Bir Miktar İntihar Korkusu

O ise üzgün bir ifadeyle şu sözleri söyledi:  “Sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkanıp kalan insan için dünyanın kendisi kötü bir düştür.”
O ise üzgün bir ifadeyle şu sözleri söyledi: “Sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkanıp kalan insan için dünyanın kendisi kötü bir düştür.”

Hani bazı sahneler olur. Oyuncunun gözünü aniden açacağını bilirsin, çünkü bu hep böyle olur ama yine de pür dikkat açmasını beklersin ve aniden açtığında, bunu beklediğin halde irkilirsin. Esther’in karşısında diz çökmüş, gözlerine odaklanmış, onları açmasını bekliyordum.Ve açtı. Ve irkildim. Ve gözlerine far tutulmuş bir tavşan gibi kaskatı kesildim.

En iyi hikâyeleri ölüler anlatır

Ölülerin anlattığı hikâyeler

İnşirah suresi gibi insanı ayartır.

Didem Madak

Ya artık gömecek ölüler de kalmadıysa. Birçokları için bir ütopya olabilirdi belki bu. Ama gömecek ölülerin kalmamasının aynı zamanda yaşayan herhangi bir insanın olmadığı anlamına da gelebileceğini göz ardı etmemeli.

Belki sayılarla, rakamlarla aram iyi olabilir ama küsuratlarla aram yok ne yazık ki. Bu yüzden, sanki net bir ifadeymiş gibi, yirmi yıldır şu dünya denen yerkürede tek başıma yaşadığımı iddia edebilirim.

Eskiden hasta insanların, ya da çoğunluğa göre farklı olanların, daha çabuk hayata veda edeceği tahayyül edilirdi toplum tarafından. Eskiden dediğim, yıllar yıllar önce, ailem, komşularım ve diğer tüm beşeriyet ile yaşarken. Anlayacağınız doğuştan yalnız değilim ama doğuştan genetik bir hastalığım var. Doktorlar aileme, bu çocuk fazla yaşamayabilir, çok umutlanmayın diyordu her seferinde. Etrafımdaki herkes birer birer ölürken, insanlık salgın hastalıkların pençesinde kıvrana kıvrana can verirken, ben bu genetik bozukluğum yüzünden o salgın hastalıkların hiçbirine kapılamadım. İfademden ne kadar üzgün olduğumu anlayabiliyorsunuzdur sanırım. Kader yazıcıları tarafından, ölememek derdi artı bir miktar intihar korkusuyla yıllarımı yapayalnız geçirmeye mahkûm edildim.

“Biz senin göğsünü genişletmedik mi?” diye kulağımın ardından fısıldadı Raskolnikov.

“Allah seni bildiği gibi etsin Raskol, korktum lan! Yine iman ağrısı mı çekmeye başladın! Bi ayar çekemedim şu çipine. Ne yapsam aynı kitap aynı sure! Kardeşim olmasan, bozup yeniden yapacağım ama kıyamıyorum işte!”

Ne diyorduk? Ha, evet, yalnızlık. Bir rençper olsam belki yıllarımı toprakla uğraşarak geçirirdim, ya da ne bileyim, bir baytar olsam salgın hastalıklardan uzak hayvanlar yetiştirirdim herhâlde. Hayatı idame ettirmek açısından daha faydalı olabilirdi bunlar. Ama ben, henüz konuşabileceğim insanlar varken, yapay zekâ algoritmaları yazan bir mühendis olarak hayatımı sürdürüyordum.

İlk yılımı yanı başımdaki insanların ölümünü seyrederek geçirdim. Ölenleri sırayla gömüyor, akşama eve dönüp kalanların eriyişini seyretmeye devam ediyordum. Annem, babam, kardeşim, nişanlım... Hepsi art arda göçtüler bu dünyadan. Onların ardından mahallede kalanlarla ilgilenmeye çalıştım. Üç nesil Kuzguncukluyduk biz. Haliyle mahalle olarak, komşular olarak da birbirimize çok yakındık. Siz bir mahallenin sakinlerini sırayla, bazen de toplu olarak gömmek ne demektir bilir misiniz? Neredeyse bahçesi olan her evi birer mezarlığa dönüştürdüm. En son bizim bakkal Moshe’yi gömdüm diye hatırlıyorum. Son nefesinde, dünyanın gidişatından korktuğu için, zamana dayanıklı yiyeceklerden oluşturduğu deposunun adresini tarif etmişti bana. Nasıl bir korkuysa, yirmi yılda deposunun sadece yarısını tüketebildim. Toprağı bol olsun.

