“Bimilyonkafa”

Babam ölmek üzereydi. Bizimkilerden hiçbiri internet kullanmasını bilmezdi.
Babam ölmek üzereydi. Bizimkilerden hiçbiri internet kullanmasını bilmezdi.

Tasarımına “bimilyonkafa” adını vermiş. Beğenmediysem değiştirebilirmişiz. Ayracı, adı bir nehir ismi olan büyük bir kitap şirketine satmayı da başarmış. Artık çok zenginmişim. Çalışmama gerek yokmuş. Bütün bunları anlatırken Çağrı hep sırıtıyordu. Ben de sessizce dinliyordum. Bir ara soluklanıp şüpheli gözlerle bana baktı ve sordu: “Mutlu değil misin?” “O ne demek?” dedim. Ama sonra nedendir bilinmez, suretim değişti. Hafifçe tebessüm ettim.

Şimdi okuyacağınız gerçeklere inanmama hakkı sizde mahfuzdur. Adım Recep; ama annem ve büyük biraderlerim ömürleri boyunca bana İrecep dediler. Babam da derdi. Bazen. Teşhis için hiç doktora gitmedik; fakat erken bunama ya da Alzheimer gibi bir hastalıktan dolayı çoğu zaman beni tanımazdı. Bazen İsmail, Musa ya da Kirkor olurdum; fakat nedendir bilinmez en çok Dimos diye çağırırdı. Babam kasaptı. Kestiği küçükbaş hayvanların etlerini süslemeye bayılırdı. Vitrinde sallandırdığı yüzülmüş kuzu gövdelerinin arka bacakları arasına karanfiller tıkardı. Pos bıyıkları ve kelleşmeye yüz tutmuş kafasında bir tutam perçemi vardı. Aslında gençliğinde şöyle bir şeye benziyordu:

Babam ölmek üzereydi. Bizimkilerden hiçbiri internet kullanmasını bilmezdi. Ben de telefon kullanmadığım için ortanca biraderim babamın durumunun ağır olduğunu mektupla bildirdi. Belki de çoktan ölmüştü. Mektup nereden baksan bir haftada gelmiştir. Nedense ben de acele etmedim. En ucuz yoldan gitmek mecburiyetindeydim ve internet üzerinden Edirne tarafına giden bir araç aradım. Parasızlığımı bahane ediyordum sanırım. Vakit geçsin, ne olacaksa bensiz olsun istiyordum. Ben de onlar da değişmiş olmalıydık. İnsan 40150 sigara, 60225 bardak çay ve 8030 lahmacun sonra aynı insan olmuyor.

Son zamanlarında babam annemi de tanımadığı için odasını ayırmıştı. Biricik karısına ihanet etmek istemiyordu. Annem zaten asabi bir kadındı. Çocukken beni bir yerlere götürürken bileğimden sıkı sıkı tutardı. Koşar adım yürüdüğü için koparırcasına kolumdan çekerdi. Ben de sürekli düşerdim. Annem beni sürüyerek götürdüğünü fark edene kadar epey yol alırdık. Validemin yüzünü net hatırlamıyordum. Zaten simaları çok kolay unuttuğum için onları resmedip, biriktirmeye başlamıştım. Annemin yüzü şöyle bir şeydi galiba:

Uzunköprü yakınlarından geçen bir araç bulmuştum. Sürücü kıvırcık saçlı, açık alınlı bir gençti. Eşek sütü işine girmiş. Haymana civarındaki köyleri dolaşıp topladığı eşek sütünü, Ankara, Eskişehir, Bursa ve Çanakkale’ye sata sata Yunanistan’a gidermiş. Oradan da ucuz mazot aldıktan sonra Edirne’ye uğrayıp yumurta toplarmış. Onları da Ankara’da satarmış. “Çok para var, sen de gir bu işe,” dedi. “Madem o kadar para var, niye yolcu alıyorsun?” “O ayrı. Doğru, şimdilik pek kazanamıyorum, hem süt erken bozulunca da satamıyorum; ama ben her yerden para kazanırım. Burada boş koltuk var değerlendirmeyeyim mi? Yol arkadaşı da lazım.” Seyahat boyunca anlattı durdu.

