Bir Kuzguncuk Curcunası

Bendeniz İnan Lâtif Kelam, etrafınızdaki kullarınızın en kıymetlisi.
Bendeniz İnan Lâtif Kelam, etrafınızdaki kullarınızın en kıymetlisi.

Doğal olarak siz de fark ettiniz beni başkanım. Sizin için apartman yöneticisi bile olamaz demişlerdi de nasıl kazandırmıştım seçimi size. İşlem basitti. Sizden önce kürsüye çıkıyor, sizi takdim ederken gerekli sözleri hem toplanan halka hem de kameralara bakarak söylüyordum, koltuk da kolayca altınıza geliyordu.

“Seni de, beni de harcarlar,

bunlar kurttur kaçalım!

Seni de, beni de ham yaparlar,

kurtsa bunlar kuzu olmayalım!”

Kaçak - “Kurtlar”

Başlangıçta hayranlık vardı başkanım. Kitleler ne güzel koşuyorlardı birkaç kelamın peşinden, hatırlarsınız. Üç günlük dünyanın üç günlük kahramanları çıktı sonra. Üç günü beklemeden günlerin teke indiği de oldu. Sonra her şeyi imajına bağlı olan siz de korkmaya başladınız. Kutsiyetpenahları, efendimiz! Siz de bir gün unutulacaktınız elbet. Ama bu durumun beni bu kadar yoracağını hiç tahmin etmiyordum.

Nakkaştepe’den Kuzguncuk’a doğru 160 kilometre hızla koşabiliyor olmam, itiraf etmeliyim ki beni de şaşırttı. Ama siz de kabul etmelisiniz ki kaçmak da yeri geldiğinde politik bir eylemdir başkanım.

Bendeniz İnan Lâtif Kelam, etrafınızdaki kullarınızın en kıymetlisi. Belki unutmuşsunuzdur diye hatırlatayım istedim. 86 yazında Gölbaşı’nda doğduğumda sıradan bir bebek olduğumu düşünüp karalar bağlamıştı ailem. İlkokul çağıma gelip de bütün hocalarımı birer birer çıldırttığımda ise derin bir nefes almışlardı. Çünkü birçok aileye göre anormallik olan, bizim ailemize göre sıradan mevzulardan ibaretti.

Ailem asırlardır, sıra dışılığı rutine sarmış bir soy olarak kök saldı başkanım. Ecdadımın her bir ferdi -son moda tabirle- birer mutanttı sizlere göre. Bize göre ise Rabbin lütfuna mahzar olmuş kullardık. Ama çok önemli bir eksikliğimiz vardı. Özel yeteneklerimizi sanki çok sıradan güçlermiş gibi günlük hayatta kullanıyorduk. Misal halaoğlu Veli Verin’in ellerinden, parmaklarının arasından pençe misali üçer bıçak çıkıyordu. Eniştemgil, boşa gitmesin bu özellik diye mahalle kasabının yanına çırak olarak verdiler kendisini. Öyle mahir bir kasap oldu ki görmelisiniz, on numara mangalık et hazırlar.

Ben mi başkanım? Malumunuz benim özelliğim ikna etmek. Birine istediğim bir şeyi yaptırmam için gözlerinin içine bakıp emrimi bildirmem hep yeterli olmuştu. Rahmetli babam da bu yeteneğimi pazarlamaya yönelik kullanmamı isterdi hep.

Başka işim gücüm yoktu da kapı kapı gezip ütü, süpürge ve benzeri ıvır zıvır satacaktım. Hakkını yiyemem peder beyin, eğer o işi yapsaydım köşeyi hızlıca dönecek olmam su götürmez bir gerçekti. Gülmeyin ama benim aklımda iş güç kurmaktan ziyade cambazlık vardı. Evet, bildiğiniz cambazlık.

