Adım Fahri. Fahri’nin anlamı için sözlüklere bakmıştım: gönüllü, karşılıksız. Karşılıksız verilen hizmet. Yani aslında onur için verilen hizmet anlamında... Fahri. Yedi kardeşin sonuncusu. Dört kız, üç oğlanın dünyaya son geleni. Bütün engellere, tedbirlere rağmen kader kısmet dedirtip geleni. Abilerimin ablalarımın kolları üzerinde büyüdüm. Büyük kardeşlerimin dizlerinde omuzlarında yaşadım yıllarca. Annemin pek vakti olmadı sarılmaya. Babamın raconuna uymuyordu elini omzuma koymak. Kendimi bildim bileli çok zayıf bir bedenim var. Tokalaşırken parmaklarım bir birine geçer, kemiklerim sıkışır, ayak ayak üzerine attığımda “tuk” kemik sesi gelir.
Çelimsiz görünmekten nefret ederim. Biraz gürbüz olmak için neler vermezdim. Üst üste giyinirim. Yaz aylarında bu numaram suya düşer. Soğukları beklerim hep. Bisiklet yaka kazak, gömleğin altından görünmez. V yaka ise daha uygun. Orlon örgüler gövdemin kurtarıcı parçalarıdır. 12 yaşıma kadar hızlı büyüdüm. Boyum oldukça iyiydi. Sınıfın uzunları arasındaydım. Fakat ortaokul ikinci sınıftan sonra arkadaşlarım bir bir beni geçmeye başlamıştı. Pekala, kısa boylu sayılmazdım. Lise son sınıfa geldiğimizde, ancak 170’e ulaşabilmiştim. Polis olmak için lazımdı bu sadece. Polis olmaktansa bütün ömrüm işsiz geçsin daha iyi.
Atilla polis olmak istiyordu. İlk ölçümde iki santimle kaçırmıştı polisliği. “Dedeniz öldüğünde 13 yaşımdaydım. O günden sonra boyum hiç uzamadı” derdi babam. Ben de sen iflas ettikten sonra pek uzamadım baba. Varına yoğuna, dükkanına evine incir ağacının dikildiğinden beri bir süngüç bile uzamadım. 1942’den 1929’u çıkardığında geriye 13 kalıyor. 42’de yoksulluktan ölmüş dedem. Devlet, savaş olasılığından dolayı halkın elindeki buğdaylara el koymuş. Halkın elinde kalan buğday bitince kepek yemişler. Makarna mı? O ne ola? Buğdayın kepeğini ekmek yapıp yemişler. Turşunun katığı pilav yokmuş. Kepek barsaklarında donmuş insanların. Çocuklar kıvrana kıvrana ölüyormuş. Aylar mevsimler böyle geçmiş.
Babamın en küçük kardeşi ölmüş. Dedem birkaç arkadaşıyla bir gece katırlara binip Göksun Ovasına gitmişler. Sabahın ilk ışıklarında harman yerlerinde el ile tane tane buğday toplamışlar. Beşer onar kilo ancak toplayabilmişler. Sonra sarp dağdan yürüyüp geri dönmüşler. Üç günde yüz kilometre yürümüşler. Şehre gece girmişlerse de jandarma çevirmiş, almış ellerinde ne kadar buğday varsa. Dedem, “Bir tasını bırakın,” diye çok rica etmişse de bırakmamışlar. Solgun bir bedenle eve dar düşmüş adam. Kuşağını babam çözmüş. Apar topar bir yatak sermişler ve yatmış. İki üç gün sonra da ölmüş. Sıcak bir pilav ya da buğday çorbası da kurtaramazdı belki adı Ali olan dedemi.
