Ben Bu Kadarım Sevgili Okur, Sen Ne Kadarsın!

Bütün bu karmaşada olan okurluğa oluyor elbette. Edebiyatın temeli sarsılıyor.
Bütün bu karmaşada olan okurluğa oluyor elbette. Edebiyatın temeli sarsılıyor.

Edebiyatımız irili ufaklı yayınevleri, dergiler, sosyal medya hesaplarıyla kesin inançlı bir rekonkistayı arzulayan tavaif-ül mülük devrini yaşıyor. Elindeki kaleme anlam bulma telaşıyla meydana koşan herkes bu kaotik ortamda meşrebine, mizacına mutabık bir kliğe sığınmaya çalışıyor.

“Söylememek harcısı, söylemeğin hasıdır, Söylemeğin harcısı, gönüllerin pasıdır.”

Yunus Emre

Gün geçmiyor ki Türk edebiyatının mutantan kamusunda yeni bir yazarın yazarlığa dair on altın kuralıyla karşılaşmayalım. Tavsiyeler, komiklikler, şakalar, parodiyi andıran ciddiyet, durumun tuhaflığını fark edercesine işin o kadar da ciddi olmadığını ima eden söylemler, masum arayışlar, araklayışlar… Tevrat’taki on emirin hayaleti Türk edebiyatında. Fakat ne tuhaftır ki kuralların hemen hepsinde de fazlasıyla teşvik edici bir hava hâkim. Modern insanın her şeye kadir olabileceğini üfleyen bir zeitgeistin gölgesinde ticari potansiyeli yüksek bir Polyannacılık felsefesi. Sanki büyük bir yokluğun hemen ertesine düşmüş bir edebiyat ve seferberlik ilanı! İfadenin ilk anlamıyla eli kalem tutan herkesin yazar yapılması gerekiyormuşçasına bir teşvik paketi. Varlığını Türk varlığına armağan eden yazarlarımız da büyük vicdanlarıyla bu kutlu kampanya için az çok demeden elinden geleni ardına koymuyor. E boşuna dememişler: Az veren candan, çok veren maldan!

Edebiyatımız irili ufaklı yayınevleri, dergiler, sosyal medya hesaplarıyla kesin inançlı bir rekonkistayı arzulayan tavaif-ül mülük devrini yaşıyor. Elindeki kaleme anlam bulma telaşıyla meydana koşan herkes bu kaotik ortamda meşrebine, mizacına mutabık bir kliğe sığınmaya çalışıyor. Harcıâlemin sağanağı altında kendisine kârlı ve korunaklı bir yer arıyor. Muhayyel bir rantın pazarlanmasından medet umanların teşvikiyle yaratılmış çatılar, klikler, gruplar kendi yarattıkları abes ihtiyaçların giderilmesi için deli gibi çalışıyorlar. Türkiye tam da kendisine yakışanı yaparak bir kere daha bahsi yükseltiyor. Okuma oranlarındaki hayal kırıklığını yazar oranını arttırarak gidermeye çalışıyor. Kampanyanın teması da hazır: Yazar olmak için okumanıza gerek yok, gelin biz size on altın kuralı söyleyelim, buradan yürüyün. Edebiyat dediğiniz nedir ki, yalnızca iyi insan olun yeter, diğer hususları montajda hallederiz.

Bütün bu karmaşada olan okurluğa oluyor elbette. Edebiyatın temeli sarsılıyor. Okurluğun zaten ciddi bir şekilde hırpalanmış genetiğiyle, geleneğiyle oynanıyor. Oysa edebiyat bir cesetse okurluk onun ruhu! Okuru iyi olmayan bir edebiyatın iyi olabilmesi mümkün değil! Edebiyatın adalet ve kemalat dairesinde en nadide yer okurun hesabına kayıtlı tarih boyunca. İşte bu kadar mühim bir makamın altı oyulmaya çalışılıyor uzun zamandır. Okurluğun pek bir değeri kalmadığı bir dönemde kendisinden başka kimseye bir hayrı olmayan yazarlık pazarlanıyor. Sanki okurluktan bağımsız bir yazarlık mümkünmüş gibi! Andy Warhol’un paltosundan düşenlerin ve o paltoya tutunmakta ısrar edenlerin tasavvur ettiği bir dünyada herkes meydana, sahneye davet ediliyor! Herkesin yazabildiği, konuşabildiği, nutuklar irad edip bağırabildiği bir meydanda müşevveş bir edebiyat tüm göğü karartıyor. İyi bir okurun mumla arandığı günlere geldik; gerçi sahnenin sarhoşluğundan onu arayan da kalmadı ya!