Gölbaşı’na gezici bir sirkin geldiğini duyduğumda dünyalar benim olmuştu. Tahmin edersiniz ki, cambaz olarak işe başlamam için babamın ve sirkin sahibinin gözlerinin içlerine bakıp bir iki kelamla ricamı belirtmem yetmişti. Ne var ki, yeteneğimin olmaması gibi özelliklerim, istikbalimin göklerden çok yerlerde olduğu gerçeğiyle tanıştırmıştı beni. Daha ilk günden bu gerçekler benim dengemi bozmuşlardı. Bacağımdaki kırık ve kaburgalarımdaki çatlaklar hayal kırıklıklarımdan daha fazla acı vermedi bana dersem inanmayın. Romantikliğin kırıklarla arası yoktu maalesef. Süreç hayli alçılı geçti, haftalarca acı içinde kıvranamadım bile.

Sonrasında, alçının bana yakışmamasını da göz önüne alarak, herkesin kendi kumaşına göre giyinmesi gerektiğine karar verdim ve Mülkiye’de Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi okumaya karar verdim. Dersler hoşuma gidiyordu. Başarılıydım da. Bu en çok da hocalarımın gözlerinin içine bakmak zorunda bırakmadığı için sevindiriyordu beni. Dersler neyse de, asıl mesele kadınlardı başkanım. Yakışıklı olmasına yakışıklıydım bana göre. Birçok kız vardı etrafımda ama bir türlü beni sevip sevmediklerine ikna olamıyordum.

Çünkü onları, istem dışı, ikna yeteneğimle kendime aşık etmiş olmaktan korkuyordum. Mesela bir Burçak vardı başkanım, meftundum ona. Hâlâ aklıma geldiğinde derin bir nefes alırım. Hep “yakışıklı sayılmazsın ama bir çekiciliğin var,” derdi, beni yakışıklı bulsun isterdim ve bir gün bana beni yakışıklı bulduğunu söylemişti. Sevineceğime dünyam başıma yıkılmıştı. Ya ben istedim diye beni yakışıklı bulduysa diye kendi kendimi yemeye başlamıştım. Sonra bitiverdim, bitiriverdim. Kendimi her türlü sevgiden uzak tutmaya karar verdim. Zorlansam da başarılıyımdır bu konuda. Benim için en acı günler onlardı işte. Bunları neden mi anlatıyorum başkanım? Çünkü bazen özel güçleriniz de olsa istediğiniz şeyleri gerçekleştiremeyebilirsiniz. Bunu birinin size sıkça hatırlatması gerek.

Her neyse, belki de merak bile etmeden öylesine okuyorsunuzdur yazdıklarımı. Biraz hızlanalım ve güncele, aramızdaki ilişkiye gelelim isterseniz.

Okuldan sonra bir iki sene memuriyetle geçti ama bana göre değildi bu masa başı işler, serde cambazlık vardı sonuçta. Sonra yeteneğimi kullanabileceğim başka bir alan keşfettim; siyaset.

Öncelikle gazetelere ilan verdim:

“Girdiğiniz seçimleri rahatça kazanmak mı istiyorsunuz? Öyleyse bize yazın! kursucambazi@gmail.com”

İlk işim bir apartman yöneticiliği seçimiydi ve çok kolaydı. Sonraki bir sendikanın kurul seçimiydi. Kolayca bana inanıp da elektronik posta atanları kazandırıyordum. İlk işlerimde neredeyse hiç para almadım. Çünkü bunlar bana çok basit geliyordu.

Bir gün büyük bir futbol takımının yönetici adaylarından biri ulaştı bana. Ne kurul üyeleri ne de taraftarlar seviyordu kendisini. Hatta kendisine karşı bariz bir gıcıklıkları bile vardı diyebilirim. Ama zengindi, para çok gibiydi kendisinde. Bu işi hallet ne dilersen dile dedi. Eyvallah, kurul işi kolay, beni de yönetiminde gösterirsiniz, kürsüye çıkar, gözlerimi tek tek kurul üyelerinin gözlerinde gezdirerek bir konuşma yapar ve seçimi kazanırız ama yüz binlerce taraftarınızla göz teması kuramayacağıma göre taraftar hususunda bir şey yapamam dedim. Razıydı. Ve seçim günü dediğim gibi kürsüye çıktım. Her biri birer kodaman olan kurul üyelerini adeta büyüledim. Arada heyecandan gözlerimi kuruldan kaçırıp kameraların merceklerine bakıyordum. Sonuç beklediğim üzere zaferdi. Beklemediğim ise ertesi gün taraftarın yaşadığı coşkuydu. Meğer yeteneğim sadece doğrudan göz teması kurmakla sınırlı değilmiş. Ara sıra heyecandan baktığım kameranın ardında, televizyondan seçimi seyreden taraftarlarla da göz teması kurup ikna etmişim. “Vay arkadaş be! Ne yetenekmiş bu!” dedim günlerce kendi kendime. İnanır mısınız başkanım, hâlâ yeteneğimin sınırlarını bilmiyorum ve ara sıra beni şaşırtması acayip hoşuma gidiyor.

Elbet namım aldı yürüdü. İkna ettiklerim onları ikna ettiğime inanmıyorlardı tabii. Onlara kalsa kendi özgür iradeleriydi. Yalnızca girecekleri seçimleri kazanmak isteyenler inanıyordu bana. Deli paralar dönüyordu ortalıkta. Bir anda zenginler kulübünün en aranan adamı olmuştum. İkna ediyor olmam ispatlanamadığı için vazgeçilmezdim onlar için. Parayı veren koltuğu alıyordu. Bazen de gıcıklığına kafama göre bir tarafı destekliyordum. Belediye seçimi mi var, hemen İnan Lâtif Kelam’ı son sıra meclis üyesi adayı gösterin ve seçimi kazanın. Ya da genel seçim mi var? Verin bendenize büyükşehir’den bir son sıra adaylığı size bütün ili kazandırayım. Basit ve net!

Doğal olarak siz de fark ettiniz beni başkanım. Sizin için apartman yöneticisi bile olamaz demişlerdi de nasıl kazandırmıştım seçimi size. İşlem basitti. Sizden önce kürsüye çıkıyor, sizi takdim ederken gerekli sözleri hem toplanan halka hem de kameralara bakarak söylüyordum, koltuk da kolayca altınıza geliyordu. Temiz iş.

Yukarıda Allah var, hakkınızı yemeyeyim akıllı adamsınız. Gitgide güçleniyordunuz ve sizi de günün birinde bir şeylere ikna edebileceğimden şüpheleniyordunuz ve durumu bana çaktırmıyordunuz. Çünkü şüphelenseydim o şüpheyi bir iki kelimeyle aklınızdan silebilirdim. Şüphe aklınızın başınızda olduğuna dair güvence veriyordu size. Şüphe ediyorsunuz, öyleyse varsınız. Sıradaki alkış Descartes’tan size gelsin başkanım.

Benden şüphe ettiğinizi ancak bu sabah, mezarlıkta öğrenebildim. Yok ölmedim daha tabii, ama siz gözünüzü karartmıştınız besbelli.

Âdetim üzere, her bayram olduğu gibi bu bayram da rahmetli Sevim Burak’ın mezarını ziyaret için Nakkaştepe Mezarlığı’na gitmiştim. –Bu arada sizin de bayramınız mübarek olsun efendim-. Mezarlığın tepe kısmındaki kabri ziyaret etmiş aşağı doğru inerken, devletimizi hani şu diğer dünya güçlerine karşı daha heybetli gösteren çokça pahalı, siyah ve zırhlı araçlardan ikisi önümü kesti. Biliyor musunuz bu arabaları da size aldırayım diye beni tutmak istemişlerdi de yazık devletin parasına deyip reddetmiştim. Meğer siz dünden razıymışsınız da hemen aldırttınız. Her neyse, araçlardan takımlı, gözlüklü toplam altı ızbandut indi. Yüz hatları tipik Karadenizli hatlarıydı. Siz de kimler sağlam tekme-yumruk savurur iyi biliyorsunuz efendim. Zaten neyi iyi bilmezsiniz ki, değil mi ama?!

Ulan dedim kendi kendime, bayram bayram da iş çıkacak başımıza. Öndekini tanıyordum, has adamlarınızdandır.

— Hayırdır beyler, ne iş?

— Yüce efendimiz, başkanımız sizi görmek istiyor.