Çünkü yenik girmiş eve. Hayatının en büyük, en önemli başarısızlığıyla atmış son adımını eşikten içeriye. Varlıklı ve itibarlı bir babanın biricik esnaf oğlu kırk yaşında kahırdan ve yokluktan gitmiş böylece. Dükkanını toplamışlar. Köpük fırçaları, makaslar, taraklar, sakal tası, havlular... Toplayıp bir çuvala basmışlar. Ağır bir de kilit vurmuşlar kapısına. O günden itibaren dokuma tezgahlarının en çok üreten ustası olmuş babam. Yedi küçük kardeş, bir anne, bir de hatın ana evde, dar hanede bekliyormuş. Bir lokma bin tarak; bir lokma bin ipli çözgü... Bu benim dinlediğim bir aile hayatı. Yaşamayan yokmuş aslında bu yoksullukları.
Geçmişi orada, sağlam bir yerde bırakıp yola çıkacağım diyordum. 27 numaralı koltuktaydım. Yanımda başka bir yolcu yoktu. Ön koltukta tek oturan tıp öğrencisi, bana dönüp, elimdeki sigara için “Bunun zararlarını anlatmamı ister misin?” demesi şimdilik öfkelenmemi gerektirmiyordu. Ona “Yolculuk güzeldir,” demeseydim keşke. Sanki daha önce yolculuk yapmışım gibi, sallamasaydım bu ukalaya. Bir süre konuştuk. Yo hayır, o konuştu. “Eğer sigaradan vazgeçersen sana kalacak ev temin edebiliriz. Fakat bu sakalını da kesmelisin” e kadar getirdi muhabbeti.
— Sağ ol, ihtiyacım yok.
— Nerede kalacaksın?
— Fark etmez, sakalım ve sigaramla olabileceğim bir yer bulurum, dedim gülümseyerek. Gülümsediğimi fark etmesi için eğilip ışığa yüzümü uzatma uğraşı da verdim.
— Sen bilirsin ama öğrencilikte en zor şey barınmaktır. Güvenilir, sağlam insanlar olmalı çevrende.
— Sağ ol. Ne iyisin.
Pekala benden daha zekiydi. Onu terslemekten vazgeçmiştim. O da pek alınmamış olmalı ki bana dönmüş, anlatıp duruyordu. Kendini akıllı, tecrübeli, bilgili gösterebileceği şeyler bulup anlatıyordu. Yol büklüm büklümdü, virajlar bitmeyecek gibiydi, her virajda gözlüğünün yanı koltuğa çarpıyordu. Karanlıkta yüzünü seçemiyordum, incecikti. Belki benden daha zayıftı. Benden daha zayıf bedenli olabilmesi hoşuma gitmişti. O ağır ağır anlatırken sordum,
— Kaç kilosun?
— Elli beş felan.
— O kadar var mısın.
— Evet.
Dört kilo fazla, benden daha zayıf değil. Tıp kazanmış. Ben iki yıl sınıfta kaldım. Lise birde ve lise ikide. İkinci kez sınıfta kaldığımda babam beni bir lokantanın bulaşıkhanesine bırakıp, meslek öğrenmelisin demişti. Dünyanın bulaşığını yıkamış, dünyanın soğanını soymuştum. Altı ay, yani bir güz, bir de kış böyle geçmişti. Orda sigara içmeyi öğrendiydim. Sonra babama haber vermeden işten ayrıldım. Derhal başka bir iş buldum. Eve elimde parayla dönmeliydim ki işten ayrıldığımı fark etmesin. Küçük bir işyerinde bebek kıyafetleri satıyordum. Kaynanalar, gelinler kafamı şişiriyordu. Hepsinin de dünya harikası çocukları vardı. İki anne yan yana gelince evlatlarının b...kunda boncuk arıyorlardı.
