Beslenmenin zamanı da sınırı da yok

Gökhan Yılmaz
Gökhan Yılmaz

İyi öykü her çağda var. Bulmak ve hakkını vermek bazen zor oluyor belki ama beslenmenin zamanı da sınırı da yok galiba.

Merhaba Gökhan Bey, yeni kitabınız nisan ayında YKY etiketiyle raflarda yerini aldı. Hayırlı olsun öncelikle. Kitabınızın ismine değinmeden geçmek istemem o yüzden ilk sorum bu çerçevede olsun. Kitaptaki hemen her karakterinizin kursağında kalmış hevesler olduğunu görüyoruz. Kırık çocukluklar, yarım hikâyeler, travmalar... Hevesin Kaçış Yönü bütün bunları ifade etmek için seçilmiş gibi duran, dikkat çeken bir isim olmuş. Karar süreciniz nasıl işledi?

Kitapların, öykülerin ismi bize henüz metne başlamadan bir şeyi/bir şeyleri işaret ediyor. Kitabın vaadi de buradan başlıyor, kozu da, ritmi de. Ben, kitaptaki öykülerden birinin adını kitaba isim olarak vermek yerine kitabın geneline nüfuz edecek ve kitabın meselesine işaret edecek bir isim vermeyi tercih ettim. Daha önce de böyle yapmıştım. Öyküler birikip bir kitaba doğru giderken aklımın bir kısmında "insan" ve "heves" vardı hep. Tüm insanların ortak özelliklerinden biri de heveslerinde çatlak izleri taşıyor olmaları. Hevesi kırılmamış insan yoktur herhalde hayatta. Yazarken bir anlamda yarayı deşiyor, diğer yandan da cümlelerle pansuman yapıyoruz o yaraya. Ben bu duyguyu yoğun olarak hissettim öyküleri yazarken. Dosya oluşunca "hevesli bir isim" koymaya heves ettim. İsmi bulunca ilk olarak Murat Yalçın'a ilettim. İçimde biraz da tereddüt vardı. Farklı bir göz, önemsediğim bir göz olarak ne der acaba, diye düşündüm. Tereddütsüz çok beğendiğini söyledi. Onun bu karşılığı beni bu isim konusunda daha da heveslendirdi. İnsan istiyor ki başka gözler de görsün ve sevsin. Kitap çıktıktan sonra ismiyle alakalı güzel dönüşler aldım. İsim ve kapak genelde çok beğenildi. Tabii henüz yeni kitabım. Zamanla gözlerin ne gördüğünü, nasıl gördüğünü daha iyi göreceğiz sanırım.

İlk öyküden itibaren okuru içine çeken bir dil kullandığınız tespitini rahatlıkla yapabilirim. Sayısız kitap okuyor, yeni çıkanları takip ediyor, metinler üzerinde tespitler yapmaya çalışıyoruz okurlar olarak. "Gökyüzü altında söylenmemiş olan söz yoktur" diyor Romalı. Aslında hikâyeler gelip bir yerde kesişiyor. Siz, belki de hepimizin şahit olduğu anları, hayatları; bildiği hikâyeleri anlatırken kullandığınız dil ile farklı bir yerde konumlanıyorsunuz. Rahat bir şekilde dili bozup tekrar kurabildiğinizi; kelimeleri, harfleri istediğinizi anlatmak için ustalıkla değiştirebildiğinizi, yeni metotlar deneyip klasik olandan uzaklaşmaktan çekinmediğinizi söyleyebilirim. Bu bağlamda, temel bir nokta olan "dil" meselesine nasıl yaklaştığınızı, hem kendi metniniz hem de bugünün öyküsü üzerinden öğrenmek isterim.

Hevesin Kaçış Yönü, Gökhan Yılmaz, Yapı Kredi Yayınları, 2021.
Hevesin Kaçış Yönü, Gökhan Yılmaz, Yapı Kredi Yayınları, 2021.