Hal böyle olunca okurluğa rağbet de azalıyor elbette. Daha kendiyle karşılaşmamış ergenin, hamervahın sahnenin şehvetine kapılıp kendini sonsuza dek kaybetmesi normal. Hayattaki en değerli şeyin, ekmek ve görünmek olduğuna inandırılanların kuru bir okurluğa rağbet etmesini beklemek de safdillik olurdu. Oysa edebiyatın bidayeti de, nihayeti de okurluk! Külfet de, nimet de okurlukta mündemiç. Yani okurun hesabına yazılan nimet daha fazla. Kudema “Dinleyen söyleyenden arif gerek” derdi. Burada asıl işaret edilen irfanın dinleyenin payına düşmesi elbette. Başlı başına bu irfan hakiki kazancın kimin hesabına yazıldığını göstermeye yeter aslında.

Fakat bugünün okurgezeri, sahih bir kazanç derdi olmadığı için, bu kelam-ı kibarı da yanlış yorumlamaya meylediyor. “Hadi dinleyen olarak sen de iyisin, bana verilen kürsüde, imkanda gözün kalmasın, sana da irfanı verdik, durumu eşitledik,” diyerek okurun gönlü alınıyor. Oysa murat edilen bu kadar basit olmasa gerek! Burada murat edilen: Söze cüret edenin, söz söylemeyi hak edenin kast-ı mahsusasının layıkıyla anlaşılabilmesi için dinleyenin ondan çok daha fazla irfana, idrake sahip olması gerekliliği. Öylesine bir rüşvet-i kelam değil, kadirşinas bir hak teslimi kastedilen! Çünkü sözün ilk ihtiyaç duyduğu husus, bir emanet olarak ehline söylenmesi ve muhatabın ehil olmasıdır. O halde okur olmak yazarlığın ilk ve esas şartıdır denilmesi icab eder.

Şems-i Tebrizi Hazretleri “Söz alanı pek dardır ama mana alanı geniştir” diyordu. Bugünün tembelliğiyle temayüz etmiş okurgezerinin Hazretin meramını anlamaya güç yetiremeyeceği aşikar. Çünkü kolay yoldan hedefe ulaşmanın derdine meftun! Bu haliyle üniversiteyi diplomadan ibaret, aldığı dersleri sınavı geçmek için zanneden bir öğrenciye benziyor! Böylesi bir zihniyetin edebiyatı da bir maişet, şöhret ya da ucuz siyaset pazarı olarak göreceği aşikâr. Bu yüzden de sahih patikaların değil insana kendini unutturan geniş yolların, kalabalıkların insanı olarak metinden yüz çevirmesi anlaşılır bir şey. Oysa Livingston’un da dediği gibi “Bütün patikalar aynı zirveye götürür”.

Meşakkatinden dolayı zirveye değil de, menfaatinden dolayı zırvaya meyletmesi de bu yüzden. Diğer yandan zirvenin kendisine gelmesini bekleyen okurgezerimizi sahih okurluğun ebedi tereddüdünden ziyade okurgezerliğin güdük özgüveni daha çok cezbediyor elbette. Tam da bu yüzden kendisi gibi meclup ve meczupların oluşturduğu kamusunda çok mutlu görünüyor. Çünkü hedefine kolaylıkla ulaşıyor. Küçük olsun benim olsunculuğun nümayişkâr agorasında efsunlu bir bencilliği tedris ediyor. Tedris ettiği bu bencillik ve kolaylıkla aldığı sertifikayla tembelliğini kanaate çeviriyor. Böylesi bir okurgezerin uçsuz bucaksız mana alanında çile çıkarmasını beklemek safdillik olur. Haliyle sözün dar alanında kendi gibilerle paslaşarak nefsini eylemesi ve maddi manevi maişetini temin etmesi normal görünüyor.

Okurgezerimiz bu darlık sarayında Allah’ın safı okurunu bekliyor. Yapacak başka bir şey yok! Beklediği zavallı okurun bir eskiz kadar dahi kıymet-i harbiyesi olmayan bir takım metinleri mana alanının genişliğine taşımasını umuyor! İlk gördüğü okuru Manguel’in “iyi okuru” olarak zannetmesi ve ona sıkı sıkıya sarılması da bu yüzden. Oysa bu senbeniövbendeseniöveyimcilerin safdilliği sadece! Varlığını sürekli yenilenmesi gereken batıl bir vitrine borçlu! Haliyle biraz kenara çekildiğinde ya da gözden ırak düştüğünde mevhum bir yokluğun boğuculuyla nefes alamıyor.

