Beyaz Direniş

“Kaptan! Bizim beyzade uyanmış!” diye seslendi.
“Kaptan! Bizim beyzade uyanmış!” diye seslendi.

“Siz kim…” dedim, cümlemi tamamlayamadım. Kaptan aşçıya bir işaret verdi, aşçı da yakınındaki mini buzdolabından bir pet şişe su çıkardı. Getirip bana içirdi. Dudaklarımın kenarından göğsüme doğru akan soğuk su biraz olsun kendime getirmişti beni.

“Ben hikâye yazarken

Kafamdaki insanlar

Balığa çıkarlardı.”

Sait Faik Abasıyanık

Göz kapaklarıma vuran güneş gözlerimi yakıyordu. Açmakta zorlanıyordum onları. Ovuşturmak istedim. Ovuşturamadım. Çok bitkin olmalıyım diye düşündüm. Herhalde o yüzden, ellerimi bile yüzüme yaklaştıramıyordum.

Yavaş yavaş gözlerimi açmayı denedim. Göz bebeklerim güneş ışınlarıyla, aşkla dans etmeye başladı. Yanıyorlardı.

Bu aşka karşılık verircesine bir anda açmayı denedim, olmadı. Biraz bekledim. Gözlerim kapalıyken diğer duyu organlarıma dikkat kesildim.

Ağzım kurumuştu. Burnuma deniz kokusu, kulaklarıma dalga sesleri geliyordu. Vücudumun da dengesizce sallandığını hissettim. Durumuma hayret ettim. Evim sahile yakın olduğu için dışarda uyumuş olabileceğim geldi aklıma. Ama bu sallantı neydi?

Gözlerimin artık ışığa alıştıklarını düşünüp bir gayretle açmayı denedim yine. Bu kez başardım. Ama galiba hâlâ rüyadaydım.

Aşağı yukarı 25 metrelik bir teknenin kıç tarafında çarmıha gerilmiş vaziyetteydim. İsa’dan farklı olarak ellerimden çivilenmiş değildim. Çiviler yerine ellerimden, ayaklarımdan ve belimden odunsu bir bitkiyle bağlanarak gerilmiştim çarmıha.

Teknenin ilerisinde biri kadın dört orta yaşlı kişi, ellerindeki oltaları denize sarkıtmış vaziyette bez iskemlelerde oturuyordu. Tek gözlü bir dev, bir tepegöz yani, denizden çektiği suyla güverteyi temizliyordu.

Biraz sonra aşçı kıyafetli gayet kendine güvenir duruşlu bir adam elinde tavayla güvertede belirdi. Önce güverteyi temizleyen Tepegöz’e “Kolay gelsin hacı abi,” dedi. Tepegöz’den karşılık olarak bir homurtu aldı. Sonra benim uyanmış olduğumu fark etti. Yanıma yaklaşarak yüzüme yüzüme sırıttı. Akabinde gözlerini benden ayırmadan kafasını hafif çevirip “Kaptan! Bizim beyzade uyanmış!” diye seslendi.

Kaptan köşkü olduğunu tahmin ettiğim yerden koyu lacivert takım elbiseli, beyaz kravatlı ve kaptan olduğunu belli eden beyaz bir şapkayla bir adam çıktı. Ardından da iki kadın belirdi kapıda.

“Sonunda uyanabildin. Tam beş yıldır bu ânı bekliyoruz. Hele şükür!”

“Siz kim…” dedim, cümlemi tamamlayamadım. Kaptan aşçıya bir işaret verdi, aşçı da yakınındaki mini buzdolabından bir pet şişe su çıkardı. Getirip bana içirdi. Dudaklarımın kenarından göğsüme doğru akan soğuk su biraz olsun kendime getirmişti beni.

“Siz kimsiniz? Benim burada, bu halde ne işim var?!”

“Ne yani tanımadın mı bizi?”

“Hayır, ilk kez görüyorum!”

“Doğru ilk kez görüyorsun, daha önce yalnızca, kafana göre hayal ediyordun bizi!”

“Ne diyorsunuz lan, manyak mısınız, nesiniz siz?! Çözün beni!”

“Çok ayıp!” dedi kaptanın arkasından duran esmer kadın.

“Beni de mi hatırlamadın? Hani Bolivya’da seni başkası zannedip baştan çıkarmıştım.”

“Ne Bolivya’sı?! Ben hiç yurt dışına çıkmadım!”

“İşte ben de bunu anlamıyorum. Madem hiç yurt dışına çıkmadın, neyine senin Bolivya’da geçen öykü yazmak?! Neyine yetmiyordu Rize, Ankara, Kuzguncuk? Bildiğin, yaşadığın yerleri yazsana. Bir de her seferinde bizi bu tekneye atıyorsun. Sonra gelsin macera, gelsin işkence.”

“Ya size ne, ne yazacağımdan?! Kimsiniz kardeşim siz?!”

“Güzelim biz senin karakterleriniz, anlamadın mı hâlâ?” diye konuştu ikinci kadın. Sarı saçları bir yandan rüzgârla dalgalanırken, diğer yandan da vuran güneş ışığıyla parlıyordu.

“Nasıl karakterlerim?!”

“Bildiğin karakterlerin işte,” diye sözü kaptan aldı yine. “Ben İnan Kelam, hani ‘Bir Kuzguncuk Curcunası’ öykünde başkanın peşine saldığın adam. Ulan! Beni saldın adamın peşine sonra öyküyü bitirdin! Hiç mi düşünmedin sen, İnan’a ne oldu diye ha! Kaç ay işkence gördüm haberin var mı?”

Kaptan iyice hiddetlenmişti. Daha fazla tut(a)madı kendisini, karnıma bir yumruk geçirdi. Boş midem acıyla ve açlığıyla inledi.

“Boş ver İnan abi, uyma şuna. Nasıl olsa bundan sonra elimizde. Sıkıysa yazsın bir hikâye daha!” dedi aşçı kıyafetli adam.

“Hepiniz benim karakterim misiniz yani?” diye çekinerek sordum.

“Evet güzelim, hepimiz senin karakteriniz,” diye yaklaşıp yanağımı okşadı sarışın kadın. “Bak şu balık tutanlara. Şu kadın Abide hanım, yanındaki Mevlüt Okur. Gariplerim, yazdığın öyküden sonra uydurduğun teşkilattan kaçmak için bu tekneye sığındılar. Yanlarındaki Baş komiser Sezai Pertev, öteki de Marx. Canım bari Marx’a dokunmasaydın. Adamı bol çay esprili bir öyküye karakter yapmışsın, psikolojisi bozulmuş, o gün bugündür çay içmiyor ‘Çay bahçelerinden başka kaybedecek bir şeyimiz yok’ gibi sözler ediyor.”

“Eyvallah, anladım, size zor zamanlar geçirtmişim. Tamam da benim burada, bu halde ne işim var?”

“İnan’ı yazdığın öyküde bir şey fark ettik,” dedi esmer kadın. “Kendini karakter olarak öykülere sokmayı seviyordun. Sen her öykü yazmaya başladığında kendimizi bu teknede buluyoruz biz. ‘Bir Kuzguncuk Curcunası’nı yazarken bir anda sen de bu teknede belirdin. O gün bugündür seni bekliyoruz burada, bir öyküde daha kendini karakter yap da buraya gel diye. Dün gece kendimizi yine bu teknede bulduk. Sonra sen de belirdin. Yazıyı bitireme diye seni tutup şakaklarından elektrik verdik. Bayıldın. Biz de seni çarmıha gerdik. Bundan böyle belli aralıklarla sana elektrik vereceğiz ve sen de artık yazamayacaksın. Karakterlercek bir rahat nefes alacağız. Artık önümüzde çok şükür bembeyaz sayfalar olacak. Edebiyat Tarihçileri bu olayı Beyaz Direniş olarak yazacak!”

“Bu… bunu yapamazsınız, bu… bu insanlık dışı!”

“Senin yaptıklarının yanında bu hiçbir şey değil,” dedi esmer kadın. “Beni Bolivya’da istihbaratçıların eline düşürdün, tek tek tırnaklarımı söktürüp ellerimi tuza batırttın manyak, psikopat herif!” diye köpürmeye başladı. “Artık bizimlesin. Merak etme sana gereken özeni göstereceğiz!” deyip canice sırıttı.

“Ver elektiriği,” diye buyurdu kaptan, Tepegöz’e. Tepegöz, “seve seve” deyip yanıma yaklaştı.

“Yapma kardeşim anlaşabiliriz!”

“Benim şu tek gözüme ok saplatmıştın, belki ölmedim ama artık gözlüksüz göremiyorum, ne anlaşması ha!”

Sonrası “Zzızzt… zzızzt…”

Kendime geldiğimde aşçı kılıklı karakter tavada balık kızartıyordu. Açlığım aklıma geldi. Ne pişirdiğini sordum, mezgit ve alabalık cevabını aldım. Hem tatlı su balığı, hem de tuzlu su balığı mı tuttular yani? Nasıl bir zihin yapısı varmış bende de. Burada bile tutarsızlıklar.

Sarışın, halime acıdı sanırım, “çok mu dağıttık adamı?” diye sordu Esmer’e.

“Burak dağınık kalsın!” dedi Esmer sırıtarak.

“İğrenç bir espriydi!” dedi Sarışın, gülerek merdivenden aşağı indiler.

Bir şey yapıp kurtulmam gerekiyordu. Aşçı’yla biraz sohbet edeyim, belki kafalarım dedim kendi kendime.

“Kusura bakma, şu an babam gelse tanıyamaz vaziyetteyim, sen hangi karakterimsin?”

“Ben Sezer Arsız. Kısaca Sezar diyebilirsin. Aslında adımı telaffuz ederken ‘zararsız’ diye telaffuz eden de çok. Ama senin için seve seve çok zararlı olabilirim.”

“Sana ne yaptım peki. İntikam timi değil miydiniz siz? En son -kalemi elimden- bıraktığımda halinden memnundun.”

“Meğer otopsilere savcı da giriyormuş. Sen bunu yazmamıştın. Karım yakalandı, sonra diğer ortağım da. Ben çaresizce tekneye sığındım. Yemek falan yapıp vakit öldürüyorum. Yazacağın alt tarafı bir öykü, puşt herif, onu da yarım yamalak yazıyorsun!”

“Özür dilerim.”

“Artık bir anlamı yok!”

“Ellerimi çöz, yeni bir öykü yazayım. Karını ve arkadaşını hapisten kurtaralım başka öyküde ha, ne dersin? Diğerlerinin hayatını düzeltecek öyküler de yazarım. Herkes mutlu çıkar bu öyküden.”

“Olmaz öyle şey! Kaptan acımak yok dedi. Hem, bir sonraki öyküde her şeyi daha beter yapmayacağın ne belli.”

“Yapmam, bundan sonra dikkat ederim.Esmer’in de dediği gibi, kendimi karakter olarak eklemeden duramıyorum, seviyorum öyküye dâhil olmayı. Yine yakalayabilirsiniz beni.

Sezar denize bakarak dalmıştı. Muhtemelen, her şeyin düzelmiş olduğu günleri hayal ediyordu. Dönüp bana baktı yeniden, gözleri dolu doluydu.

“Kandırmıyorsun beni, değil mi?!”

“Sana söz veriyorum Sezar, her şey daha güzel olacak!”

Sezar yanıma gelip ellerimi çözmeye başladı. Zorlanınca bıçakla kesmeye başladı. Önce sağı, sonra solu. Kesilen parçalara baktım. Üzerlerinde çay yaprakları vardı. İyi ama çayın bedeni esnek değildir, nasıl bağlamayı başarmışlardı acaba? Sezar, Marx dedi, onun fikriymiş. Ulan koca Marx’ı ne hale getirmişim be, adam kafayı çayla bozmuş!

Çarmıhtan göğe yükselmek nasıl bir duygudur bilemem. Bildiğim bir şey varsa, o da çarmıhtan yere inmenin çok güzel bir duygu olduğu.

Sezar önüme beyaz bir sayfa ve bir dolma kalem koydu. “Hadi düzelt,” dedi.

Ha deyince her şey düzelir mi Sezar?

Denemekte yarar var tabii.

İşte şimdi sıra benim hamlemdeydi:

“Ha!”

Gök kapandı, deniz dalgalandı, sırtımda bir çift kanat belirdi.

Ben Burak, dirildim kâğıtların arasından hazla,

Mürekkep ve kalemin savaşına karıştı adım.

Uyandım. Uyandım ki pencere açık kalmış cereyan ediyordu. Aynı zamanda pencere açık olmasına rağmen evim balık kokuyordu. Dün akşam aldığım alabalık ve mezgitleri dolaba koymayı unutmuştum. Bu unutkanlığım az kalsın canıma mâl oluyordu.