“Ben Bir Başkasıdır”: Emanet Hikâyeler

Necip Tosun
Necip Tosun

Emanet Hikâyeler çok farklı bir okuma deneyimi sunuyor bize. Mustafa Kutlu’nun adının geçtiği hikâyeye şu cümleler giriyor mesela. “Babamdaki Huzursuz Bacak titremeye başlıyor.” ya da “Beyhude Ömrü tüketmiş gidiyordu.” ya da “Dünyanın devranıdır, hayat birden söner, Bu Böyledir.”

Öykü poetikası alanındaki çalışmaları ile son yıllara damgasını vuran Necip Tosun’un yeni bir öykü kitabı okuruyla buluştu. Mart ayında Dedalus Yayınları’ndan çıkan kitap Emanet Hikâyeler adını taşıyor.

Emanet Hikâyeler, Necip Tosun, Dedalus YayınlarıEmanet Hikayeler’in en bariz özelliği kitapta kullanılan teknik olarak öne çıkıyor. Bir kısmını Hece dergisinin geçmiş sayılarından hatırladığımız on üç öykünün ortak özelliği tasarlanmış bir biçimle yazılmış olması. Kitaptaki hikâyelerde sırasıyla Ahmet Hamdi Tanpınar, Mustafa Kutlu, Oğuz Atay, Adalet Ağaoğlu, Hulki Aktunç, Orhan Kemal, Bilge Karasu, Rasim Özdenören, Sait Faik Abasıyanık, Ferit Edgü, Kemal Tahir, Ömer Seyfettin ve Selim İleri eşlik ediyor okura. Bu eşlik etme sıradan bir biçimde gerçekleşmiyor. Kimi zaman öyküler yazılırken geri planda bir düşünüş, kimi zaman bilinç akışının getirdiği bir zorunluluk, kimi zaman kurguya dâhil olma, kimi zaman bir sanrı halinde ortaya çıkıyor yazarlar. Her hikâyede, adı geçen yazarın eserlerine de yer verilmesi rüya içinde rüya haline kapılmamıza neden oluyor. Gerçek kurgu, okur yazar, hayal ve an birbirine karışıyor.

Emanet Hikâyeler çok farklı bir okuma deneyimi sunuyor bize. Mustafa Kutlu’nun adının geçtiği hikâyeye şu cümleler giriyor mesela. “Babamdaki Huzursuz Bacak titremeye başlıyor.” ya da “Beyhude Ömrü tüketmiş gidiyordu.” ya da “Dünyanın devranıdır, hayat birden söner, Bu Böyledir.” Her öyküde mutlaka bir yazarın adı geçiyor ve baş harfleri büyük, italik yazılan kelimelerle de eser adları veriliyor. Akışa uygun, kahramanların ruh haline uygun, kurguya ve temaya uygun eser isimleri sıradan sözcüklermişçesine dökülüyor anlatıcının ağzından. Sait Faik taksiye binip, ellerinde telefonları ile koşturan kalabalığı izlerken şöyle bir cümle kuruyor: “Köprülerde, meydanlarda, sokak aralarında dolaşır; yorulduğumda bir Mahalle Kahvesi’ne oturur Az Şekerli kahve eşliğinde zihnimde biriktirdiğim fotoğraflara, karakterlere, enstantanelere bakar, onlara hikâyeler, kaderler uydururum.” (sayfa 121)

Tasarlanmış bir tekniğin ötesine geçen ve beni şaşırtan şey ise bu üst kurgunun sadece temaya değil üsluba yaptığı etki oldu. Yazarlardan bahsedip, eser isimlerini de italik bir halde cümlesine uydurup işin içinden çıkmamış Necip Tosun. Hikâyelerin ruhuna girmiş ve üslubu da hangi yazarı ve eserlerini temel almışsa ona benzemiş. Mustafa Kutlu’dan yola çıkan “Yorgun Irmak” öyküsünde biçim; Kutlu’nun üslubunu, geleneksel olanın çağrıştırdığı merhamet dolu sözcükleri bir araya getiriyor sanki. Ya da Tanpınar’dan yola çıkan “Dağların Çağrısı” adlı öykü hayal gerçek arası teması, bu belirsizliği vermek için yaratılmak zorunda kalınan atmosferin belli sözcüklere ihtiyaç duyması hasebiyle ona göre şekilleniyor. Kitabın en zevkli öykülerinden olan “Boşluğun Sesi”; Atay’a dayanıyor ve elbette ondan mülhem bilinç akışı ve çağrışım zinciri, Atay üslubunun kurulmasına neden oluyor.

Adalet Ağaoğlu’nun anlatıcılı, kahramanlı, parantez içli; kısmen sinematografik öykülerini biliyoruz. Emanet Hikayeler’de Adalet Ağaoğlu işlenirken yaslanılan dil de Ağaoğlu’nun diline benziyor. Ya da Rasim Özdenören’i işaret eden hikâyede, Özdenören hikâyelerinden bildiğimiz o sisli ve ürpertili ruh hali, mistik temel, gökler ve çağrı; daha muğlak ve korku dolu sözcüklerle ifade ediliyor. Bu durum bana göre kitabın çoğu öyküsü için geçerli ve bir yazarın bir başka yazara dönüşebilmesinin canlı kanıtı olarak oldukça etkileyici. Necip Tosun’un Modern Öykü Kuramı,Öykümüzün Kırk Kapısı, Öykümüzün Sınır Taşları kitaplarından; söz konusu yazarları zaten ziyadesiyle tanıdığını biliyoruz. Bu özümseme Emanet Hikayeler’de tek öyküde, kolayca bize taşınmış ve yükümüzü hafifletmiş gibi duruyor.

İşin teknik boyutunu geçip öykülerin tematik yanından ve yazarından bahsedelim. Genel anlamda bakacak olursak daha hikâye başlarken bir düzen ve insicam görürüz Necip Tosun hikâyelerinde. Bir tablo vardır hep, yani görsellik inanılmaz bir şekilde ön plandadır. Yazar sürekli bakar ve düşünür. Neredeyse her hikâyede “bakmak” fiilinde çekimlenmiş cümleler vardır. Kahraman bakar ve tasvir eder. Bir görüntüye dalar ve gider. Bazı kahramanlar resimden dışarı çıkar ve hayata meydan okur. Masal gibi akıp giden ya da insanı manzaraya davet eden sahneler yer alır. Bütün bir hayatı resmeden fotoğraflara vurgu yapılır. Bu görüntüler arasında modern bir keşmekeşten ziyade tabiat vardır. Ağaç mutlaka olur, dağlar mutlaka olur, deniz mutlaka olur, gök mutlaka olur kahramanın baktığı yerde.

Merkezden, sesten, gürültüden kaçmak ister insanlar. Çünkü o akışın içine bir türlü dâhil olamamışlardır. Dünya, içinde onlar yokken akar gider sanki ve anlatıcılar bunu mutlaka dile getirirler. “Hasan hiçbir oyuna girmeden, hiçbir şey istemeden, hiçbir şeye arzu duymadan dışarıdan seyretti hayatı. Bir arkadaşı olmadı, bir sevgilisi, bir masalı. Dışarıda karlar savrulurken, güneş mahalleyi yakarken, iğdeler açarken, kalbi hiçbir zaman pır pır uçmadı.” (sayfa 81) Sık sık dile getirilen başka bir şey de boşluktur. Necip Tosun “boşluk” kelimesini tüm tamlama şekilleri ve ek fiil çekimleri ile kullanmayı sever.

“Hiçbir şey biriktirmedin, hiçbir şeyin yoktu çünkü en baştan kırılmıştın, yoktun, boşluktun.” (sayfa 62) veya “Bu yüzden kahvehaneler kendinden kaçan, bir başkası olmak isteyen, içindeki boşluk duygusundan, yalnızlık duygusundan ve kendilerinden sıkılan insanlarla dolu.” (sayfa 67) veya “Çıktığı yerde bir boşluğu dolduramıyor, vardığı yerde bir varlığı olmuyordu.” (sayfa 70) veya “Yaşam içini doldurmuyor, bomboş içinde yankılanmıyor, değen bir şey onda kalmıyor, cam parçacıkları gibi dağılıyordu.” (sayfa 70) Ayrıca neredeyse her hikâyede mutlaka yağmur yağar ve kahramanlar yağmur üzerine felsefi cümleler kurar.

Tamamen yazmak ve yazmayı düşünmek üzerine kurgulanan hikâyelerde herkes doğal olarak bitkindir. Müzik ise bu bitkinliğe bir alternatif olarak öne çıkar. “Dağların Çağrısı”nda ud çalınır, “Körebe”de kız kendini kırık dökük bir enstrümana benzetir, “Şehrin Sesleri”nde taksici aslında müzisyendir. Doğal tınısı hep vurgulanan tabiat, müziğin son noktası ve daima bir kaçış yeridir. Yazarın müzikle kurduğu ünsiyeti satır aralarından okumak böylece mümkün olur.

Yazarından ödünç alınan kahramanların, Necip Tosun’un varlığı, kurgusu ve üslubuyla yeniden şekillenmesi bakımından oldukça dikkat çekici bir çalışma Emanet Hikâyeler. “Ene’l Hak.”tan “Ben bir başkasıdır.” a kadar; hepimizin hikâyesi.

Kitabın son öyküsünde Necip Tosun’un da dediği gibi:

“Sonra bir hikâye kalıyordu geriye her şeyden.”