Bütün bu tıknefesliğine rağmen haddini fazlasıyla aşmak konusunda cüretkâr! Yazarlık ya da okurluk hakkında konuşması, metnin tarihine fazlasıyla romantik bir vurguyla değinip orada kendisine sahte bir şecere çıkarmaya çalışması da cabası. Bu tavır popüler ve bayağı olanla yetinmeyip sahih olana, geleneği olana, köklü olana da sarkıntılık etmek ve onun da sıhhatine kast etmek anlamına geliyor. Oysa bilmiyor ki, hangi geleneğe yaslanırsa yaslansın o geleneği oluşturan isimlerin hemen hepsi mana alanının genişliğinden aldığı icazetle söz söylüyorlar.

Osmanlı entelektüel geleneğini tartıştığı kitabında Fatih Şeker Osmanlı’da iyi bir makama gelebilmek için bir iç oğlanının yıllarca kötek yiyip zahmet çektiğinden, bir bostancının beş on yıl bahçelerde hizmet ettiğinden, bir torba oğlanının çocukluğunu ve gençliğini en ağır hizmetlerde harcayabildiğinden söz ediyordu. Devletin yapısal anlamda ihtiyacı olan katı hiyerarşik düzenin bugün edebiyatta da olmamasının edebiyatın bir düzen, süreç, meritokrasi ihtiyacı olmadığı anlamına gelmez. Bu olsa olsa iradesine sahip çıkabilecek bir okurun okurluğunun hakkını verebilmesi için kendi iç disiplinini temin etmesi anlamında okura ihtiyar verilmesi demektir.

İhsan Fazlıoğlu’nun da dediği gibi ihtiyar içinde hayrı barındırır ve iradenin üzerinde bir akil konumdadır. Bu ihtiyara sahip olan okur, neyi okuyup neyi okumayacağını bilir. Bu ferasetinde ısrar ederse kanaat mülküne kavuşur. Bu kanaate kavuştuğunda da okurluğun lezzeti ve edebiyle itminana ulaşır ve haddini bilir. Kendinden emin olacağı için muharref ve muhaffef bir edebiyata itibar etmez. Harcıâlemin bilbordlarında, kiralık ya da konsinye kürsülerinde varlığını izhar eden bir takım yalancı peygamberlerin on emrine gülüp geçer ve kendi tenhasında metin muhafazakarlığına devam eder.

Bu tutum ve duyuşun neticesinde temin ettiği zevk-i selim ve akl-ı selim ona yazmanın değil okumanın asıl olacağını salık verecektir elbette. Belki o zaman Şule Gürbüz’ün “Asıl olan okurdur” ya da Eagleton’ın “Okur yoksa Edebiyat da yoktur” ifadelerini anlayabilecektir. Çünkü iyi yazarlar, okurluğun zevkine ulaştırabilen ve yazmanın zorluğunu gösterebilen yazarlardır. Elbette bu iyi yazarlar da malumatfuruşluk ve hamervahlıkla meşbu meydanlarda, kıyl-ü kâlin müzeyyen pazarlarında değil metinler arasında yaşarlar.

Okurluğun değerini idrak edip bunun hakkını teslim etmekten bahseden bir yazıda ismi zikredilen isimlerin aynı zamanda yazar olması bir paradoks gibi görünebilir. Oysa paradoksun büyüleyici perdesini biraz araladığınızda hakikat ayan beyan karşınıza çıkacaktır. Lakin bunun için de okurluk elzemdir, okurgezerlik değil. Bilenler bilir, David Hume İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma adlı eserinde “Bir filozof olun fakat tüm felsefenizin tam ortasında her şeye rağmen insan kalın” diyordu. Hume’dan ilham alarak izah etmeye çalışırsak metinde mezkûr bütün yazarlar her şeyden sonra da okur kalabilen yazarlardır. Elbette her akıl sahibi bilir ki okur kalabilmek için evvela okur olabilmek gerekmektedir. Peki, okur olabilmek ne demektir? Okur olabilmek ihtiyar sahibi olmak demektir. Okur olabilmek metinde karar kılmak demektir. Metin muhafazakarlığında ısrar etmek demektir. Asıl olanın okurluk olduğunu ve okumanın bitmek bilmez bir yolculuk olduğunu idrak edebilmek demektir. Okur olabilmek metinlerarasında yolunu kaybedilmek demektir.