İşyeri öğleye kadar sakin oluyordu. Dükkan sahibi alacaklılarından kaçtığı için, işi bana apar topar öğretip ortadan kaybolmuştu. Gizlice geliyordu dükkana. Sonraları günlerce gelmez olmuştu. Hafif bir temizlik yapıp dükkanın önüne çıkıyordum. Sabahleyin yedi buçukta o kız geçiyordu. Sekize çeyrek kala o kadın. Bir teybim iki de kasetim vardı. Çevirip çevirip onları dinliyordum. İlk fırsatta kaset doldurtacaktım. Doksanlık. Harika bir şarkı listesi yaptım. Günlerce sürdü bu. Bazen alacaklılar geliyordu. Küfredip gidenler oluyordu. “Çatalkafa nerede?” diye soruyorlardı. Bir okkalı tokat yemişliğim de var, dolandırılmış bir heriften. “Şehir dışında,” dediğimde küfredip, tokadı basmıştı.
O kız geçerken vitrinin köşesine yaslanmış bekliyor oluyordum. Leyli’nin bir benzeriydi. Öyle beyaz tenli değildi, esmerdi. Aynı boydalardı, Leyli’nin saçları açık kumraldı, bununkisi koyu kahve ve dalgalıydı. Benziyorlardı. İkisinin saçları da uzundu. Bu gülümsemiyordu. Güzelliğinin farkında olduğunu tedirgin sayılabilecek yüz ifadesiyle gösteriyordu. Sağa sola çok bakmamaya gayret ediyordu. Bütün bahar hiç göz göze gelmemiştik. Göz rengi de farklıydı. Yeşile çalan gözleri kirpiklerinin arasından seçilmiyordu. Sağ gözünün altında küçükçe bir yanık izi vardı. Yaklaştıkça Leyli’nin aynısıydı. Önümden geçip biraz ileriden karşıya geçer, oradan Kapalı Çarşı’nın içinde kaybolurdu.
Birkaç kez karşıya geçtiği yere kadar varıp çarşının hangi köşesinden döndüğünü görmek istedim ancak kalabalıkta seçemedim. Sonra bir gün dükkanı kilitleyip peşinden gittim, sırtında okul çantasıyla kapalı çarşıyı aşıp nereye gidebilir ki; okul yok o tarafta. Bir kuyumcu dükkanına girmişti. Orta yaşlı adam çekmeceden para çıkarıp verdiydi, o da alıp çantasına koyduydu. Konuşmadılar. Görüşürüz der gibi el ettiydi kız. Sonra çıkıp, büyük caddeye yöneldiydi. Kara Lise’ye doğru yürüdüydü. Ya evet, bu yürüyüş çerçi Galip Amca’nın sevgili kızı Leyli’nin yürüyüşüne benzemiyordu, ne ki kalan her şeyi benziyordu.
Hem Leyli’yi yürürken görmemiştim ki ben. Üç adımlık bahçede yürüyüşü mü olur insanın. Hafta içi her gün geçiyordu kız. Sonra o kadın geçiyordu. Sanırım otuz beş yaşlarındaydı. Leyli’nin yirmi yıl sonraki haliydi; geçip gidiyordu. Ben Leyli’den önce kız görmemiştim birader. Dayı kızlarını saymazsak, sümüklü Solmaz’ı, KamburElif’i de saymazsak... İmam Hatip’te öğrenciydim. Kız yoktu, yedi binde bir kız yoktu. İlkokulda Münire vardı doğru, fakat böyle, bu halde iken hiç kız görmedim; hem Münire buzağı kadar bir şeydi biraderim, doktorcuğum.
Donuk bir şekilde bana bakıyordu. Direk bu konuyu anlatmaya başlamış olmam ona anormal gelmiş gibiydi. Boynu tutulmuş olmalı, ovuşturdu boynunu. Biraz kitap okuyayım dedi. Kitap okumak lazım dedi. Evet okumak lazım dedim. Okuyup okuyup satmalı. Elindeki kitapla ilgili on dakika konuştuydu. Hiç biri aklımda değil. Başka kitaplardan da bahsetti. Kitaplar tavsiye etti, benden en fazla iki yaş büyük olan kıdemli öğrenci. Valizimde bir tek kitap bile yoktu. Ama ezberimde birkaç şiir kitabı vardı. Bununla övünebilirdim.
— Kaç saat sürer?
— Bin elli kilometre.
