Bozkır bozkır bozkır, orman

Az önce ilerlediğim yönün tam tersi yönde, ormanı arkama alarak ilerlemeye başladım.
Az önce ilerlediğim yönün tam tersi yönde, ormanı arkama alarak ilerlemeye başladım.

Geri dönme ihtimali deyince orman geldi aklıma. İki saat arkama bakmadan yürümüştüm. Döndüm, gözlerimi kısarak ormana baktım. Gerçekten de öncekine göre yakın görünüyordu. Tam karşıda, uzakta, ama nokta kadar küçük değil. Demek ki bu tarafa doğru yürüdükçe ormana yaklaşıyorsun, dedim kendime.

“Arabayı çok kötü kullanmışsın,” diyor gözlerini kısarak. Kapıları açıp kapatıyor. Bilgiç hareketler. Kapıyı ben öyle çarpsam, “Kıracaksın, yavaş!” diye kızacak. Bagajı daha sert çarpıyor. Sonra üzerine yükleniyor biraz. “Ver bakalım anahtarı,” deyince anladım adamın olayını. Arabayı alıp gidecek, bir daha da gelmeyecekti. Bunu bildiğim halde verdim anahtarı. (Artık ne olacaksa olsun diyordum.) Önce petrolün marketine gidip sigara aldım -başlamaya karar vereli epey olmuştu ama yeni alıyordum- sonra da arabaya bindiği tarafa hiç bakmadan yürümeye başladım; uzaklaştım. Geniş, sonsuz bir bozkırın ortasında bir benzinci, bir de çarpık çurpuk yol. Tepelere, sonsuzluğun biraz ötesinden görünen ağaçlara doğru yürüyordum. Sigarayı çıkarttım. Ağzımda bir süre beklettim. Bir aksilik olacağı belliydi. (Ateş almayı unutmuşum.) Geri dönmek gelmedi içimden. Sigara ağzımda yürümeye devam ettim.

Görüntü şöyleydi: bozkır bozkır bozkır, orman. Ama orman neredeyse görünmeyecek kadar küçüktü, uzaktı. Bir de yürüdükçe gitgide küçülüyor gibiydi. Bir saat daha yürüyünce iyice küçüldü. Yeşil bir nokta oldu. Durdum. Kim bilir hangi yanardağ patlamasında buraya fırlamış koca bir kayanın gölgesine oturdum. Hava soğuk sayılırdı ama güneş yakıyordu. Bir saat de gölgede oturdum. Güneş kızıllaştığında kalkmış ve bir konuda aydınlanmıştım: Orman gitgide küçüldüğüne göre yanlış yolda gidiyordum. Az önce ilerlediğim yönün tam tersi yönde, ormanı arkama alarak ilerlemeye başladım. Bu arada kendime bile fark ettirmeden bir şey yapıyordum: Yerde bir çakmak, kibrit filan arıyordum. Akşam çökünce canım daha çok istedi sigarayı. Kafama takılıyor, arzu haline geliyordu. İçme ihtimalini ortadan kaldırmak için paketi atmayı düşündüm, bu sefer de ateş bulduğum takdirde geri dönme ihtimali zorluyordu.

Geri dönme ihtimali deyince orman geldi aklıma. İki saat arkama bakmadan yürümüştüm. Döndüm, gözlerimi kısarak ormana baktım. Gerçekten de öncekine göre yakın görünüyordu. Tam karşıda, uzakta, ama nokta kadar küçük değil. Demek ki bu tarafa doğru yürüdükçe ormana yaklaşıyorsun, dedim kendime. Ormanın hevesiyle yarım saatte bir on beş dakika dinlenerek üç saat yol gittim. Sonra saatim bozuldu. (Veya ben bozulmuş gördüm.) Geceydi, fosforlu bir şey değildi saat. Sonuç olarak randımana bindirdiğim yürüyüşüm aksadı. Bak sigarayı düşünmeden yürüyordun ne güzel, dedim. O, dedi. Sanki bir parçam, her şeyin en doğrusunu veya gereklisini bilen bir parçam bana karışıyor, yönlendiriyor, özet veriyordu. Sigara deyince tekrar aklıma geldi. Sigarayı düşünmediğimi düşünmek bana sigarayı düşündürmüş oluyordu. Saati attım. Bir süre dinlendim. (On beş dakika kadar olmasını umuyordum ama epey bir vakit geçmişti galiba.)