Çağrı hakikaten de ilginç ve kolay para kazanma yolları bulmuş. Mahalledeki kız çocuklarının saçlarını kesip berber parası alıyor, hem de kaynak saç olarak satıyormuş. Çok yolculuk yaptığı için toprak işine girmiş. Sıla hasreti çeken insanlar ve gurbette ölenlerin mezarlarına serpmek için kapış kapış memleket toprağı ısmarlanıyormuş. Çağrı’nın küçük bir kamyoneti vardı. Yolda sürekli elindeki ince şişeden duman çıkardı durdu. E-sigaraymış meğerse. Çıkardığı dumanın altından tişörtü dikkatimi çekti. Üzerinde bilmem ne halı yıkama, şudur budur kuru temizleme gibi şeyler yazıyordu. Anlamını sordum. “Para” dedi.

“Tişörtüme reklam alıyorum. Üç beş getiriyor”.Çağrı’nın bitip tükenmek bilmez yüksek kâr marjlı muhabbetlerinden biraz kafam şişti sanırım. Aslında iyi çocuktu. Zengin olursa garibanlara ne kadar faydalı işler yapacağını da anlatmadan edemedi. Baş ağrımın sebebi sadece bu muhabbetler değildi. Çağrı’nın Rammstein dediği gürültücü bir adamı da yol boyunca dinledi(k). “Ne diyo bu adam?” diye sordum. “Ohne dih, kan ihh niht, ohne dih,” dedi. Gözlerimi kırpıştırarak yüzüne baktım. “Yani” dedi; “Sensiz ben nefes alamam, buralarda hiç duramam.” Dili farklı olsa da herkes aynı telden çalıyordu demek. Sonradan tek bir adam değil de grup olduğunu öğreneceğim Rammstein, o an şöyle bir şeydi benim için:

“Ee, biraz da sen anlatsana” dedi. Nedense hiç itiraz etmedim. Ailem hakkında size söylediklerimi, yolculuk sebebimi ona da anlattım. Bir yandan çizmeye devam ediyordum. “Ne o?” diye sordu elimdekini işaret ederek. “İlkokuldayken” dedim, “bütün derslerden çakmıştım. Ailem yarı Rumca, yarı Türkçe olan bir dil konuşuyordu. Sanırım kendileri uydurmuşlar. Ya da iki dili birbirine çok fena kaynaştırmışlar. Okula başlayana kadar herkes bu dili konuşuyor sanırdım. Sonra fark ettim ki aksanım da çok kırıkmış. Hal böyle olunca ne Türkçe dersinden, ne de matematikten bir şey anlamıştım. Birkaç sene tekrar etmek zorunda kaldım. Çocuklar da dalga geçiyordu. Bazen yetişkinlerden çok daha fazla zalim olabiliyorlar. Öğretmenim dedi ki, benim sözel ve sayısal derslere yeteneğim olmasa da el becerim çok yüksekmiş. Resim çizersem çok başarılı olurmuşum. Hayatımda duyduğum ilk ve tek iltifattı. Hâlbuki bu sözü söylediğinde hiçbir resmimi görmemişti. Ben de biraz uğraşayım dedim. Çocuklar çizdiklerimle yine dalga geçiyordu. Babam böyle şeylerin kız işi olduğunu söylemişti. Kızmıştı. Annem kâğıtları israf etmeme sinirleniyordu. Yine de bilmediğim bir sebeple resim yapıp durdum. Hem hatırlamama yardımcı oluyordu.”Ona yaptığım çiziktirmeyi gösterdim. “Al işte, seni de böyle hatırlayacağım”:

Güldü. Sonra da ciddileşti. “Çok mutsuz olmalısın,” dedi. “O ne demek?” dedim. Çanakkale’ye geldiğimizde durduk. Kalan son sütü satarken ben kamyonette bekledim. Akşam olmuştu. “Sen yakında ineceksin. Yola yalnız devam etmek istemiyorum. Bir yolcu daha alacağım. Senin için sorun olmaz değil mi?” “Hayır” anlamında başımı salladım. Yolcumuz bir kadındı. Çok fazla gülüyordu ve biraz iriydi. Koltuğa sığışmak için hayli çabaladık. Hafif öne kaykılarak oturmazsam omuzlarımız birbirine baskı uyguluyordu. Şuh kahkahaları kulağımda patlayıp durdu. “Aynı ortanca biraderime benziyorsun,” dedim. Tuhaf tuhaf baktı. Açıklama gereği duydum.