Pierre Bayard Okumadığımız Kitaplar Hakkında Nasıl Konuşuruz kitabında okumanın ne anlama geldiğini ironik bir şekilde tersinden anlatıyordu. Kitabın isminden de anlaşılacağı üzere edebiyat kamusundaki hâkim okurgezerliğin parodisini yapıyordu. Yalnızca bu kitap bile bugünün yazarının sahih okurluk aynasından nasıl göründüğüne dair mükemmel bir görüntü sunmaktadır. Bayard’ın da işaret ettiği gibi okurgezer, okumadığı kitaplardan bahsederek kendince seyr-i süluk eden sahte bir derviştir. Teşeyyüh etmesi için bir kitap çıkarması yeterlidir. Kitap sahibi olması için bir okurgezer çevresine; bir okurgezer çevresine sahip olması için de kendisinden daha yazar birkaç okurgezerle aynı karede bulunmaya ihtiyacı vardır. O zaten bunu insiyaki olarak bilmektedir. Bütün bu süreçlerden sonrası kolaydır. Bir şarap gibi lezzet verebilmesi için yılların geçmesini bekleyecektir.

Nihayetinde de Aykut Ertuğrul’un müthiş kuramsallaştırmasıyla yeterince uslu durarak usta bir yazara dönüşecek ve kültür dünyasının post sahibi isimlerinden biri olacaktır. Bütün bu müstakbel müteşeyyih okurgezerlerimiz, ya da Ertuğrul’un ironik ifadesiyle “usta yazar”larımız bugün “kültür denen şey”in taşıyıcılarıdırlar. “Kültür denen şey” ise Bayard’ın ifadesiyle bireysel cehaletleri ve bilginin parçalı oluşunu saklamakla görevli bir tiyatrodur. Müteşeyyih okurgezerlerimiz de bu yalanı allayıp pullayıp yeni müntesiplere talim ettirmekten başka bir misyona sahip olamayacaklardır. Arada cezbeye gelip, şatahat halinde yazarlığın sırlarından söylemişler çok mu?

Oysa okurluğun tekamül etmiş bir hali olan yazarlığın cihanşümul kuralları yoktur. Bir yazar tecrübesi vardır ama bu okurlukta mündemiçtir. Ayrıca bu tecrübe tırnak içinde anlatılamaz. Yazarlığı profesyonel bir meslek olarak gören modernler bunun aksini iddia edebilirler. Daha ileri gidip gayrı resmi yazarlık okulları da açabilirler. Açılmaktadır da. Hatta ileride devlet eliyle müfredata dâhil edilmesi de muhtemeldir. Oysa yazarlık bir durum değil, bir sonuçtur. Okurluğun kendinden taşmasıyla mümkün olur. Diğer bir ifadeyle okurluğun tekâmül etmesiyle vasıl olunan bir haldir.

Sahih okur olmadan, sahih yazar olunamaz. Sahih yazarlık da bütün biricikliğiyle bu zorlama kurumsallık, profesyonellik iddialarından ötede bir yerde okurluğa bağlı olarak var olur. Okurluk ise kişiye özel, biricik bir süreçtir. Metinden metine gizli bir yol vardır, o yol yalnızca o okurun önüne açılır. Bu bir sır değildir ama faş edilmez. Dile kolay değildir. O halde asıl olan okurluktur. Okurluk sadeliktir, defineye malik viranelere rıza göstermektir. Okurluk için en son ihtiyaç duyacağınız şey ezberle kutsanmış bir kamuoyu, teşhir aletleri, süslü vitrinler, irili ufaklı bir okurgezer cemaati, gürültü ve sürekli okşayan bir güruhtur. Bazen bir koltuk bile fazladır iyi bir okurluk için! Hülasası ele avuca gelmez, kural tanımaz!

Oysa bugünün okuru, ne olursa olsun iktidar diyen köksüz bir koalisyonun küçük ortağıdır. Nurdan Gürbilek’in ifadesine biraz kendi yorumumuzu katarak söylersek okurluğunun hakkını verememiş yazarın “başka”sıdır. O yüzden kolaylıkla yazarla okur yer değiştirebilir. Baudelaire Kötülük Çiçekleri’nde “ikiyüzlü okur, benzerim, kardeşim” derken de bunu kastediyor gibidir. Bu yer değiştirme kolaylığı okurluğunu tamam etmemiş okurgezer için bir tuzaktır. O da bu tuzağa gönüllü olarak düşer. Bu anlamda Türk Edebiyatının hali pür melalinde en büyük payın bu okurun hesabına düştüğü söylenebilir.

Tabi şunu da eklemek gerekir ki her kötü yazar okurluğunun hakkını verememiş yazardır. Tersi de söylenebilir elbette; okurluğun hakkını verememiş her yazar kötü yazardır. Alberto Manguel “Edebiyat ideal okurlara değil; sadece yeterince iyi okurlara bağlıdır” diyordu. Manguel Avrupa merkezli Edebiyat otoritelerinin “ideal okur” ifadesine bir Güney Amerikalı hoşgörüsüyle itiraz ediyor ve yerine “iyi okur” kavramsallaştırmasını öneriyordu. Bendeniz de Manguel’e bir haşiye düşmek isterim: İyi edebiyat fazlasıyla iştahlı okurgezerlerle değil ancak haddini bilen okurlarla mümkündür!

Diğer yandan, Manguel “iyi okur”u tarif ederken, antolojilerin, kütüphanelerin fihristlerinin kendisine sunduklarının ötesinde, çağrışım yöntemiyle bir kitaptan ötekine geçen, kendi okuma düzenini kendi yaratan, okuduğu hikayeyi yeniden yazacak potansiyele sahip bir ikinci yazar olduğunu iddia etmektedir. Bu okura yönelik önemli bir iltifat ve ciddi bir hedeftir. Okura yönelik ikinci bir iltifat da şudur: Edebiyat tarihi hangi kitapların kalıcı olup hangilerinin yok olacağına karar verenlerin yazarlar olduğunu iddia etse de, Manguel’e göre buna karar veren sadece okurlardır. Her zaman doğruyu bulamasalar da! Bunda da bir hikmet vardır elbette.

Böylelikle tarih bazen bulmacalı bir polisiye romana dönüşebilmekte ve bize zekamızdan, ferasetimizden ve dalgınlığımızdan keyif alma imkanı sunabilmektedir. Okurun yanılmasına örnek olarak Jonathan Swift’in Güliver’in Seyahatlari kitabını zikrediyor Manguel. Bilindiği gibi, Swift, 18. Yüzyılda içinde yaşadığı toplumun yergisini yapmak için Güliver’in Seyahatlari’ni yazar. Ancak okur yüzyıllar içinde bu kitabı çocuk klasikleri raflarına yerleştirir. Okurun gücünün ne seviyede olduğu ortadadır. Yalnızca kitabı çocuk kitabına çevirecek kadar iyi bir büyücü değil yazarını da mezarda ters çevirecek kudrete sahip bir mirasçıdır! E bu da az buz bir şey değil!

Swift’in kitabının trajik hikayesine dair naçizane bir fikrimi paylaşmama ses etmezsiniz sanırım. Terry Eagleton’un rehberliğinden biliyoruz ki, 18. Yüzyılda bir piskopos, yani ilahiyatçı, hiç de adetten olmadığı halde bu kitabı alır ve okur. Fakat sonuna gelmeden, tam da kurumsallaşmış bir din adamından beklenecek özgüven ve kat’ilikle “hepsi yalan” diyerek kitabı öfkeyle fırlatır. Tarih ve Eagleton sonrasında ne dediğini yazmıyor. Ama bir tahminde bulunmak gerekirse “Buna ancak çocuklar inanır” gibi bir şey demiş gibidir. O günün her şeyi ilahiyatçılardan öğrenen püriten okuru da “Neticede piskopostan iyi mi bileceğiz” diyerek yerdeki kitabı alır ve çocuk kitabı raflarına yerleştirir.

Müthiş bir siyasi hiciv olan bu kitap senin için de önemli bir turnusol kağıdı olabilir ey okur! Bir piskoposun gazına gelip bu siyasi yergiyi çocuk kitabı olarak tarihe geçiren okuru aşabildin mi? Eğer gerçekten aşabilmişsen bir sınavı daha geçmiş sayılırsın. Yok, çocukken dahi bu kitabı okumadıysan bence hiç okuma sen. Senin yazma vaktin gelmiş demektir! Yolun uzun, ama hiç tereddüt etme, sendeki ihtiras bu yolu kısaltacak kestirmeleri bulma konusunda sana her daim ışık tutacaktır. Aman acele et! Daha dergi çıkaracak, televizyona çıkıp ahkam kesecek, şansın yaver giderse ajans bile kuracaksın!