Bizimkiler ne yapıyor yahu?

Uluslararası Genç Edebiyatçılar Buluşması
Uluslararası Genç Edebiyatçılar Buluşması

28 Ekim - 4 Kasım tarihleri arasında Türkiye’nin 7 şehrinde birden Uluslararası Genç Edebiyatçılar Buluşması adıyla önemli bir etkinlik gerçekleştirildi. Sancak Medya tarafından Kültür Bakanlığı desteğiyle düzenlenen bu etkinlikte hepsi 30 yaş altı 40 şair-yazar bir araya geldi. Etkinliğe katılan beş genç şair ve yazara izlenimlerini sorduk. Neden? Çünkü bu çapta bir etkinliğin katılımcıları tarafından hangi dikkatlerle izlendiğini şahsen dahi merak ediyorum. Festivalde özellikle açılış ve kapanış gecelerinde hemen her edebiyat dergisinden, çevresinden gençler oradaydı ve fakat birkaç şair - yazar dışında “usta”ları göremedik. İnsan “bizimkiler ne yapıyor yahu?” demek için bile olsa bir uğrayıp görünmez mi? Belki de fazla abartıyorum, bilmiyorum. (A.E.)

BURAK Ş. ÇELIK: “Kuşağıma yabancı dil öğrenmelerini salık vermeye kendimi mecbur hissediyorum.”

Şiir esas mihrak noktam olduğundan bilhassa yurtiçinden ve yurtdışından gelen şairlerle diyalog hâlindeydim. Festivale sırf iştirak maksadıyla İstanbul’da bulunmadığımdan sohbetlerimi edebiyat merkezli tutmaya gayret ettim ve dolayısıyla aktaracağım bazı bilgiler edindim:

Boşnak şair Kenan Mesanovic, Macar şair Veronika Horvath, Azerbaycanlı şairler Metleb Mukhtaroy ve Şehriyar Del Garani bilhassa sohbet ettiğim yabancı edebiyatçılardı. Kenan Mesanovic, panelist olarak bulunduğu bir panelde günümüz Bosna edebiyatında hiciv ve mizaha çok sık başvurulduğunu söyledi. Ben de panel sonunda bu türlere bilhassa baskıcı dönemlerde başvurulduğunu söyleyerek söz konusu türlere Bosna’da rastlanılmasına mezkûr baskıcı tavrın mı sebebiyet verdiğini sordum. Aldığım cevap beni tatmin etmedi; zira sorumun yanlış anlaşılmış olduğunu düşünüyorum. Yine Kenan’dan öğrendiğime göre Bosna’da bir tane dahi matbu edebiyat dergisi yokmuş. Azerbaycanlı şair Şehriyar da ülkesinde matbu dergilerin pek yaygın olmadığını, internet dergilerinin daha ön planda olduğunu belirtmişti. Bu anlamda Bosna ve Azerbaycan edebiyatının bizim edebiyatımıza zıt bir konumda olduğunu gördüm. Bu sanırım bizim, edebiyata yönelik ciddi tavrımız ve ona yönelttiğimiz ayrıcalıklı konum sebebiyledir.

Metleb ve Şehriyar ile bir sohbetimiz esnasında bizdeki serbest ve hece ölçülü şiire mukabil Azerbaycan’da bunlara ek olarak bir de “ak şiir”in olduğunu öğrendim. “Ak şiir”in kafiyesiz, konuşma havasında yazılmış, sanatsız bir şiir olduğunu belirttiler. Fakat bu şiirin Azerbaycan’da pek itibar görmemiş olduğunu da öğrendim. Ayrıca hece ölçülü şiir tanımlarımızın da örtüşmediğini gördük. Bizdeki tanım hepimizin malumu. Azerbaycan şiirinde hecelerin eşit sayıda olmasından ziyade, ses itibariyle kulakta bir eksiklik yahut fazlalık hissi uyandırmayan dizeler de ölçülü kabul ediliyormuş. Kasıtlı-kasıtsız kafiyeli yazılmış serbest şiirleri de ölçülü şiirin tanımına dâhil ettiler.

Yine Azerbaycanlıların Necip Fazıl Kısakürek’i, Sezai Karakoç’u ve diğer şairlerimizi yakından tanıdıklarına şahit oldum. Bunun sebebini sorduğumda: “Başka ne yapabiliriz, Özbeklerden, Kırgızlardan, Türkmenlerden takip edilecek kim var ki?” demişlerdi.