“Büyük biraderim çok şişmandır; ama ortanca biraderim nispeten az şişmandır. İri kemikli olduğunu söyler. Kösedir de. Kız Sülo diye dalga geçerlerdi. Sanırım bu yüzden askerden geldiğinden beri dışarı çıkmadı. Mecbur kalmadıkça yani.” Kadın sözlerime epey bozulmuştu. Birden ağlamaklı oldu. Çağrı bir yandan gönlünü almaya çalışıyor, bir yandan da “N’aptın oğlum sen!” diye bana kızıyordu. Kötü bir niyetim yoktu aslında. Kan bağım olmayan birini, akrabalarımdan birine benzetmek yakınlık kurmaktır, diye düşünmüştüm. Sinirden mi hüzünden mi bilinmez, kadının dudağı titriyordu. Ya da bana öyle gelmişti; ama kendimi gerçekten de kötü hissettim. “Bizim oralarda Kazancakis adında biri vardı,” dedim.

“Çok iyi adamdı. Büyük büyük laflar ederdi. Pek anlamazdım ama kulağa hoş gelirdi. Bir anısını anlatmıştı. Ona da Hüseyin Ağa adında biri söylemiş. Demiş ki, ‘Tanrı dediğin yedi kat göklere, yedi kat yerlere sığamaz; ama yumruk kadar bir et parçasını mesken tutabilir. İşte bu yüzden kalp kırmak çok tehlikelidir’.” Lafın devamı gelecekmiş gibi beklediler. Oysa bütün söylemek istediğim bu kadardı. Biraz daha zorladım kendimi: “Yani özür dilemeye çalışıyorum. Kardeşime benzetirsem kardeş gibi oluruz diye düşünmüştüm.” İkisi de bana büyümüş gözlerle baktılar. Kadın şöyle sırıttı:

Çağrı sağ olsun, kendi istikametinden sapıp beni köyüme kadar bıraktı. Para da almadı. Acıdı herhâlde. Vedalaşırken, ailemin, Çağrı’nın, kadının ve yol boyunca gördüğüm insanların üst üste çizdiğim kafalarının olduğu kâğıdı verdim. Hediye gibi, dedim. Kafalara bakıp tebessüm etti. “Çok tuhaf adamsın,” dedi. “Yine görüşeceğiz.” Adresimi istedi. Öylesine söylediği bir temenni olduğunu düşünmüştüm. Köyün girişinde öyle kala kaldım. Ayaklarım pek gitmek istiyor gibi değildi. Yine de yürümeye başladım. Eve geldiğimde, avluda bir kalabalık gördüm. Bir sürü kafa. İçeri girdim. Salonun ortasındaydı babam. Beyaz bir beze sarılı. Göbeğinin üstüne bir bıçak koymuşlardı. Biraderlerim yanıma geldi. Sarıldılar. Daha doğrusu sarılmaya çalıştık; ama olmadı.

Göbeklerimiz sarılmamıza engeldi. Çok tombalaktık. Sadece üç bilardo topu gibi bir arada durmaya çalıştık. İkindi vakti ölmüş. “Dimos’a söyleyin hayvanları hazırlasın,” demiş. Babamın yanına çöküp, hâlâ kafası aynı mı diye baktım. Pek değişmemişti. Saçları biraz daha kırlaşmış, benzi solmuş ve yanakları çökmüştü. Kapının eşiğinde annem belirdi. “Niye şaşkın şaşkın bakıyorsun?” diye sordu. Sonra, sadece ailemizin bildiği o dilde, “Bu kadar geç kalıp dirilmesini mi umuyordun?” diye tersledi. Ufak bir sessizlik oldu: “Hiçbir şey ummuyordum.” “Dilios” diye tısladı yumruklarını sıkarak. Gözlerim nemlendi sanki. Biraderlerime baktım. Şaşkın kafalarına. Babama çevirdim yüzümü. Hangi milletten olursa olsun, hangi toprakta yaşarsa yaşasın bütün ölü babaların aynı huzurlu ifadeye büründüğünü düşündüm. Annem kendimi savunmamı bekler gibiydi.

Yanına yaklaşıp sessizce kulağına fısıldadım: “Hiçbir şeyden korkum yok. Neden benden nefret ettiğini ikimiz de biliyoruz.” Daha da öfkelenmişti; ama yapabileceği bir şey yoktu. “Ben bilmiyorum,” dedi. “Derdin neyse söyle?” Gözlerimin içine baka baka yalan söyleyebiliyordu. Hayatımda ikinci kez bu kadar kötü hissettim. Hüseyin Ağa bir yerlerde yanlış yapıyor olmalıydı. Bazı insanların kalplerini kırmamanın bir yolu yok gibiydi. Dilimin ucuna kadar geldi. Söyleyemedim. Gırtlağımda, yutkununca gitmeyen basit bir kelime takılı kaldı. Büyüdü. Belki hepimizi şişiren o kelimeydi. Biraderlerim beni dışarı çıkardılar da olay öyle kapandı. Babamın mezarından bir kavanoz toprak aldım. Çiziktirdiğim aptal şekillere bakmak bazen işe yaramıyordu.

Babamı gömeli birkaç ay olmuştu. Evime dönmüştüm. Çok efkârlandığım bir gün, içi toprak dolu kavanozu karşıma çektim. Kim bilir kaç saat baktım durdum; köyüme, biraderlerime, kasap dükkânına, kafasını çizemediğim insanlara. Onunla konuşsam mı diye içimden geçmedi değil. Toprakla. Bir ara laf söyleyecekmiş gibi ağzımı da açtım. Bunca zaman sustuysam, şimdi konuşmanın ne anlamı vardı ki. Olan olmuştu. Affet ulan. N’olur sanki. O kadar kolay değildi işte; ama ya yanılıyorsam? Hiç mi iyiliği dokunmadı bu kadının sana. Belki yanlış anladın. Gerçekten de senin iyiliğin için oradaydı. Çizdiğim kafalara baktım. Babam adımı bile hatırlayamayan bir adamdı. Annem her şeyime kızar olmuştu; geçmişi değiştirmenin bir yolu yoktu. Ya da vardı. Suretler değişiyorsa insanlar, insanlar değişiyorsa geçmiş de pekâlâ değişebilirdi.

Evet, annem o gün, hiç olmazsa resmi seveyim diye ya da ne bileyim bana bir zanaat öğretebilsin diye gitmişti öğretmenime. Sonra? Çizdiklerimin bir faydasını gördüm mü? Hayır; ama o günün acısını hep yaşadım. İşin içinden çıkamadım yine. Kafam çatlayacaktı. Konuşmak bana göre değil, çizerek anlatmam lazım. O esnada pek sık rastlamadığım bir şey oldu; kapım çaldı. Gözetleme deliğinden baktım. Çağrı’nın kafası yanlara doğru şişmiş, sırıtır bir vaziyetteydi. Kapıyı açtım. Elinde bir koli vardı. “Zengin oldun,” dedi. Çağrı çizdiğim kafalardan da para kazanmanın bir yolunu bulmuş. Ona verdiğim kâğıt parçasından aşağıda gördüğünüz kitap ayracını tasarlayıp, patentini almış. Koliden avuç avuç çıkardığı ayraçları gösteriyordu.

Tasarımına “bimilyonkafa” adını vermiş. Beğenmediysem değiştirebilirmişiz. Ayracı, adı bir nehir ismi olan büyük bir kitap şirketine satmayı da başarmış. Artık çok zenginmişim. Çalışmama gerek yokmuş. Bütün bunları anlatırken Çağrı hep sırıtıyordu. Ben de sessizce dinliyordum. Bir ara soluklanıp şüpheli gözlerle bana baktı ve sordu: “Mutlu değil misin?” “O ne demek?” dedim. Ama sonra nedendir bilinmez, suretim değişti. Hafifçe tebessüm ettim.