— İyi de bayramlaşma üçüncü gün değil miydi?

— Orasını bilemem, zorluk çıkarmadan bizimle gelin. Böylesi sizin için daha hayırlı olur.

Vay arkadaş laflara bak, zorluk morluk filan. Güçlerimi zırt pırt kullanmayı sevmiyorum ama bazen de böyle zorluyorlar işte.

Siyah camlı, şekilli gözlüklerine bakarak “Beyler bugün havamda değilim, bakın sevdiğim birinin mezarından geliyorum. Şimdi siz tıpış tıpış geri dönüp başkana üçüncü gün geleceğimi söyleyin. Hadi canım, hadi!” dedim.

Adamlar önce birbirlerine bakıp gülüştüler, sonra en önde benimle konuşan, diğer adamlara “alın şunu!” dedi.

Ben “Hoppala, niye ikna olmadı ki bunlar şimdi!” diye düşünürken adamlardan biri kolumdan tutmaya çalıştı ve çalışmasıyla da kafamın tadına bakması bir oldu. İkinci yaklaşana da bir kroşe savurdum ama baktım olacak gibi değil, delikanlılığın gerektirdiği gibi kaçmaya başladım. Sizinkiler herhalde kolay yakalayacaklarını düşünmüş olacaklar ki arabalarına binmeye bile tenezzül etmeyip, hepsi birden peşimden koşmaya başladılar.

Zengin olmanın bir güzel yanı da can sıkıntısından insanın kendini spora vermesi, baklava filan yapmasıdır. Haliyle zengin ve gençseniz, belli bir kondisyonun üzerinde olabiliyorsunuz. Sizin özel eğitimli adamlarınızın da bana yetişememesi bunun ispatıdır kanaatimce.

O değil de başkanım, ikinci sefer belirtmem gerekiyor, vallahi helal olsun size. Koşarken daha rahat düşünüyor insan ve tahminlerim doğruysa ızbandutları ikna edemememin nedeni gözlükleriydi. Ne yaptınız ettiniz, beni etkisiz kılabilecek bir şey yaptırdınız demek. Sadece bir kamera merceğinden kitlelere horon teptiren ben, bir çift gözlük camı karşısında çaresiz kalmıştım. O meşhur korkularınızdan biri de benmişim demek. Açık söylemek gerekirse, daha ben gücümün sınırlarını bilmezken sizin o sınırlara hâkim olmanız beni bir ufak korkuttu ve size karşı hayranlığımı arttırdı. Ne var ki şimdiki önceliğim yakamı adamlarınızın elinden kurtarmaktı.

Izbandutlarınızla aramdaki mesafeyi epeyi açmıştım. Durup soluklandım. Şöyle bir etrafıma baktığımda, vaktiyle milletin gelip gezinti yeri olarak kullandığı, bir aşağı bir yukarı yürüdüğü ve “piyasa” diye adlandırdığı Kuzguncuk’un ana caddesine varmıştım. Adamlarınız ortalıkta görünmüyordu. Muhtemelen beni ellerinden kaçırdıklarını fark edince arabalarını almak için geri dönmüşlerdi.

Nefes alış verişim hâlâ düzelmemişti. Yavaş adımlarla sahile doğru iniyordum. Elinde birkaç kitapla yürüyen Burak’la karşılaştım. Ankara’dan tanıdığım genç bir arkadaşımdı kendisi. Halkla İlişkiler okuyordu ve bir uygulama dersi ödevi için seçim zamanı, benim o sıralar çalıştığım partiyi inceliyordu. Kampanyaları sunan ben olduğum için Genel Merkez Tanıtma Başkanlığı bana yönlendirmişti kendisini. Daha ilk günden “Neredeyse partinizin hiç gücü olmadığı yerlerde bile mitingleriniz sonrası aşırı destek alıyorsunuz. Sanki halk büyüleniyor. Bunu nasıl başarıyorsunuz, sırrınız ne?” gibi görünüşte basit ama içeriğine baktığınızda sıkı bir gözlem yeteneğinden geçirilmiş sorular soruyordu. Sevmiştim kendisini. Sırrımı anlatmadım ama bir şeylere de ikna etmeye hiç çalışmadım. Gücümü seziyor gibiydi. Hiç bozuntuya vermedim. Belki ben de bilinmek istiyordum artık, emin değilim. Seçim süreci, boyunca benimle gezmesine müsaade ettim. Sıkı muhabbeti vardı. Yine galip olarak ayrıldığım seçimden sonra ödev işi ne oldu diye sorunca FF aldığını öğrendim. Hayrola, nasıl oldu bu diye sorunca da “senin büyücü olduğunu yazdım İnan abi,” deyip patlattı gülmeyi. Ben de gülmeye başladım. O kendi haline, ben kendi halime gülüyorduk.