Mezarcılık faaliyetleri, üzerine eklenen “yapayalnız öleceğim” hissiyatıyla birlikte bir yük olarak kalbime oturmuş, iyice yerleşerek yerini sağlama almıştı. Belki dünyada başka yaşayan insanlar da vardı ama yüreğim başka mahallelerin ölülerini de görmeyi kaldıramazdı. Bu yüzden Kuzguncuk’tan dışarıya çıkmadım. Özür dilerim, çıktım ama yalnızca bir kere.

“Senden senin yükünü kaldırmadık mı? O yük ki belini büküyordu,” dedi Raskolnikov.

Haklıydı. Sevdiklerimden, tanıdıklarımdan geriye sadece anılar ve onlara olan özlemimi daha da arttıran fotoğraflar kalmıştı. Pek kitaplarla arası olmayan bir insan olmuşumdur hep. Kardeşim ise benim aksime tam bir kitap kurduydu. Ben evden ayrılıp iş yerime yakın bir eve taşınınca odamı kişisel kütüphanesine çevirmişti. Kitap biriktirenlerin hazin sonu, kardeşim göçüp gitti ama kitapları geride kaldı. Çoğu okur gibi, sanki kitaplarını da peşinden götürecekmiş gibi kurmuştu kitaplığını. Götüremedi. Bana kaldılar.

Başlarda sadece unutmak için okuyordum. Okudukça halime, etrafıma kör olmaya çalışıyordum. Zamanla artık dünyada yeri olmayan duyguları anlattıklarını hissetmeye başladım. İnsanlar olmayınca, bu kurmaca kitapların artık dünyada bir karşılığı yoktu. Yeniden bir karşılıkları olsun istedim. Yeniden bütün sevdiklerim yanı başımda olsun istedim. Belki yaratma gücü elimde bulunmuyordu ama yaratanın bana bahşettiği bir yeteneğim vardı ve ben de bütün sevdiklerimi bir hologram olarak yeniden yarattım.

Hani Kuzguncuk’tan sadece bir kere çıktım demiştim ya. İşte o gün iş yerimi patlatıp hologram üretimi yapabileceğim malzemelerin tamamını evime taşımıştım.

İnsanlar öldüğünde seslerini ve yüzlerini unutmaya başlarız. Sözleri de eğer yazıya aktarılmadılarsa zamanla değişe dönüşe yok olup giderler. Neyse ki elimde fotoğrafları vardı. Gülerken, eğlenirken, sadece ailemin değil; iftar sofralarında, hatta Paskalya’da komşularla çektirilen fotoğraflar da bunlara dâhildi.

Sevdiklerimi insan suretinde yeniden var etmek kolaydı ama sesleri ve sözleri yoktu. Yıllardır bana yoldaşlık eden kitaplara sarıldım. Hologramların bana annelik, babalık ya da kardeşlik yapmasını beklemiyordum. Bir ses olarak yanımda bulunsunlar, varlıklarını hissedeyim yeter diyordum. Okuduklarım arasından sevdiğim bazı kitapları -bunların büyük bir bölümünü klasikler oluşturuyordu- harf harf, cümle cümle, noktalama işaretlerine varıncaya dek sisteme girmeye başladım. Sesleri de olsun diye sinemaya uyarlananları seçmeye gayret ediyordum. Ailem, o karakterleri canlandıran oyuncuların ya da seslendirme sanatçılarının tonlamalarıyla hitap edeceklerdi bana. Babam için Baba Karamazov’u seçmiştim. Aslında babamın şahsiyetiyle neredeyse hiç alakası yoktu ama Dostoyevski’ye karşı ilgim ziyadesiyle fazlaydı. Annemi ise babamın bel kemiğinden yaptım diyebilirim. Dostoyevski denince akla gelen ikinci isim Tolstoy’un Anna Karenina’sı artık annemin suretindeydi. Ve kardeşimi tahmin edebilirsiniz, Raskolnikov elbette.

Kardeşimi yaparken biraz tembellik yapıp doğrudan bir e kitap’tan kopyala yapıştır yapmıştım Suç ve Ceza’yı. Ne alakası olduğunu bilmiyorum ama e kitabı hazırlayan vatandaş içine Kuran-ı Kerim meali eklemiş. Geçen ay Kalem suresine takılmıştı. Son günlerde ise İnşirah suresindeydi sürekli.