Veronika ve Portekizli şair Ligia Reyes’in şiir kitaplarına bakma imkânım oldu. Macarca ve Portekizceye vakıf olmadığımdan ne yazık ki içerikler hakkında bilgi sahibi olamadım. Kapak tasarımları ve kitap içlerinde bulunan grafikler sade ve gayet başarılıydı.

Son olarak İtalyanca ve Portekizce bilmeyi arzu ederdim. Alessandro ve Ligia Reyes dokunmadığım şairlerdendi.

Yerli şairlerimizde gördüğüm bir eksikliği belirtmeden yazıyı neticelendirmek istemiyorum: Kuşağıma yabancı dil öğrenmelerini salık vermeye kendimi mecbur hissediyorum; zira İngilizce önemli bir anahtar. Bu anahtarı elinde tutanlar festivali daha verimli geçirdiler. Yabancı diller, yabancı edebiyatların ülkemizde tanıtılmasına ve kendi edebiyatımızın başka ülkelerde bilinir kılınmasına sebebiyet vereceğinden en az bir dil bilmek ve bu dili konuşan ülkelerin edebiyatlarına yönelmek hususunu bilhassa önemsiyorum. Edebiyatçıların birbirleri ile diyaloglarında çevirmene ihtiyaç duymalarını edebiyatın fıtratına aykırı, yakışıksız ve nahoş bulduğumu belirteyim.

CAN ACER: “Şiirin sorunu, iktisadi ilişkiler ağının dışında kalmak başarısını toplumsal ilişkiler ağının içine girmekle tamamlayamaması.”

Festivale katılan yerli ve yabancı şairler arasındaki dikkate değer fark, poetik ayrımlardan ziyade şiirlerin icrasında görüldü.

Açılış gecesinde kendisini “şair, performans sanatçısı, proje yazarı, rap vokalisti ve slam şairi” diye tanıtan İtalyan şair Alessandro Burbank’ı dinledik. Slam’a sözlükte “vurmak, gürültü ile yere çalmak, sövmek, bam! çat! güm!” gibi karşılıklar verilmiş. Slam Poetry için Enis Akın’ın bulduğu karşılık ise “Şamar Şiiri”. Slam, Amerika’nın kendi iç çelişkilerinin doğurduğu, hip-hop kültüründen etkilenmiş, performansa dayanan eleştirel bir şiir. Burbank da bize belli ki performans olarak sunulacağı gözetilerek yazılmış, genişletilerek tekrarlanmış mısralarla ilerleyen, şiir boyunca katlanan ritmiyle bir rap-şiir sundu.

Veronıka Horvath ise doğaçlama bir tiyatro grubunun üyesi ve şiirine ülkesine ait bir halk türküsü söyleyerek başladı. İzlandalı Asta Fanney de şiiri bir performans sanatçısı olarak çeşitli sanat türleriyle harmanlayanlardan.

“Şiirin şairi tarafından gösteri haline dönüştürülmesi, o şiirin yazılma sürecini ne kadar etkiler, bu etkinin olumlu ve olumsuz yönleri nedir, performansın şiir metninden bir şeyler götürdüğünü düşündüğünüz oluyor mu?” gibi soruları soracak kadar bu şairlerle iletişim kurma fırsatını bulamadım fakat şiirin bir performansa dönüştürülerek dolaşıma sokulmasının olumsuz yönleri olduğunu düşünüyorum. Burada performansı, şairin metinle okuyucu arasına girmekten imtina ederek şiirini seslendirmesi olarak anlamamak lazım. Bir sanat eseri diğer sanat disiplinleriyle bağlar kurarak, sanatçının bedeni, icra mekanı gibi unsurlar da gözetilerek sunulduğunda performansa dönüşmüş oluyor.

Marx, kapitalist üretimin düşünceye ilişkin üretim dallarının bütününe, özellikle de sanata ve şiire düşman olduğunu söylüyor. Burada şiire ayrı olarak değinilmesinin sebebi, şiirin diğer sanatlardan farklı olarak nesne ile ilişkisinin olmaması, dolayısıyla meta olarak sunulamaması. Hegel de sanatlara nesneyle arasındaki mesafe oranında değer biçerken, mimari ve heykelle başlayan hiyerarşide şiire piramidin en üstündeki yeri veriyordu. Performans sanatlarının, icranın o ana özgü oluşu sebebiyle yeniden üretime engel teşkil ettiği ve bu yönüyle de kapitalizme ters düştüğü söylense de bunun şiir için geçerli olduğunu düşünmüyorum. Şiirin performans olarak sunulması, onu çerçeve bir mekâna hapsediyor. Bu da yalnızca sözcükler ve sözcüklerin sonsuz ilişkileriyle kurulan şiiri, nesnenin dünyasına çekiyor. Artık okuyucuyla şair arasında yalnızca sözcükler yok, bir mekân ve şiire diğer sanatlardan giren nesne unsurları var. Bu da şiiri meta gibi sunulabilir yapıyor.

Bugün şiirin sorunu milyon dolarlık resimler, heykeller gibi kapitalizm tarafından dönüştürülmüş olmak değil. Şiirin sorunu, iktisadi ilişkiler ağının dışında kalmak başarısını toplumsal ilişkiler ağının içine girmekle tamamlayamaması. Şiirin performans haline getirilmesini, toplumsal ilişkilere dâhil olma arzusu olarak okuyabiliriz. Fakat bu arzu şiir performanslarıyla gerçekleştirilmeye çalışıldığında, şiirin metalaşması sonucunu da doğurabilir.

Öykücülerse şiirlerini şarkılarla, teatral hareketlerle icra eden şairler kadar talihli değildi. Zaman yetersizliğinden dolayı öykülerinden ancak birkaç pasaj okuyabildiler. Dinleyerek bir edebiyat metnine vakıf olmanın zorluğunun yanına bu da eklenince, öykücüyle dinleyici arasında sağlıklı biriletişim kurulamadı diyebilirim. Şiirlerin bir kısmı gösteri sanatına dönüşürken, öyküler gösterime giremedi.

SINEM TORUN: “Hiç bitmeyen bir dergi heyecanı var neslimde…”

İnsanın okuruyla bizzat muhatap olması güzel şey. Festivalin iki akşamı İstanbul’da diğer yerli/yabancı genç yazar ve şairlerle bir masa etrafında geçti. Herkes eserlerinden birini seslendirdi ve sonra ‘üzerine konuşulamayan’lar üzerine konuşmaya çalıştık. Birbirimizin dinleyicisi olduk. Çünkü başka dinleyicimiz yoktu. Şöyle düşündüm, edebiyatla hep “birileri” ilgilenir zaten. Bu yüzden kitleler beklemiyordum, beklediğim gibi de oldu. Zaten İstanbul böyle şeylere doymuştu. Altı yazardık ve beş dinleyici. Okur alımlamasını bizzat okunduğu anda görmek, öykü bitip de kafanızı kaldırdığınızda diğerlerinin yüzlerine bakmak ve kendi hikâyenizi dinleyicinin yüzünde seyretmek güzel şey. Evet birileri bir yerlerde öyküleri okuyor. Fakat okurken yüzü ne şekle giriyor? En azından birkaçını görme fırsatı oldu.

Festivalin bir başka güzel yanı kendi neslini görmekti. Ne konuşuyorlar, ne okuyorlar, nelerle ilgileniyorlar, ne meslekteler, ne yazıyorlar? Mai ve Siyah romanında, sanırım açılışındaydı, dönemin entelektüellerinin konuştuğu bir yemek sahnesi vardır ya, onlara ne kadar uzak, ne kadar yakınız, bunları inceleme şansım oldu böylece. Hiç bitmeyen bir dergi heyecanı var neslimde, bu sevindirici. Bir de samimi olmam gerekirse şunu fark ettim: Sanırım festivalin en genç isimlerinden biri bendim fakat birlikte vakit geçirince, özellikle yabancı yazarlarla, gördüm ki çok yaşlanmışım.

GÜLHAN TUBA ÇELIK: “Kendimi bir devrimci olarak görüyorum. Benim silahım, kelimelerim.”

Henüz kitabı olmayan genç öykücüler bilir, bu tarz etkinliklere davet edilmek; görüldüğünü, bilindiğini göstermesi açısından önemlidir en başta. Daha sonra da kendini çevrene göstermeni sağlar: “Bakın ben de fark edilen biriyim, burada sizinleyim.” Bunları hızlı geçelim, yolun başlarındaki çocuksu sevinçlere ihtiyacımız var elbette.

Rıdvan Tulum’un organizatörlüğü ve Zafer Acar’ın moderatörlüğünde Konya- Antep ekibindeydim. Yahya Arslan, Can Acer, çevirmenimiz Esra Arı; Portekiz’den Gisela Casimiro ve Ligia Reyes, Macaristan’dan Gal Soma ile altı gün boyunca beraberdik.

Gisela’nın deyişi ile; insan sürekli öğrenci, diğerleri daima öğretmendir ve hayatın bu süreçte öğrendiklerinden ibarettir. Ona katılıyorum ama daha da güzeli, bu diğer kişinin bir başka sanatçı olması, hatta “yabancı” olması gibi geldi bana. Portekiz ya da Macaristan görmeye niyet bile etmediğim ülkelerdi fakat oradan herhangi bir insanı kendimi anladığım kadar anlayabilmek, onların beni anladığından emin olabilmek, sanatın-bakışın-yaşayışın-umudun ve inancın ortak, evrensel ruhunu hissetmek benim için çok farklı ve özel bir deneyimdi. Bu deneyimin daha da özel tarafı ise Portekiz’den gelen şair Ligia Reyes’ti.

Nevrozlar ve psikozlar, üzerinde çalışmayı, düşünmeyi, okumayı sevdiğim bir alan. Sylvia Plath’ın manik depresifliğinin, hayatımın özellikle son beş altı yılında önemli bir yeri vardı. Ligia Reyes; tanıştığımız ilk günün içinde, sonra gittiğimiz tüm şehirlerde, daha sonra katıldığımız çoğu programda manik depresif olduğunu ve ruh akrabalığını Slyvia Plath’tan aldığını söyledi.

Ligia iki tür şair olduğunu düşünüyor: Toprak şairleri ve ateş şairleri. Toprak şairlerinin çok çalıştığını ve yazmayı yaşamlarının bir parçası olarak gördüklerini fakat buna karşın ateş şairlerinin ilhamını direkt olarak Tanrı’dan aldığını ve belirli bir sistematikleri olmadığını söylüyor: “Ben şiiri; çiftçinin koyunları, ressamın detayları gördüğü gibi görmüyorum ve şiir yazmak için doğru moda ihtiyacım var. Doğru modu bulduğumda otomatik yazıyorum. Toplum şiirimi elbette etkilemiştir ama her zaman hayal âleminde yaşayan bir insan oldum. Her zaman bir itiraf yazarıydım. Etrafımdaki şeylere çok fazla önem vermedim. Ekonomi ya da benzeri şeyler gibi. Kültüre önem verdim ama her zaman değil. Yazarken kendimi tamamen özgür hissediyorum. Sınırlarım yok. Ailem kendimi çok fazla açığa vurduğumu düşünüyor. İnsanlara, mahremimden bahsetmememi istiyorlar. Tabularla ilgili konuşuyorum. İtiraf yazarıyım. Kusursuz bir şair olmak, ödüller almak için yazmıyorum. Kendimi bir devrimci olarak görüyorum. Benim silahım, kelimelerim.”

Ligia, bütün kişisel melankolisine rağmen yazmanın umutlu bir iş olduğunu savunuyor. Sadece yazarak ve yayımlayarak bile, insanlara kendilerini ifade edebilecekleri bir alanı işaret ettiğini düşünüyor. Ustalık hakkındaki yorumları da dikkat çekici: “Sanıyorum ki bir ustam yok fakat başvurduğum, örnek aldığım yazarlar var. Bazen bir ustaya sahip olmak yaratıcılık sürecinin sekteye uğramasına neden olabilir. Örnek aldığım Slyvia Plath, Anne Sexton, Anais Nin gibi yazarlar şiirimde sınırları aşarken kendimi yalnız hissetmememi sağladılar. Çünkü onlar da aynı şeyleri yaptılar. Bence örnek aldığınız yazarlar, onlardan bağımsız olmak istediğinizde bile orada kalırlar. Ancak burada öldürülecek bir şey olduğunu düşünmüyorum. Edebiyat, içinde öykünmenin olduğu küçük battaniye parçaları gibidir. Bu öykünme başkaları tarafından üretilen bir şeydir ve global olarak bir araya gelince battaniye diye adlandırdığımız şey ortaya çıkar. Sanat kendisini ustalara ihtiyaç duymadan taklit eder.”

Bu tarz etkinlik ve buluşmalar; hayata, sokağa ve insana inananlar için; hissettiklerinden ve başına gelenlerden korkmayanlar için, Slyvia Plath sayesinde kendini ve Ligia’yı anlayanlar için, edebiyatın oluşturduğu yeni dünyayı hatırlayanlar için, bu sayede “Ben bir başkasıdır”ı yeniden yaşayanlar için değerli kalacak.

MAHMUT SAMI YILDIZ: “Kütüphanelerde yeni bir raf: Nereye Koyacağımı Bilemedim Rafı”

Uluslararası Genç Edebiyatçılar Buluşması, yurtiçi ve yurtdışından birçok genç yazarın bir araya gelmesine, tanışmalarına, farklı ülkelerin edebiyat ortamlarını tanımalarına ve kendi fikirlerini sunmalarına vesile oldu. Büyük çoğunluğu otuz yaşının altında olan bu yazarlar, Türkiye’nin yedi farklı şehrinde düzenlenen etkinliklerde, panellerde ve çeşitli liselerde konuşup kendilerinin ve ülkelerinin edebiyat serüvenleri hakkında görüşlerini aktardılar.

İstanbul’daki etkinliklerde görüştüğüm Makedon romancı Frosina Parmakovska, romancılığının yanı sıra akademik anlamda da edebiyatla iştigal etmekte. Kendi ülkesinde yakın geçmişe kadar belli bir yazar stereotipinin olduğundan, bunların hemen hepsinin erkek olduğundan ve yalnızca bu yazarların metinlerinin değerli olduğu algısından bahsetti. Fakat günümüzde genç yazarların iyiden iyiye edebiyata dâhil olduklarını, bu stereotipin tahakkümünün yıkıldığını ve kadın-erkek yazar sayısının da neredeyse eşitlendiğini söyledi.

Kenan Mesanovic ise hem öykü hem de roman türünde eserler vermiş Boşnak bir yazar. Ülkesinin yayıncılık konusunda oldukça geri olduğunu, bunun da nitelikli -onun söylemiyle satır aralarını okuyabilen- okur sayısının oldukça az olduğundan kaynaklandığını ifade etti. Fakat Kenan da gelecek kuşaktan oldukça umutluydu. Zira özellikle mizah ve hiciv kullanımında gençlerin daha başarılı olduğunu söyleyerek mizah ve hicvin okuru uyandırmadaki öneminden bahsetti.

Yakın zamanda ilk kitabı yayımlanan öykücü Sinem Torun ise edebiyatta “türler arası geçişkenlik” hakkındaki fikirlerini oldukça güzel açıkladı. Ona göre “tür” kavramının doğuşu her ne kadar kısıtlayıcı da olsa edebiyatı akademiye sokma çabasının bir sonucuydu. Ve tek sebebin bu olmadığını, kapitalist pazarlamanın da bu kavramın doğuşundaki etkisinin altını çizdi. Fakat günümüzde bütün sanatların, formların birbirine girdiğini ifade eden Sinem Torun’un verdiği kütüphane örneği oldukça dikkat çekiciydi. Bugün kütüphanelerin bölümlere ayrılmasındaki güçlükten bahseden Torun, kütüphanelerde yeni bir rafın ortaya çıktığını ve adının da “nereye koyacağımı bilemedim rafı” olduğunu söyledi.

Suriyeli şair Mahmoud El-Tawil’in “Suriye’de tüm yaşananlar, toplumsal olaylar edebiyatınızı nasıl etkiledi?” sorusuna verdiği cevap ise zaman zaman bahanelere sığınıp yazıdan uzaklaşan bizler için oldukça çarpıcıydı. Zira Mahmoud 2014’e kadar Suriye’de yaşamaya devam etmiş, şiir ve entelektüel çalışmalar hakkında radyo ve televizyon programları hazırlayıp sunmuş ve defalarca kez tutuklanmış bir şairdi ve soruya cevabı yaklaşık olarak şu şekildeydi: “Bir diktatör altındayken sanki yaratıcılığımız daha da gelişti.”