— Burak, nabıyon la burada, asker değil miydin sen?!

Tuzla’da askerim abi. Ailem Kuzguncuk’ta babaannemin yanında kalıyor, ben de bayram izni aldım.

— İyiymiş. La bayağı da zayıflamışsın ha, sırrın ne?

Sırrın ne diye sorunca sinsice sırıttı. Yıllar önce sorduğu soruyu hatırladı illaki, çünkü onu hatırlasın diye sormuştum ben de. Bozuntuya vermedi.

— Adamlar askeri rejim derken ciddiymişler. Bir ayda altı kilo verdim, tavsiye ederim. Ama o yağ içinde yüzen yemeğin patates yemeği olup olmadığına karar veremediğim için rejim listesi veremiyorum maalesef!

Hazırlanmış cevap olduğu belliydi, bozmadım. Beraber sahile doğru yürürken bir yandan da etrafımı kontrol etmeye devam ediyordum. Sonunda sorması gereken asıl soruyu sormuştu Burak.

— O değil de, abi senin bu halin ne? Terden sırılsıklam olmuşsun ha.

— Anlatırım, anlatırım da bir yerlerde oturup soluklanmalıyım biraz.

— İyi abi, şurada Lazaros dayının kahvesi var. Orada oturalım.

Dediği mekanı biliyordum. Lazaros dediği adamın asıl adı Yorgo idi. Ailesi eski Kuzguncuklulardandı. Teyzemin kızı, Abide ablam burada yaşadığı için sık gelir, çoğu komşuyu tanırdım. Bu Lazaros namlı Yorgo dayının ailesi 6-7 Eylül olaylarından sonra evlerini barklarını bırakıp gidenlerdendi. Aslında 6-7 Eylül olayları en az Kuzguncuk’ta hissedilmişti. Buranın halkı birbirine, komşularına, komşuluklarına düşkündür. O vakitler de etraftan provokasyonla toplanıp gelenlerin mahalleye girmesine izin vermemişlerdi. Hele bir astsubay varmış, eskiler anlatır, iri yarı bir şeymiş. Silahını kaptığı gibi mahallenin bir aşağı girişine, bir yukarı girişine koşturup çapulcuların mahalleye girmesine müsaade etmemiş. Ne yapıp edip girilen sokaklarda ise “Burada Rum yoktur,” deyip kovmuş milleti. Ne kadar az hissedilse de olaylar, Yorgo’nun ailesi korkmuş haliyle. Çoğu aile korkmuştu. Bunun neticesinde ancak bir düzine gayrimüslim evi kaldı buralarda.

Yorgo on iki, on üç yaşlarındayken ailesiyle terk etmişler İstanbul’u. Hep Kuzguncuk özlemiyle yaşamışlar Yunanistan’da. Ailesi ölünce de, elli beş yaşında geri dönüp bu kahveyi açtı Yorgo. Döndüğünde bu benim yeniden dirilişimdir deyip adını Lazaros diye değiştirdi. Baba adamdır. Kendine sığınanı da kolay kolay teslim etmez. Dükkanına girince tebessümle karşıladı bizi:

Burakimu hosgelmisin. Ooo İnan beyler de burdaymis. Geçzin oturun hayde!

Oturduk ve kahvelerimiz geldi. Burak’a her şeyi anlatmaya başladım. Anlatırken masaya bıraktığı kitaplarla oynuyordum. Birinin adı “Kasımpaşalı Oedipus”, diğerinin “Hindi’nin Ruhu”, üçüncüsünün adı ise “İp Cambazı Değil Silahşor”du. Üçüncü, adından mıdır nedir, bayağı ilgimi çekmişti, bir ara okumalıyım mutlaka. Tüm hikayeyi anlatmıştım. Anlatmıştım anlatmasına da verdiği tepki “hadi ya!”, “vay arkadaş!” gibi ifadelerden ibaretti. Adam sanki her gün birinin mutant olduğunu öğreniyor. Önümüzdeki kahvelerin hatırı olmasa alacaktım façasını aşağıya da tuttum kendimi.

— Ee Burak Bey, söyle ne yapalım şimdi? Bir akıl ver abine.

— Ne mi yapalım, çok basit abi. Lazaros dayı, Haydar burada mı?

— Burdadir tabii, şu masanin arkasina.

Burak kalktı ve kilimli duvarın önündeki masanın arkasından yaklaşık 50cm uzunluğunda, güzel verniklenmiş, tutma yerine elden düşmesin diye bir ufak ip takılmış ve üzerine Haydar yazılmış bir sopa çıkardı. Bana döndü ve şöyle dedi:

İnan abi, politika, tatlı söz filan bir yere kadar. Bazen tek ihtiyacın yalnızca Haydar’dır.

Güldüm başkanım. Sopayı, pardon Haydar’ı, kaptığım gibi caddeye çıktım. Mevzu olduğunu anlayan ihtiyar Lazaros kahve milletinin insanlarını gaza verip sokağa çıkardı. Burak da ardımdaydı. Sen karışma askersin, başın yanmasın deyip kenara ittim onu. Bozuldu biraz ama yapacak bir şey yoktu. Sonra senin adamlar belirdi caddenin başından. Haydar’ın ipini iyice bileğime doladım. Yorgunluğumu da Lazaros’un mekanında atmıştım nasıl olsa. Sonunu merak etmiyorsundur herhalde başkanım. Senin altı ızbandut’unun altını üstüne getirdik, dut ağacı misali bir güzel silkeledik. O, kimbilir ne uğraşlarla yaptırdığın gözlüklerini yedirdik kendilerine. Gözlükler aramızdan çekilince “ne istiyor lan başkan benden?!” gibi sorularıma cevap bulmam da kolay oldu haliyle.

Yuh be başkanım! Ciddi ciddi gözlerimi söküp kendine mi taktırmayı planlıyorsun yani?! Bir bitmedi şu mutantlar üzerinde deney yapıp güçlerini kullanma hayalleri. İlla her güç sizin elinizde mi olmalı? Paylaşmayı ne zaman öğreneceksiniz. Sizin sonunuzu da bu güç hevesiniz getirecek başkanım.

Halbuki izin verilse biz mutantlar da normal insanlar gibi yaşasak olmaz mı? Mesela halaoğlu Veli Verin şu sıralar dördüncü et ürünleri mağazasını açtı. Adam mutlu mesut yaşıyor, ne güzel. İlla paralı asker mi olsun?! Neden insanlar ellerindekilerle yetinip mutlu olamıyor?!

Uzatmayacağım. Biliyorum ki siz en çok kendinizi dinler, sadece kafanıza esenle hareket edersiniz. Bu mail’i okuduğunuz sırada çoktan o altı ızbandutunuzu kurduğum plana göre hareket etmeleri için ikna etmiş ve harekete geçirmiş bulunmaktayım.

Geliyorum başkanım, üstümde son moda takımım, elimde Haydar’ımla. O meşhur gözlüklerden takmamanızı tavsiye ederim. Çünkü bazen insan yalnızca Haydar’a ihtiyaç duyar. Biliyorsunuz artık. Bekleyin beni. İster kalelere sığının, ister kulelere. Eninde sonunda göz göze, yüz yüze konuşacağız.

Size reddedemeyeceğiniz telkinlerde bulunacağım. Hiç merak etmeyin.

Saygı ve öfkemle…

İnan Lâtif Kelam, Kürsü Cambazı.