Saati atınca, saat bozulunca daha doğrusu, -bozulmuş muydu acaba- pişman oldum attığıma. Belki gün ağarınca onu çalışıyor olarak görecektim. Saate kafayı takınca sigarayı düşünmediğimi fark edip tekrar sigarayı düşündüm. Bu arada yürüyordum. Yürüdüğümü ve saati ve sigarayı (keşke almasaydım paketi) düşündüğümü fark edince, “Geri mi dönsen acaba?” diye sordu. Onun her şeyin en iyisini bilen bir parçam olduğu konusunda yanılmıştım galiba. Zaten böyle düşünmem için bir sebep yoktu. Ama sonradan bir şey, bir süre daha yürüdükten sonra aklıma gelen bir şey onun gerçekten bir bildiğinin olduğunu düşündürdü bana. Geri dönme fikri ormanı getirdi aklıma. Belki de beş altı saattir arkama bakmıyordum. Heyecanlandım. Olduğum yerde kaldım. Ellerimi iki yana açtım ve kollarımla dünyayı sardığımı hayal ettim. (Aynı anda, birinin bana sarıldığını hayal etmediğime seviniyordum. Çünkü dünyayı sarmak daha güzeldi.)

Kollarımla oluşturduğum bu çemberin önümde kalan tarafında bir kaya, koca bir volkan kayası bulmam lazımdı. Geriye dönüp ormana ne kadar yaklaştığımı görmek için gündüzü beklemek istiyordum. (Zaten gece vakti nasıl görecektim ki?) Gözlerimle karanlık geceyi tarayarak yürüdüm. Aradığım kayayı buldum. Gökyüzüne baktım, rengi daha açık olan tarafı seçtim, kayanın o tarafına yattım. Güneş öbür taraftan doğacaktı. (Ufak planıma göre.) Ama düşündüğüm gibi olmadı. Uyandığımda (saat kaçtı acaba?) güneş burnuma ve gözlerime vuruyordu acımadan. Hava da sıcaktı. (Galiba öyleydi.) Ağzım öyle kuruydu ki, ne zamandır su içmediğimi ve yemek yemediğimi anladım. Birden açlık, susuzluk ve halsizlik çöktü üzerime. Kayanın öbür tarafına geçtim, berbat haldeydim. Ormanı görüyordum. (Bunu törensel şekilde yapmayı planlamıştım oysa.)

Sonra güneşin, halsizliğin, açlığın ve susuzluğun etkisinden az da olsa kurtulunca delirmiş gibi bağırmaya, hoplamaya başladım. Ormanı görüyordum ve yüz adım kadar ötedeydi. Gözlerim nemlendi. Koşmaya başladım. Koşuyordum, ara ara kahkahalar, sevinç çığlığına pek benzemeyen ama sevinçten doğan garip sesler çıkarıyor, ağzımı gerdirip dikenlere, senin baban askere gitti mi bitkilerine, içimi bunaltan bozkır sarısına bakıyordum. İçgüdüsel bir kararla, sadece yere bakarak koşuyordum, ayaklarımın altının birden yeşillenmesini, koca bir ağaca çarpıp bayılmayı, sonra yeşillikler içinde uyanmayı diliyordum. “Bu hızla çarparsan ölürsün,” dedi parçam, her şeyi olmasa da birçok şeyi bilen yanım. Dikkatimi dağıtmıştı. Yavaşladım, durdum. Allah belasını versin, iyi ki durmuşum. Orman küçücük kalmış yine. Ona doğru gittikçe ondan uzaklaştığımı o an hatırladım. Dizlerimin üzerine çöküp başıma bir el ateş edilmesini diledim her şeyi bilen boynu kırılası yanımdan. Çökmüştüm. O kadar koşmuşum ki. Geri dönmek, onca yolu tekrar almak gelmiyordu içimden.

Saate baktım. (Ormana doğru koşarken yerde görüp o hızla almıştım kendime bile fark ettirmeden.) Gerçekten de bozulmuş. (Ama bozulmamış da olabilir.)2’yi gösteriyordu saat. Şu an gündüz iki olabilirdi. (Gökyüzü ve güneşin konumuyla aram pek iyi olmasa da bunu anlayabiliyordum.) Ama ya saatin gösterdiği gecenin ikisiyse? Yerden sarı otla karışık toprak alıp başıma çarptım. Saat bile günde iki kez doğruyu gösterdiği an denk gelmişti bana. Bir sigara aldım ağzıma. Yakmışım gibi içmeye başladım. (Bu öfkeli anımı kaçırmak istemiyordum.) Bir karar vermelisin, dedi. Ormana baktırdı. Derin iç çektim. Evet, ormanı arkama alıp yürüyecektim, ormana ulaşana kadar yürüyecektim, kararlıydım. Sigarayı attım. Saate baktım. Yelkovan öylece duruyordu, bozuk olduğunu bundan anlayabilirdim. Zeka seviyemde bir gerilemenin olduğunu düşünmedim. “Dalgınlık,” dedim kendime, veya her şeyi bilen yanıma. (Ben de onunla konuşmaya karar vermiştim.)“Dalgınlık.”

Nedense, öfkeden ve yıkımdan sonra bir dinginlik çöktü üzerime. Yavaş yavaş yürüyordum. Sigarayı bile, (düşünmediğimi fark edene kadar) düşünmüyordum. Huzurluydum. Akşama kadar bir süre yürüdükten sonra bir süre ara vererek uzun bir süre... (Saatin yokluğunu çekiyordum. Zamanı kaybetmiştim.) Arkama bakmayı düşünmüyordum, istemiyordum da. Ormanın beni birden yakalayacağını, arkamdan kuşatacağını hissediyordum. Yürüdüm. Git gide yavaşlıyorsun, dedi. Huzurum sana dokunuyor galiba, neden hep bozuyorsun? Susturdum onu. Konuşmasına müsaade etmedim, ama gizli gizli, söylediği şeyi tarttım. Haklıydı. Yavaşlıyordum. Sonra, düştüm birden. Çok susamıştım.

Arabamın yanındaydım uyandığımda. Gölgesinde yatıyordum. O adam yüzüme su döküyordu. Kendimi zorlayıp sırtüstü döndüm. Ağzımı açtım. Adam işaretimi almıştı, suyu boşalttı ağzıma. Kanım hareketlendi. Gözlerimi açtım iyice. Sonra kendi kendime konuştum. (Her şeyi bilen bir parçam vardı, onu göreniniz var mı?) “Arabanın yanındasın, su içtin, araban lan!” dedim kendime. Kendimi heyecanlandırabildim galiba. Ayaklandım. Adam hiç konuşmadan yüzüme bakıyordu. Ben de hiç konuşmadan arabaya geçtim, kontağı açtım, boşta biraz gaz verdim. Çakmaklığı ittirdim. O geri fırlayana kadar torpidodan bisküvi paketini çıkarıp iki saniyede yedim. Bir şişe suyun yarısına geldiğimde çakmaklık, gönderdiğim yerden geri geldi. Ağzımı temizledim. Sigarayı yaktım. Dünyadaki tüm insanlara mutluluklar dileyen dumanı arabanın içine üfledim. Hayat nasıl böyle güzel olabiliyor?

“Seni o kadar aradım ki, abi nereye kayboldun?” dedi adam. Valla helal olsun. Yanlış tanımışım seni kardeşim. “Abi bir iki laf söyle, korkmaya başladım,” dedi. Sonra içimden konuştuğumu anladım. Alışkanlık olmuştu galiba. Gülümsedim, elimi omzuna attım: “Ormana gitmek ister misin? Belki arkasında masmavi bir okyanus vardır.”

Sigaraları yakıp yol almaya başladık. Kolumu camdan atmıştım. Yol dümdüz, pırıl pırıl asfalt. Sanki gökyüzünden bir kamera bizi izliyor. Bir de ismi “This Night Has Opened My Eyes” olan bir şarkı çalıyor. Mutluydum. Arada bir dikiz aynasından bize doğru yaklaşan ormanıma bakıyordum.

“Abi yanlış anlama da, orman arkada, ters tarafa gidiyorsun.”

Gülümsedim gene. Aptal gibiydim galiba, oysa çok çekici hayal ediyordum kendimi. Adamın kapısını açıp tepikle uçurmak geldi içimden. Sonra kendime geldim. Kahkaha attım. Çakmaklığı ittirip bir sigara daha aldım ağzıma. Ufuk kızıldı.

  • Bezelye yemeği yapmak için sadece bezelye kullanmazsınız. Ama bezelye yemeği yemek için, bezelyeyi sevmek zorundasınız. Ertuğrul Emin Akgün bu dosyada olsaydı şüphesiz ‘kahraman ve öykü’ ile ilgili böyle şeyler söyler, kafamızı yine allak bullak ederdi. (AA)

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım