer ettiğine göre, işini iyi yapmış olmalı.

Dedemin adını zikredemem, saygısızlık olur, tıpkı babamın adını zikredemediğim gibi, akranım değiller. Ancak manasını söyleyebilirim, bunu yasaklayan bir anane bilmiyorum. Dedemin adı söğüt cini demek, isminin hikmetini, serüveninin hikayesini soyumda bilmeyen yok. Belki on nesil vardır ki soyumda anlatıla gelir. Gitti de dönmedi, o ismini alamadan ismi onu aldı, gibi gibi… Bu alameti ilk işittiğimde aklım, dedemin tabiriyle tek sahip olduğum şey, allak bullak olmuştu. Zira babamın, dedemin ikinci eşinden beşinci, toplamda yedinci ve nihayetinde en küçük evladı olması ve babamın en büyük üvey abisinin vefatının ardından iki yüz elli kış geçmiş olması ayrı bir sırdır. Muhakkak hikayeyi görenler, bu tuhaflıklara şaşırmayacaklardır ki, hikaye şöyle buyurur.

Dedem on yedisine geldiğinde, babam gibi, benim gibi doğuya, yaylanın ötesinde büyük ormana yol almış. Yüzünü doğuya dönmek bizde soy âdeti değilse bile kaderidir. Dedem, babama benzemez, yabana düşüp avını avlamak, avının kanında allara bulanmak, postunu başına, etini sırtına yüklenip evin yolunu tutmak için hevesli değilmiş. Bir süre soyun şamanından el beklemiş. Yalnız yaşayıp, tek kelam etmemiş; oruç tutup, uyku uyumamış. Ancak ne bir gündüz görüsü, ne de bir gece düşü dedemin duasına cevap vermiş.

Dedem, babama göre makul adamdır, ona verilene rıza gösterip, alamadığını arkasında bırakarak yola koyulmuş. Her yol bir maceraya çıkar, der dedem, önemli olan karar vermendir. Sanırım bu sözü başka birinden duymuş olmalı, çünkü her seferinde farklı şekilde dile getiriyor. Yollar nehirler gibidir, macera denizine dökülür. Yola çıkmaya karar verirsen, maceraya atılmaya karar vermişsindir, gibi gibi… Hâlâ hayatta ve ölümü bekleyecek kadar yaşlı değil, bir gün bu söze son halini vereceğine eminim. Ama dediğinde haklıydı, karar vermişti ve yolunun yolcusuydu.

O yol, dedemi ormanın içinde ıssız bir göle çıkarmış, hiçbir zaman o göle nasıl ulaştığını anlatmadı. Öyle tahmin ediyorum ki kendisi de bilmiyor, önce kayboldum ve sonra orman bana rehberlik etti, diyor. Belki de eskilerin anlattığı o kaybolmuş çocuk dedemdir, bilmiyorum. İşte oradaydı; göl, ay ışığında uslu uslu üçüncü uykusunu uyuyordu. Hemen kıyısında devasa bir söğüt, sudan yeni çıkmış gibi dikiliyordu. Kökleri uzun uzun adamlara benziyordu ve gölün karanlığına doğru kayboluyorlardı. Dalları, ıslak kadın saçları gibi salık, gölün pürüzsüz yüzeyine değiyordu. Gece, mavi, siyah ve biraz da mordu. Sonra yeşil bir ışık, yer yer sarıya çalarak söğüdün içinden uzadı. Uzadı uzamasına ama uzadıkça surete bürünüyordu.

Dedem bu görülmemişlik karşısında, korkmadığını sadece üşüdüğünü ve heyecanlandığını söyler. Söğüdün içinden ilk önce tek kolunu uzattı ve başını çıkardı. Daha sonra ikinci koluyla destek alıp gövdesiyle yükseldi. Söğüt cininin göğüsleri belirdiğinde, dedem onun kadın olduğunu anladı. Cin, göz kapaklarını açtığında, dedem hemen karşısındaymış. Ne vakit ona bu kadar yaklaştım, farkında değildim. Ama gözlerini açtığında iki adım ötesindeydim ve gözlerinde yıldızlı gece vardı. Cin, dedemi söğütteki dünyasına çağırmış. Gelemem. Yalvarırım gel, burada tek başımayım. İlk yağmur toprağa düştüğünde filizlendim. O günden bu güne yalnızım. Lütfen, yanıma gel, evimi şereflendir. Onu reddedemedim. Dedemin söğüde girmesinin ardından söğüdün gövdesinde açılan yarık kapanmış.

Başka bir dünyadaydım, ortalıkta ne söğüt kalmıştı, ne orman. Hiçbir şey yoktu, çıplaktık, ben, evren, cin… Mutsuz değildim, sadece üşüyordum. Mutlu da değildim, mutlu olmam için bir sebep yoktu. Bana kendi diyarından masallar anlattı, anlattığı masalların teki bile bir insan ömrü gibi uzun ve doyurucu geliyordu. Cin çocuklarını uyutmak için anlatılan masallardan bazılarını şaşkınlıkla dinledim. O masallarda, insanlar konuşuyormuş, nasıl olur? Hayretle, evet, demiş dedem, gördüğün üzere biz zaten konuşuyoruz. Hayretle, evet, demiş cin, sayende masallarda gibiyim. Masal ve muhabbet faslı tüm gece sürmüş, nihayetinde dedem, benim artık ayrılmam lazım, ardımı gözleyenler var, demiş. Hayatta müsaade etmem, en azından bir gece daha kal. Peki, demiş dedem.

Sonraki sabah şansını bir kez daha denemiş, hadi kal sağlıcakla, demiş, izin ver yolcu yoluna gitsin. Lütfen, demiş cin, bir gece daha kal. Sen geldiğinden beri pek keyifliyim, yokluğunda ne yaparım. Dedemin demesi, cinin ısrarı bir hafta on gün sürmüş. Dedem, eve dönemeyeceğini anladığında misafir donundan sıyrılmış, yapışmış cinin boğazına. Ecel korkusuyla cinin gözlerindeki yıldızlar bir bir düşmüş, gözleri bulutlu geceye dönmüş. Dedem der ki, söğüdün karnı açılıp, ömrümde ikinci kez dünyaya geldiğimde bebekler gibi ağladım, serin havayı hatırlarım, ciğerlerimi yakıyordu.

Aradığın benim, dedi aynı ses. Etrafımı kolluyorum, kimseler yok. Derinliklerine doğru ilerledikçe orman, daha bir tenhalaşıyor. Ama biliyorum, oralarda bir yerde avım beni bekliyor. İşittiğim ses onun. Babam böyle bir şeyi hayatta tahayyül edemezdi. Dedem böyle bir şeyi düşlerdi. Annem, ayağını ıslatma oralarda, sıkı giyin, üşütme, derdi. Ben, sadağımdan bir ok çekip yaya yerleştirdim, germedim, ayaklarım kuru adımlarla ismimin peşinden gidiyorum. Bana verilene razıyım, beni bekleyene. Güneş yatıyor. Yer yer aralıklardan gökyüzünü kesiyorum. Bulutlar geliyor, uzak ülkelerden, ormanın ülkesine… Yeryüzünün üstüne perde iniyor, bu fevkalade hızlı olup bitiyor. Dedem, misafir donundan sıyrılıyor ve hepimiz bir söğüt cininin gözbebeğinde yaşıyoruz, bilmiyorum. Birazdan yağmur başlayacak. Aradığın benim. Sesi şimdi bir çizgi gibi görüyorum. Kuzeye yöneliyorum, artık damarlarımda hissetiğim bir yakarış, beni çağırıyor. Yürümenin manası yok, ismime koşuyorum.

Çok geçmeden yağmur düşüyor, ilk sesini işitiyorum yaprakların. Orman hemen başımın üstünde cibinlik... Toprak suya doymadan, hızlanıyorum. Önümde bir tümsek beliriyor, ihtiyar bir çınarın kökleri sırttan aşağı uzanmış. Üzerine koşsam beni kucaklayacak, sımsıkı sarılıp annem gibi bağrına basacak. Yosunsuz köklerden birine basıp boyumca zıplıyorum. İhtiyarın arkası açıklık… Orman sıklığında bir çember… Merkezinde o yassı kaya yatıyor. Belleğimde bir ışık, burayı hatırlıyorum. Babamın hikayesini anlatırken defalarca ziyaret etmiştim. Sahi babamın hikayesi yarım kaldı, onu bitirmeliyim. Kendi serüvenimi nihayete erdirmeden, son bir kez babamı yâd etmeliyim. Böylece dilimdeki duaya artık bir son vermiş olurum.

Önce orman, derdi babam, av da avcı da ordadır, orman bizi kuşatan, orman arzdan içeri. Bunları bana o söyledi ama ona ait olmadığını biliyorum. İspat edemesem de, babamı, nasıl konuşacağını bilecek kadar iyi tanıyorum.

Önce orman, çünkü av ile avcı iç içe. Baharla beraber uykusundan uyanan boz ayı, aç. Kendi rızkını aramaya çıkmış. Adım attığı yönde genç ayının, ağaçlar eteğini toplar. Orman ehli babamın dizinin dibinde… Aman diliyorlar, aman. Babam yassı kayanın üstünde canavarını bekler, manevi evlatları arkasında huzursuz... Ayı, açıklığa vardığında karşısında babamı görür. İlk hangisi atıldı, bilmiyorum. Gözümü kapayıp açtığımda el ense güreşe tutuşmuşlardı. Günler gece oldu, geceler gün. Babam, canavarını yassı kayaya yatırıp, aylarca sabırla bilediği bıçağını boğazına çaldığında orman, derin bir sessizliğe gömüldü. Karnını yarıp organlarını döktüğünde aç kurtlar, onu izlemek için çembere dâhil oldu. Hepsi oradaydı, der babam. Kurt oradaydı, karaca orada; çakal oradaydı, tavşan orada; tilki oradaydı, sülün orada; atmaca oradaydı, çulluk orada… Canavarın postunu sıyırıp başına geçirdiği vakit babam, çember boşalmıştı; artık kimseler yoktu. Sağa baktım, sola baktım, kimseler yoktu. Evlatlarım gitmişlerdi. Ormana geldiğim gün gibi öksüz kaldım ve anladım; orman ehline orman, âdem ehline Yuva gerek.

Çemberin merkezinde soluklanıyorum, yağmur tüylerimin üstünden kayıp yassı taşa düşüyor. Canavarın kanı temizleniyor; babamın duası son buluyor. Aradığın benim. Sesi bir kez daha gözlerimin önünde... Arka ayaklarımla destek alıp tüm gücümle orman sıklığına dalıyorum, babamı arkamda bırakıp. Koşuyorum; ağaçlar, genç ayıya gösterdikleri hürmeti benden esirgiyor. Dalları, dedemin öğütlerinden, babamın bakışlarından ırak, annemin şefkatinden… Önce orman, geyiği avla ve Yuva’ya dön. Yuva’ya dönen bütün yollar çabuktur. Taşlaşmıştır o yol, daha önce niceleri aşmıştır. Dedem aşmıştır, babam aşmış ama bu senin hikayen, diyor aynı ses. Benim hikayem. Dallardan teki gerilmiş tokat gibi gökyüzünde. Tam yüzüme patlayacakken istemsiz sakınıyorum. Başımın üstünde bir ağırlık… Başımın üstünde yaşlı dal… Başımın üstünde bütün arz… Başımın üstünde Engru yükseliyor, yedişerden uç verip duacı eller gibi göğe uzanıyor… Atalarım, hepinizin başımın üstünde yeri var ama bu neyin nesi. Neyin nesi ağzımdaki kuruluk, dilimi bir köpek yavrusu gibi alt dudağımdan sarkıtan yorgunluk… Nedir bu susuzluk, susamışlık.

Sıyrılıyorum arzın gazabından, sıyrılıyorum bir çırpıda, kurtarıyorum kendimi. Önümde dedemin gölü beliriyor, seni de biliyorum son sınavım. Seni de hatırlıyorum, ey söğüt uzanıp dedeme açtığın gibi bana da açar mısın kadim gövdeni? Ama bu senin hikayen… Benim hikayem, diyor bu sefer, şaşırıyorum… Ses gölü işaret ediyor, söğüdün saçları gölü... Yağmur kesiliyor, bulutların dağıldığını görüyorum. Başımın üstünde yıldızlı gök, ateşin içinde babam… Onu Yuva’nın hemen dışında, ıslak çimlere uzanmış izlerken uyanıyorum. Şimdi o anı, sıcak yatağım kadar uzak, dedemin gençliği gibi geçmişte kaldı. Ağaçların üzerinden bütün parlaklığıyla ay yükseliyor. Nuru içimde annem, o da gölü işaret ediyor. Kıyısına gidip diz çöküyorum, kırıyorum ön ayaklarımı. Dilimi usulca göle değdiriyorum, buz. Ürperti doluşuyor bedenime, kana kana içiyorum sudan. Göl önümde hikayem… Göl önümde ismim… Göl önümde ayna… İlk defa yeni yüzüme bakıyorum. Sadece kendimin duyacağı şekilde fısıldıyorum. Aradığım, ben’im.