— Yani?
— Hesapla işte, on üç on dört saat.
Ayaklarım şişmeye başlamıştı. Bir süre sonra ayakkabımın ucundaki kağıtları çıkardım. Ayaklarım en az bir numara büyümüştü. Hep böyle kalsalar iyiydi. Adını sormamıştım. Gereği de yoktu.
***
Bir türlü uyku tutmamıştı. Bu ilk yolculuk heyecanından olsa gerek. Bütün bıkkınlıkların yerini yeni şeyler alacak. Yeni iyi şeyler. Kim bilir yeni bıkkınlıklar. Yolda birkaç kez jandarmalar arama yaptı. sonuncusunda uykuya dalacakken, bir sarsılmayla uyandım. Bir onbaşı dikilmiş başıma, omzumdan sarsıyordu. Aşağı indirdiler. Nüfus kağıdımı epey bir evirip çevirdiler. Telsiz görüşmeleri yapıldı. Biraz sakalım vardı, hepsi bu. Ya da camın perdesini yüzüme kapatmış olduğum içindir, bu iyi heyecan. İşte buldum der gibiydi onbaşı. Bulamadın dostum. Kimsenin tavuğuna kış demedim üç aydır. Dediğimde de canıma okudunuz zaten. Kemiklerimi kırdınız. Arkadaşımız bir ipsiz tarafından vuruldu, kanı ellerimizde kurumadan ölüverdi ve yetmezmiş gibi dünyanın dayağını yedik sizden dedim, başçavuşa. Pekala arkadaşım da ipsizin tekiydi, ben de.
Sussaydım keşke. “Bunu alın,” dedi. “Benim bir günahım yok,” dedim, öğrenciyim ben. Askerler uzaklaştırdılar beni, bir tuzla jipin içine tıkıverdiler. “Bavulum kaldı,” dedim. Umursamadılar. Jipin içinden bakıyordum. Başçavuş bir süre sonra otobüsü gönderdi. Bela gelip bulmuştu gene. Orada bir kaç saat bekledim. Fırlayıp kaçabilirdim, bana en yakın askerle beş metre vardı aramızda. Ya silah sıkarlarsa diye ürktüm. Sıkabilirler. Bekledim. Doktor adayı bana sahip çıkabilirdi, şoför, muavin sahip çıkabilirdi. “Gençliğine sayın” diyebilirdi şişko şoför. Yarım saat daha geçti, vakit sabahın üçüydü. O asker geldi. Şu, beni uyandırıp aşağı indiren. “Gidebilirsin,” dedi. “Nereye?” dedim.
Döndü geri gitti. Nereye gidebilirim ki. Issız bir yer ve gecenin karanlığı. Öfkeden ölecek gibiydim. Neden çenemi tutmadım ki. Askerler değildi pekala, polislerden yemiştim hem o dayağı. Döveceklerdi, betonda yatıracaklardı ve ertesi gün bir daha döveceklerdi tabi ki. Arkadaşıma bıçağı sokan puştu bulana kadar gelip gidip döveceklerdi. Favorilerimi yolup yüzüme üfleyeceklerdi. Gözümün altındaki morluğa bir yumruk daha çakacaklardı. Ve ben karakoldan çıktığımda arkadaşım olacak o belanın mezarı tepelenerek, kürek sırtıyla tıpışlanarak bir biçime sokulmuş olacaktı. Onbaşı berideydi, ona kısık bir sesle “Bu karanlıkta nereye gideyim?” dedim.
Dağ başı burası, nereye gideyim. Binde bir araba geçmiyor. Kimse durup almaz. Seslenmedi eliyle git işareti yaptı. bekledim. Sonra biraz uzaklaşıp beklemeyi sürdürdüm. Başçavuş dönüp baktı, unuttuğunu sanıyordum. İyi bir küfür savurdu ve bana doğru yürümeye başladı. Geri adım attım o kararlı bir şekilde üzerime yürüyordu. İyice yaklaştı gerisin geriye giderken ayağım takıldı ve el ayasını bir boksör gibi çeneme geçirdi sırtım kıçımdan önce değdi toprağa. “Gözüm görmesin seni!”.