“Senin zikrini yüceltmedik mi? Şüphesiz zorlukla beraber kolaylık vardır,” dedi kardeşim.

“Dur sen eklemeden ben ekleyeyim,” dedim, “Elbette zorlukla beraber kolaylık da vardır.”

Zamanla mahallemi yeniden kurmaya başladım. Mesela bakkal Moshe’ye Zebercet olmak yakıştı diyebilirim, Terzi Necmiye ablaya Bihter, Komşu kızı Eleni’ye Çalıkuşu olmak da öyle. Mahallenin bıçkın delikanlısı Ziya’İnce Memed yapmıştım. Çocukluk arkadaşım Burak’ı ise Turgut Özben olarak sokaklara salmıştım. Bakın ona yazık olmuş olabilir işte.

“O halde bir işi bitirince hemen başka bir işe sarıl,” dedi Raskol.

Ne demek istediğini gayet iyi anlıyordum aslında. Mahallenin bakkalına kadar herkesin hologramına uğraşıyordum ama sevgilim, nişanlım Esra’nın hologramını yapmaya elim bir türlü varmıyordu. Korkuyordum. Sanki onunla geçen zamana, anılarımıza sadakatsizlik yapacakmışım gibi hissediyordum. Ne zaman elimi işe atsam, o attığım elleri titreyerek, kalp çarpıntısı eşliğinde geri çekiyordum.

Hem zaten hangi karakteri ona eş değer sayabilirdim ki?!

“Ancak Rabbine rağbet et,” diye tavsiyede bulunur gibi son ayeti de okudu kardeşim.

Doğruca kardeşimin kitaplığına yöneldim. Odaya girdiğimde gözlerimi kapatıp etrafımda yönümü kaybedecek şekilde döndüm ve elimin uzandığı ilk kitabı aldım raftan.

Gözlerimi açmadan parmaklarımı kitabın kapağında gezdirdim önce. Sonra burnuma yaklaştırıp kokusunu içime çektim biraz. Kitabın, zaman aşımından dolayı deforme olduğu için yaydığı koku başımı döndürmüştü. Gözlerimi yavaşça aralayıp kitabın adını okudum: Sırça Fanus.

Hah dedim, daha trajikomik bir durum olamazdı. Hayata döndürmek için müntehir bir yazar kadının, müntehir bir karakterin romanını tutuyordum ellerimde. Kitabı göğsüme bastırıp yavaşça merdivenin basamaklarından çalışma odama doğru indim.

Sanırım en uzun süren çalışmam bu olmuştu. Hem Handan Saraç’ın nefis Türkçesiyle çevirdiği metni sisteme geçiriyor, hem de hücresel bütünleme denilen bir tekniği uygulamaya çalışıyordum. Bu, şu demekti: İstediği zaman hologram, varsayalım elini, bir insan eli gibi cisimleştirebilecekti. Yani sevdiğim kadının elini tutabilecektim. Her ne kadar içinde bir bunalım taşıyor olacaksa da.

Ve bitti. Karşımda vücudunda parazitlenmeler olan, yer yer cisimleşip yer yer yeniden hologramlaşan sevdiğim kadın vardı. Artık ona yeni ismiyle seslenecektim: Esther.

Hani bazı sahneler olur. Oyuncunun gözünü aniden açacağını bilirsin, çünkü bu hep böyle olur ama yine de pür dikkat açmasını beklersin ve aniden açtığında, bunu beklediğin halde irkilirsin.

Esther’in karşısında diz çökmüş, gözlerine odaklanmış, onları açmasını bekliyordum.

Ve açtı. Ve irkildim. Ve gözlerine far tutulmuş bir tavşan gibi kaskatı kesildim.

O ise üzgün bir ifadeyle, sanki bir hayal kırıklığıyla ağzını açıp ilk şu sözleri söyledi: “Sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkanıp kalan insan için dünyanın kendisi kötü bir düştür.”

“Belki de,” dedim, “belki de artık bu düşten uyanmalıyım Esther. Ama benim senin gibi, Sylvia gibi cesaretim yok!”

Esther, o tutmak için hayalimde yıllarımı, uğraşımda aylarımı verdiğim elini cisimleştirdi. Uzanıp yanı başındaki yıldız tornavidayı kavradı ve göğsüme sapladı.

Nefesimin kesildiğini hissettim.

“Esther,” dedim zorla, “belki bu kez ölenleri gerçekten görme vaktidir.”

Sevdiğimin gözlerine bakarken gözlerimi yumuyordum.