Dil benim için daimi bir mesele. İçimde buraya dair korku, heyecan, sevinç -her neyse artık o şey- hiç eksilmiyor. Her öyküde bu mesele derinleşiyor. Bazen durulur gibi olsa da derinlerde duruluyor. Dili, yani yazarın bir meseleyi anlatma yolunu metnin tamamına sirayet eden bir husus olarak kabul ediyorum. Dil, belirleyicidir. Metni bir yolculuk olarak kabul edersek dil o yolculuğu keyifli ya da berbat hâle getirebilecek olan sürüştür. Kötü bir sürüş iyi bir varış umudunu berbat edebilir. İyi bir sürüş de kötü bir kavuşmayı katlanabilir hâle getirebilir belki. Anlatacaklarımın anlatmaya değer olmasını istiyorum önce. Sonra da anlatmaya değer bulduğum o şeyin benden nasıl yol alacağına odaklanıyorum. Evet, bir mesele var ve anlatılmalı. Ama nasıl? Yazar, yani bir şeyi kelimeler seçerek anlatacak olan kişi seçtiği her kelimede bir dil inşa ediyor, bir dil anlayışına dâhil oluyor ve ardında bir dilin izini bırakıyor. Karakterin haline dil de dâhil oluyor anlatırken. Dil de bunalıyor, hasta oluyor, coşuyor bazen. Bu, bana hep böyle geldi. Ve bundan da dili meselenin, tahkiyenin üstünde tuttuğum anlamı çıkmasını istemem elbette. Aslolan mesele ve "hikâye". Dil, onun kendine bulduğu yol. Günümüz öyküsünü elimden geldiğince takip etmeye çalışıyorum. Okurken de dille ilgili bu hassasiyetleri taşıyorum. Bazı öyküleri okurken dilin daha farklı olabileceğini düşünüyor, sayfaların kenarına bunları not alıyorum. Tabii bunu önce kendi yazdığım metinlerin doğal olarak ilk okuru olurken de yapıyorum. Bu da kendi içinde bir inşa yolu sunuyor bana.

Bir metni inşa ederken yapının sağlamlığını teyit etmemizi sağlayan unsur bence ritim. Muhteva, tema, biçim ve hatta dil ne kadar kuvvetli olursa olsun metin yavaşsa, ilerlemiyorsa bir yerlerde eksik vardır. Sizin öykülerinizin her birinde hız yerli yerinde kullanılmış. Kesik kısa cümleler bir yandan metnin akıcılığını sağlarken bir yandan da karakterlerinizin içinde bulundukları durumları, zorlukları ifade edebilmelerini sağlamış. Bir şeyi söyleyememenin verdiği huzursuzluğu hissediyoruz okurken. Yaşadıkları hayat oldukça durağan ve acılarla dolu olan bu karakterleri, hızlı bir metne yerleştirmişsiniz. İki zıtlığın birleşimi, bütüncül bir ortaklık... Bunu kasten yaptığınızı söyleyebilir miyiz, yoksa metne başladıktan sonra bu şekilde mi gelişiyor?

Metnin ritmi önemsediğim bir husus. Tıpkı dil gibi. Yazma sürecimi ağırlaştıran noktalardan biri aynı zamanda. Bir mesele olmalıydı yazarken, söylemiştim, evet. Sonra o meseleye uygun bir dil, bir yol olmalıydı, yine evet. Bunlarla birlikte bir de ritmi olmalı metnin. Hakikatli bir durağa varması beklenen keyifli bir yolda süzülüşü gibi bir yolcunun. Her şeyden önce anlatı, okurken beni rahatsız etmemeli. Rahatsız etmesi gereken şey meseledir. Belki bazen de dildir. Ama ritim akmalı, yol almalı, takılmamalı. Bunu sağlamak için denemeler yapıyorum. Olmadığını düşündüğümde yeniden deniyorum. Uygun akışı bulana kadar sürüyor bu. Genelde nasıl başlamam ve nasıl bir dil ve ritim belirlemem gerektiğini bilerek başlıyorum öykülerime. Ama bazen bilsek de yoldan çıkabiliyoruz. İşte onu düzeltmek biraz uğraştırıyor yazarken. Netice itibarıyla öykü dediğimiz şey bir bütün. Meselesi, dili, ritmiyle tek parça bir şey. Yazmanın püf noktası da zaten böyle parçaları bir araya en güzel, en estetik biçimde getirmeye çalışmak değil mi?

Dil benim için daimi bir mesele. İçimde buraya dair korku, heyecan, sevinç -her neyse artık o şey- hiç eksilmiyor. Her öyküde bu mesele derinleşiyor. Bazen durulur gibi olsa da derinlerde duruluyor.

"Bir Buçuk Dayı Hikâyesi" adlı öykünüzde şöyle bir cümle kurmuşsunuz: "Çocuklar hayatın akan tarafıdır." Okuru "davet" ettiğiniz evlerin-karanlık evlerin- içlerinde, bütün kaosa ve karanlığa rağmen "hayatın akan tarafı" olan çocukları sık sık görüyoruz. Hikâye biriktirmeye çocukluktan başlarız. Louise Glück'ün de dediği: "Dünyaya bir kez çocukken bakarız. Gerisi hatıradır." Bu husus etrafında yaptığınız tespitler, iyi bir gözlemin neticesi gibi geliyor. Kendinizle ilgili bu "anlatma" güdüsünün farkına nasıl ve ne zaman vardınız?

Çocukluk, ondan çıkmayı başarabilmiş insana verilmiş en büyük malzeme. Hele de onu işlemek niyeti, derdi ve gayreti olan insan için. Çocukluk dünyasının verdiği malzeme tükenmez. İnsan yaşadığı her günde geçmişten bir parça buluverirken yakalayabilir kendini. Bunun yanında bir de insanın kendi çocuklarının olması var. Dehşet verici bir malzeme bu da. Çocukları, çocuklarımı, çocukluğumu izlerken hayretim genelde diri kalıyor. Çocuklar anlatmayı sever. Taşıyamaz başka türlü. Bir çocuğu dinlerken gözünüz dalarsa başka bir yere mesela, sinirli bulursunuz onu. Çocuklardaki anlatma gayreti bir yazarınkine benzer bir yönüyle. Ben de hikâyelerle dolu bir çocukluk geçirdim. Yani bana öyle geliyor. Çocukluğun bana sunduğu hikâyeler bitmiyor. Bir de kendi çocuklarım var bunun yanında. Belki de beni yazmaya -yeniden- iten şey onlardaki bu anlatma isteğidir, kim bilir. Ne de olsa kendimize dair her şeyi eksik biliyor değil miyiz?

Bir öyküde imgeyle, metaforlarla karşılaşmak okur için pek şaşırtıcı sayılmaz. Sizin öykünüz neredeyse baştan sona imgelerle örülü. Hatta bir metninizi bölüp cümleleri art arda yazmayı denedim: şiirden hallice yeni bir metin çıktı ortaya. Vurucu bir mısra okuduktan sonra hissettiğim o şeyi, öykülerinizi okurken de hissediyorum. Çok kolay okunup geçilecek öyküler değil kesinlikle. Üzerinde durup, düşünüp, sindirip öyle devam etmek gerekiyor. Bu kurduğunuz imge dünyasını ve "şairaneliği" nereye yaslayabiliriz? Okuma serüveninize? Yahut başka bir şey?

Biraz Kuşlar, Azıcık Allah, Gökhan Yılmaz, Yapı Kredi Yayınları, 2016.
Biraz Kuşlar, Azıcık Allah, Gökhan Yılmaz, Yapı Kredi Yayınları, 2016.

Bir olayın anlatılırken başka, yazılırken başka olduğunu tecrübe ettim çoğu kez. Bir yazar yazdığı öyküyü yazdığı gibi anlatamaz. Bu anlamda yazmanın, yazının farklı bir özelliği var. Ben anlatabildiğim, söze dökebildiğim olayları, şeyleri yazamıyorum pek. Anlatılacak olanın yazının ruhuna uygun bir disipline dönüşmesi gerekiyor sanırım. Anlatırken de içime gerekiyor. Yazıyla anlatırken yani. Bu da sıradanlığı kıran bir şeyi gerektiriyor. Bunun yolu da imgelerle örülmüş bir anlatımdan, kuvvetli bir ritimden geçiyor galiba. Yazdığım şeye bir okur olarak da ikna olmam gerekiyor. İmgenin ve şiirin gücü ikna edici. Böyle metinler okumayı da seviyorum. Okurdan da çaba bekleyen, okuru da anlamaya/anlatmaya dâhil eden bir atmosfer istiyorum öyküde. Tabii bunlar hep bir arayış. Sonsuz ve mutlak değil. Dil de tahkiye de insan gibi değişiyor, dönüşüyor. Yazma maceramın nereye ve nasıl varacağını ben de bilmiyorum. Bildiğim şey şu: Yazmaya oturunca o oturuşun gereği olan bir anlatım, dil ve söz ağı kaplıyor beni. Herhalde herkese de böyle oluyordur. Ama bazısı olabildiğince kolay, net, doğrudan olanı bulmaya çabalıyordur, bazısı da daha zor, yoğun ve dolaylı olanı.

Hikâyelerinizdeki "kadın" karakterler benim nazarımda bir sıfır önde. Daha doğrusu bu karakterleri ifade ediş biçiminiz. Bugün bazı meseleler hakkında sırf "yazmış olmak" için yazılan metinlerle çok sık karşılaşıyoruz. Kadın, bu meselelerden bir tanesi. Sizin öykülerinizde bu bahis; sırıtmadan, tam yerinde, gündelik hayatta gözden kaçan ayrıntıların incelikle tozunun toprağının silkelenerek meydana çıkartıldığı bir hâl alıyor. Ev içi düzenin ve dengenin tablosunu izliyor; kadın olmanın, çocuk olmanın, baba olmanın, "yuva" olmanın yahut olamamanın izlerini takip ediyoruz. Toplumsal hadiselerin sizin metninizdeki yansımaları noktasında ayriyeten bir hassasiyet gösteriyor musunuz? Yoksa her hikâye zaten içinde bir "mesele" barındırıyor, özellikle çaba harcamaya gerek görmüyorum mu dersiniz?

Çocuklardan bahsettik, adamlar zaten hep vardı, sıra geldi kadınlara... Kadınları bir mesele olarak değil de birey olarak, hayatın tabii bir parçası olarak görüyorum. Kadınları anlatmak için niyetlendiğimde de onun insan ve birey yönünü es geçmeden, sorunlarını ve meselesini anlatmak uğruna onun insan yönünü zedelemeden anlatmak istiyorum. Bu, öykümün sahte olmasına engel olacaktır diye düşünüyorum. Diğer başka karakterlerimde de olduğu gibi önce anlatılmaya değer bir insan olarak kadını ele almam gerekiyor. Bana bir itici güç de oluyor böylece. Yani o gerçeklik, sahicilik, inandırıcılık. Öte yandan kadının, kadınlığın durumu da geçiyor hepimizin gözleri önünden. Kadınla vahşeti, kanı, gözyaşını çok sık yan yana görür olduk. Belki de eskisinden daha çok gün yüzüne çıkıyor. Bundan etkilenmemek, buna üzülmemek elde değil. İnsan olarak bundan da bir pay alıyoruz ve farkına varsak da varmasak da anlatı dünyamıza tesir ediyor bu. Ben kadınları anlatırken bir öykü dokusu ve gerçekliği arıyorum. Kadınlar da burada yerlerini alıyorlar. Üzülmekse üzülmek, evet, sevinmekse sevinmek, evet ama metnin gerçekliği başka bir şey. Orası öykünün özel alanı ve orada yapmacık olmamak gerekiyor. Özel çabam daha çok bu noktaya.

Bir olayın anlatılırken başka, yazılırken başka olduğunu tecrübe ettim çoğu kez. Bir yazar yazdığı öyküyü yazdığı gibi anlatamaz. Bu anlamda yazmanın, yazının farklı bir özelliği var. Ben anlatabildiğim, söze dökebildiğim olayları, şeyleri yazamıyorum pek.

Buradan sonrasında biraz daha kısaltayım sorularımı. :) Nitelikli bir öyküde aradıklarınız nelerdir? Bugünün öyküsüne nitelik açısından nasıl bakıyorsunuz?

Öykü sahici olmalı. Ama bunu yaparken yapmacık bir hesaplılık da taşımamalı sanki. Yani bütün duygusal sonlara yağmur eşlik etmek zorunda değil. Ya da bir şeyler tam da "o an"da olmak zorunda değil. Gibi. Anlatmak istediğim böyle bir şey. Dil önemli bir mesele bir de benim için. Öykünün dili de bana bir şey vaat etmeli. Nitelikli, kaliteli ve dolu bir dil. Okur olarak dâhil olabileceğim öyküler bekliyorum bir de. Yazarın bıraktığı boşlukları dolduracak bir okur olmak isterim. Bu da seyreden, takip eden olmanın bir gerekliliği bana kalırsa. Günümüz öyküsünde birbirine benzer bulduğum tavırlar ve tahkiyeler görüyorum bazen. Çok başarılı bulduğum isimler de var elbette. Genel bir vasatımız var sanırım. Bunu olumsuz bir tespit olarak söylemiyorum. Ama her okuduğumuzdan da vurulmadığımız konusunda hemfikiriz sanırım. Tüm bunların yanında öyküyü seviyoruz. Çok da fazla öykü yazılıyor. Her sene birçok öykü kitabı çıkıyor. Dergiler öykülerle dolu. Bunu da olumlu buluyorum. Başka ülkelerin edebiyatlarında da öykü bu kadar «çok» mu, onu da merak ediyorum.

Her yazarın bir de "yazarları" vardır. Kimlerin adını anabiliriz bu bağlamda ve beslendiğiniz damarları bize nasıl özetleyebilirsiniz?

50 kuşağı öykücülerini yoğun olarak okudum elbette. Tomris Uyar, Feyyaz Kayacan, Bilge Karasu hemen aklıma gelen büyük öykücülerim. Flannery O'Conner, Wolfgang Borchert, John Cheever gibi başka kaynaklar da var elbette. Aslına bakarsanız öyküyle ilgili kuramsal şeyler de okudum, zaman zaman hâlâ okuyorum. Ama başka metinlere de yol açması açısından ve anlatma ritmini canlı tutması açısından öykü okumaya benzemiyor tabii. İyi öykü her çağda var. Bulmak ve hakkını vermek bazen zor oluyor belki ama beslenmenin zamanı da sınırı da yok galiba.

Kalemi bir defa elinize aldınız, bu yol romana çıkar mı?

Bunu ben de bilmiyorum. Genel olarak ne yazacağımı biliyorum. Bir şey yazmaya karar verdiğimde ya da bir şeyin yazılmaya değer olduğunu fark edip yazma sürecini başlattığımda onun nasıl, ne kadar bir metin olacağını/olması gerektiğini biliyorum. Bugüne kadar hep öykü yazdım. Bir roman denemem olmadı hiç. Bunun biraz düşünme biçimiyle de alakası var sanırım. Öykü olarak düşünmek veya öykücü olarak düşünmek şeklinde bir şey var sanırım içten içe. Ama yine de yarın bir roman yazmayacağımı veya bir meselenin roman biçiminde kapıma dayanmayacağını iddia edemem. Yazmak bir hareket biçimi olduğu kadar bir bekleme biçimi de aynı zamanda. Bekleyip görelim, hareketimiz ne olacak.

Cevaplarınız için çok teşekkür ederim. Hem kitabı okurken hem de söyleşi sorularını hazırlarken çok keyif aldım. Türk öyküsünün zincirine Hevesin Kaçış Yönü ile sağlam bir halka daha eklendi diyebilirim.