Bu heriflerden daha insaflıdır kurtlar kuşlar dedim ve küfürler savurarak koşmaya başladım. Çelimsiz gövdemin başçavuşun hazmedemeyeceği bütün küfürleri karanlıkta dağa taşa çarpıyordu. Adam arkamdan gelmeye başladı. Yüzlerce metre sonra yavaşladım, yavaşladım ve durdum. Sırtımdan ılık damlalar iniyordu. Ter değildi. Henüz ter yoktu. Yanıyordu sırtım. Yaklaş dedim, biraz daha yaklaş. Belindeki silah umurumda değildi. Dokundum, sırtımdan akıp belime inen delirmiş kanımdı. Yol kenarındaki çakılların içinde iri taş aradı gözlerim. Beş yüz metre gerideydi ekip. İyice yaklaşmıştı adam. Kafamı ezecekmiş gibi yaklaşıyordu. Yol kenarındaki tarlaya daldım ve üç saniye içinde iki taş kaptım yerden. İlkini savurdum yirmi metrelik hedefime. Küt sesi. Tam isabet. Sendeledi. Öksürdü. Çömeldi ve bekledi. Otuza kadar saydım sanırım. Diz üstü öylece duruyordu. Şimdi koşma zamanıydı. Birkaç dakika içinde canıma okuyacaklardı.
Bir tepe aştım. Arkamdan gelen giden yok. Yola yakın yürüyordum. Bir saat kadar yürüdüm. nefesimle kalp atışlarım birbirini desteklemiyor. Bir ki üç, bir ki üç. Bunu yapmalıyım. Her adıma bir rakam. Hıh.hı.hıh. bu daha iyi. Ödüm midemin tam üstünde, iki göğsümün arasındadır diye orayı tutarak yürüyorum. Çünkü orasıydı en kötü halde olan yerim. Sıkışıp şişip göğsümü zorluyor. Öd, önce şişer sonra patlar dostum. Öd dediğin şey korkudan patlar. Patladığında ansızın yere düşersin ve hareket edemez hale gelirsin. Öyle bir patlar ki, başın yana düşer, ciğerinin parçaları ağzının kenarından çıkmaya başlar. Bir damla kanın akmaz. Paf ciğerin lime limedir. Kanın içinde donmaya, morarmaya başlar.
Durdum. Ayak bileklerim yanıyordu, ayağım hareket edemez olmuştu. Bebekler gibi badi badi yürümeye çalışıyordum. Gelirlerse yere yüzüstü yatıp beklerim. Tekmelerler. Suratımı da tekmelerler. Yüzümün sakınılacak bir tarafı yoktu bana göre. Dişlerim kırılsın pekala fakat, elmacık kemiğime birşey olmasın allahım. Bir de şakağıma. Boğazıma da vurmasınlar allahım. Gırtlağıma yumruk yedim bir kere; dünyaya hiç gelmemiş gibi oluyorsun. Ruhun fırlatılmış bir terlik gibi ilerliyor havada. Böğürlerime, kafatasıma vurabilirler.
Bir patırtı geldi. Ödüm sol göğsümün altına geçmişti bu kez, gerildi. Kusacak gibi oldum. Bir kanat şakırtısına benziyordu. Ses seda kalmadı sonra. Başparmağımın dışıyla ödümü dürterek yumuşatmaya çalıştım. Nefesimi de düzeltmeliydim. Burada sabahlasam, gün ışığında keklik yavrusu gibi avlarlar beni. Tam karnımdan vururlar ve o başçavuş kasaturasıyla karnımı yarıp içine bir elbombası koyar. Pimini çekmez namussuz, sen çek der ve gider. Ceplerimi de boşaltırlar. Yan cebimdeki şiirleri de alır alçak. Alır ve bir göz attıktan sonra kibriti çakar.
***
Bozkırın ortasındayım. Anadolu’nun tam ortası, Kırşehir dolayları sanırım. Çevrede hiç ışık yok. Çok uzaklarda ipiltiler görünüyor. Bir tek adım daha atamayacak haldeyim. Oturdum. Sırt üstü yattım fakat sırtımdaki taş kesikleri bana yan dönmemi söyledi. Yan döndüm. Yüzükoyun uzandım. Öldürmeyecek kadar bir soğuk var. Gözlerimi kapattım. Sığ bir göl gibiyim. Yüzeyi hareketsiz bir göl. Dibi çamur, üstü atlas. Yo yo, küçük bir tümseğim. Bu dümdüz ovanın ortasında yepyeni bir kümbetim. Ölürsem kimse arayıp bulamaz.
Çar çakal, kurt kuş dokunmaz da; günün birinde gören olursa, ortalığı uyandırmadan toprak yığarlar üzerime ve böylece dünyanın en küçük kümbetine sahip olurlar. Dakikalar geçtikçe üşümem artmaya başladı. Kalktım. Bacaklarım epeyce dinlenmiş. Bir saat kadar yürüdüm ve bir dinlenme tesisine geldim. Tesisin önünde askeri bir araba vardı. Biraz su içebilmekti bütün derdim. Su bulmak çok da zor olmadı. Tesise iki yüz metre mesafede koyu kavaklığın yanındaki dereden içtim ve az ilerideki terk edilmiş bir pikabın tentesinden içine bakmadan geçtim. İçinde kötü kokular vardı, iki yanındaki uzun oturakların birine uzandım. Korkum epeyce geçti. Öldürülme korkusu azalmıştı. Yüreğimin pırpırı azaldı. Hava ışıyordu. Gündüz vakti daha güvende hissediyor insan kendini.
Öğle saatlerine kadar rüyasız uyumuşum. Kalktım, tenteden başımı çıkarıp çevreye baktım. Az ilerideki şehirler arası yoldan gelip geçen arabalar geceye göre hayli çoğalmıştı. Gömleğimi çıkarıp, kan izlerini derenin soğuk suyunda çitiledim. En azından kan rengi körelmişti. Atletin olacağı yoktu, çıkarıp attım. Atleti görenler “Kimin oğlu bu, bir kaşık suda boğulmuş?” der mi? Desin. Boğulmuşsan bir damla kanın akmaz hem. Dinlenme tesisindeki askeri araba gitmişti. Yine de oraya yaklaşmadan, tesisin arka tarafından bir kaç kilometre yürüdüm ve yola indim. Gömleğimin ıslak yerleri büyük ölçüde kurumuştu. Arabaları uzaktan gözetleyip, gözüme kestirdiklerime otostop yapacağım. Bir taksi, bir kamyon, ve biçer döver makinaları geçti.
Nihayet Eskişehir’e kadar arka kasada gidebileceğim bir kamyonet buldum. Kasayı işaret etti. Bu harika. Kasada gitmek şahane. Şükrettim, kimseye dert anlatma, yalan savurma sıkıntım da yoktu. Sadece “Nereden nereye?” diye sordu şoförün yanındaki saka ağası tipli adam. Bursa’ya gideceğim dedim. Bozüyük’e kadar bin dedi. Bir saat sonra Ankara tabelası göründü. Korkum arttı. Kasada olmam bir nimetti fakat, arabayı durduran asker de olsa polis de olsa kasaya bakacaktır ve tariflere uygun bu herifi kanadından çekip indireceklerdir. Hiç biri olmadı. Belasız bir şekilde indim kamyonetten. Bir minibüsle Bursa’ya girdim. Cüzdanım eksiksiz cebimdeydi. Eşyalarımı almaya gitmem belayı bulmaktı. Otogarda çorba içtim. Cüzdandaki adresi çıkardım ve “Yeniden bismillah,” dedim. Kaygılıydım.
Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!
Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım